๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 10 Ekim 2010, 16:24:55



Konu Başlığı: Hangi hoşgörü
Gönderen: Sümeyye üzerinde 10 Ekim 2010, 16:24:55
HANGİ HOŞGÖRÜ?

Bir zamanlar Kur'an sayesinde kıtalar arası engeller aşılarak kalıcı bir sevgi, saygı ve diyalog gerçekleştirildiği gibi, şimdilerde de bu kudsilerin gayretleriyle yeni bir anlaşma ve uzlaşma zemininin oluştuğuna/oluşacağına inancım tamdır. İnsanlık ekmişte milletimizi hep gülen yüzü ve gülen talihi ile tanıdı; işle bu, günümüzde de bir kez daha niye olmasın ki.!


Muamelelerde yumuşak davranma, bir karşılık beklemeksizin iyilik etme demek olan “müsamaha” (hoşgörü), İslâm’da sadece bir söz veya slogan olmanın çok ötesinde bir kavramdır. Dinin bir hükmüdür, ilahi vahiyle sabittir ve bu ilahi vahyi açıklayan Peygamber beyanıdır. Bu vecibe Asr-ı saadette, dört halife döneminde, hatta günümüze kadar uzanan 14 asırlık İslâm medeniyeti döneminde somutlaşmıştır. Çünkü bu müsamaha, ebedi ve evrensel olan İslâm’ın semeresidir.
Kur’ân müsamahayı; İslâm’ın hayat, kâinat ve insan anlayışına bina eder. Buna göre varlıkta, 1- Zorunlu varlık olan Hak Teala 2- O’nun dışındaki mümkinat vardır. Birlik, yalnız Allah’ın sıfatıdır. Yaratıklarda ise çokluk, çeşitlilik ve farklılık bulunmaktadır. Çoğulculuk O’nun değişmez nizamlarındandır. Bu nizam, değişik toplulukların birlikte yaşamasını, onların birbirlerini tanımalarını yani kültürler, felsefeler, dinler, ırklar, renkler ve diller arasında müsamaha ahlakının hakim olmasını gerektirir. Müsamaha olmazsa barış içinde birlikte yaşama ortadan kalkar. Bu ise, farklılığı dileyen Allah’ın (celle celâlühü) koyduğu nizama karşı çıkmaktır. İşte Kur’ân müsamahayı; hayat, kâinat ve insan hakkındaki bu değer hükmü üzerine yerleştirmiş ve onu dini bir görev ve hayatın olmazsa olmaz bir unsuru saymıştır. Şu halde farklı ırklar ve milletler halinde yaratılan insanların birlikte yaşamalarını temin eden iksir, müsamahadır. Bu topluluklar, Yaratıcının imtihan hikmeti icabı olarak dinleri, dilleri, medeniyetleri, gelenekleri farklı olarak, aralarında fazilette yarışma olan toplumlar olabilirler. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği farklı şeriatlar dairesinde sizi imtihan etmek istediği için ayrı ayrı ümmetler yaptı. Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın! Zaten hepinizin dönüşü Allah’a olacak, O da hakkında ihtilaf ettiğiniz şeyleri size bir bir bildirecektir” (Maide, 48). Müsamaha olmadığı takdirde varlığın sebebi ve bu varlığı imar etmede yarışmanın sırrı olan bu çoğulculuğun bulunması imkansızlaşır.
Bu çeşitliliği Allah’ın bir nizamı ve evrenin bir kanunu sayan Kur’ân’dan yola çıkarak, Kur’ân’ın ölçüsü ve İslâm medeniyetinin ruhu olan “adalet”in, farklı gruplarla olan münasebetlerde uygulanacak müsamahanın esası olduğunu söyleyebiliriz. Bu adil müsamahayı kurmak için Kur’ân, her şeyden önce bizden, kendimize karşı adil olmamızı ister.1 Hatta bunun da ötesinde hasımlarımız hakkında bile adil olmamızı emreder.2
Keza İslâm, başka din mensupları hakkında da adaleti gerçekleştirmemizi ister. Bunun gereği olarak, onlar hakkında toptan genel bir hüküm verilmemesi gerektiğini bildirir: “Ehl-i Kitabın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki gece saatlerinde Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar Allah’ı ve ahireti tasdik eder, iyilikleri yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar.” (Al-i İmran, 113-114) Şu halde bize muhalif olan topluluklar hakkında Kur’ân’ın kuralı “Onların hepsi bir değildir.” hükmüdür. Gerçekten Kur’ân Yahudiler konusunda bunu uyguladığı gibi, Hıristiyanlar konusunda da uygular.3 Müsamahayı gerçekleştiren bu tutumun İslâm mantığındaki dayanağı, adaletin farz olmasıdır. Kur’ân, Allah’ı “Rabbü’l-alemin, bütün insanların Rabbi” olarak niteler. O, sadece bir topluluğun Rabbi değildir. Allah’ın insanları şerefli kıldığını bildiren ayet de bütün insan türünü kapsamaktadır: “Gerçekten Biz, Âdem evlatlarını şerefli kıldık.” (İsra, 70) İnsanlar arasında üstünlüğün tek ölçüsü “takva”dır: “Allah nazarında en değerli olan, takvada (Allah’a saygı duyup haramlardan sakınmada) en ileri olandır.” (Hucurat, 13) Yoksa ırk, deri rengi, sülale gibi kişinin iradesi dışındaki şeyler değildir. Allah, insanın kalbine ve işine bakar ve iyilerin hakkını zayi etmez.4
Bu adaletin sonuçlarından biri olarak İslâm, tüm insanlıktaki nübüvvet mirasına sahip çıkar. Peygamberlere tabi olanların doğrularını ikrar eder, onlara arız olan yanlışları düzeltir veya bazı yeni hükümler ilave eder.5 İşte bu müsamaha, Kur’ân’ın kâinat telakkisinin bir sonucudur. Zira Allah çoğulculuğu, farklılığı, çeşitliliği bir kanun olarak koymuştur.

Hz. Peygamber (a.s.m)’ın Müsamahası
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (a.s.m) kendisinden önceki peygamberleri ve ilahi kitapları tasdik etmiştir.6 “Peygamberler babaları bir, anneleri farklı kardeşler durumundadır. Hepsinin dini birdir” (Buhari, Enbiya 48; Müslim, Fedail 145) Bundan ötürüdür ki Yahudilere, “Ben, Musa’ya sizden daha yakınım” (Buhari, Savm 69; İbn Mace, Sıyam 41) dediği gibi, Hz. İsa (a.s) için de, “Ben, İsa’ya dünyada da ahirette de herkesten daha yakınım.” (Buhari, Enbiya 48; Müslim, Fedail 143) demiştir. Hz. Peygamberin bu tutumu sözde kalmamış, yaşanan bir hal, bir ahlak olmuştur. O’nun kurduğu Medine şehir devletinin anayasasında ve gayri müslim topluluklara verdiği beratlarda yer almıştır. Medine belgesinde Yahudiler hakkında: “Yahudiler kendi dinlerine, Müslümanlar kendi dinlerine tabi olacaklar. Bize tabi olan Yahudilere destek borcumuz vardır.” maddesini koymuştur. 10/631 yılında Necran Hıristiyan heyeti geldiğinde onları Medine Mescidinde kabul etmiş, orada âyin yapmalarına imkan vermiş, daha sonra dinlerini muhafaza edeceklerine ve diğer haklarına dair bir berat vermiştir.7

Dört Halife Devrindeki Uygulama
Hz. Peygamberden sonra Hülefa-yı Raşidin dönemi de müsamaha örnekleriyle doludur. Hz. Ömer, Ehl-i Kitap olmayan din mensuplarına (mesela, ateşe tapan Mecusilere) nasıl muamele edileceği konusunu Şûra Meclisine getirmiş, onlara da Ehl-i Kitap muamelesi yapma kararlaştırılmıştır. İslâm, kendisini inkar edenler için dünyevi bir yaptırım koymamış, onlar hakkında ahirette hüküm vermenin Allah’a ait olduğunu ilan etmiştir. O sebeple putperestler hakkında bile: “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (Kafirun, 6) demiştir. Hülasa Hz. Peygamber gibi, Hülefa-yı Raşidin de insanları İslâm’a girmeye zorlamadılar.8 Zorlama iman değil, olsa olsa münafıklık doğurur.
Hz. Peygamber (a.s.m), devlet başkanı olduğu sırada bile İslâm dinini terk edeni (mürted) dinden döndüğü için cezalandırmadı. Fakat bunu yapan, irtidad ile yetinmeyip yol kesme ve topyekün Ümmete karşı silahlı hücuma giriştiği için onu cezalandırdı. Nitekim devletin develerini gasp, çobanlarını (devlet görevlilerini) işkence ile katl eden ve dinden dönen eşkıyayı, Kur’ân’ın hükmünü9 uygulayarak cezalandırdı.İslâm’ın savaşa dair hükümleri, din hürriyetini sağlamak ve sırf İslâm’a inanma sebebi ile vaki olan düşmanlık ve saldırıya karşı savunma gayesine yöneliktir. Bu külli kaideyi yerleştiren de şu ayet olmuştur: “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmayan kafirlere gelince, Allah sizi onlara iyilik etmeden ve adaleti uygulamadan menetmez…” (Mümtahine, 8-9)

İslâm Tarihindeki Uygulama
Roma İmparatorluğunun sekiz asırda aldığı kadar toprağı Müslümanlar seksen yılda aldı. Avrupalılar M.Ö. 4. asırdan M.S. 7. asra kadar Doğuyu köleleştirdiler. Bu siyasi, ekonomik, dini, kültürel istiladan o ülke halklarını Müslümanlar kurtarırken, onlar hiçbir zaman Müslümanlara karşı savaşmadılar. Bilakis Müslümanlarla beraber olup işgalci Sasani veya Bizans ordularına karşı savaştılar. O süper güçlerle aynı dine inanmalarına rağmen Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta hep aynı şey cereyan etti.
Bu ülkeler hürriyetlerine kavuştuktan sonra Müslümanlar onları dinlerinde serbest bıraktılar. Öyle ki fütuhattan bir asır sonra o halklardan İslâm’a girenlerin nisbeti % 20’yi geçmedi.10 Daha sonraki asırlarda İslâm, din özgürlüğü yaşatırken, istilacı Avrupa kuvvetleri, Müslümanlara karşı ordular harekete geçirmiş, oralarda yaşayan gayri müslimleri aleyhte kışkırtmaya çalışmışlardır. Bu hususta Müslümanlardan başka gayri müslim tarihçilerin de tanıklıkları vardır. Mesela, Mısır patriği Bünyamin Bizanslılardan kaçıp 13 sene saklanmıştı. Mısır fatihi Amr İbnu’l-As onu hürriyetine kavuşturdu, halkına iade etti. Onu karşıladığında kendisine kiliseleri ve cemaati hakkında teminat verdi, hatta kendisi için dua etmesini istedi. Hıristiyan ahali onu istikbal ederken, Müslümanların fütühatının, Mısır Hıristiyanlarına zulmeden Bizanslılara ilahi bir ceza olduğunu terennüm ediyorlardı.11 Mısır kiliselerini ve manastırlarını Rumların istilasından kurtardı. Fakat o binaları cami yapmadı, Hıristiyan cemaatlerine geri verdi. Şunu söylemekte hiçbir mübalağa yoktur: “Doğu Hıristiyanlığının bekası, Müslümanların müsamahası ile mümkün olmuştur.”
Demek ki Müslümanlar, asıl yükümlülükleri olarak hak dinin kurtarıcı esaslarını insanlığa tebliğ etmişler, İslâm medeniyetini kurmuşlar. Bununla beraber bu medeniyetin diğer dinler ve fikirler karşısındaki müsamahalı tutumunun da, yaşayışlarıyla tanıklığını yapmışlardır.
Not: Bu yazı, Mısır’ın ünlü âlimlerinden Prof. Dr. Muhammed İmare’nin Hira Dergisi’nde çıkan (Sayı: 6, Ocak-Mart 2007) makalesinden özetlenmiştir.


* Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi



DİPNOTLAR
1. Bkz.: Maide 135.
2. Bkz.: Maide 8.
3. Bakara 75, 101, 146; Al-i İmran 23; Nisa 77; Maide 82-83.
4. Bkz.: Kehf 30.
5. Bkz.: Bakara 91; Al-i İmran 2-4; Maide 48.
6. Bkz.: Bakara 285.
7. Muhammed İbn Yusuf, Sebilü’l-Hüda ve’r-Reşad, c. 6, s.642.
8. Bkz.: Bakara 256.
9. Bkz.: Maide 33-34.
10. Filip Faric ve Yusuf Kerebac, Arap ve Türk Hakimiyeti Döneminde İslâm Tarihi İdaresinde Hıristiyanlar ve Yahudiler, Ar.trc. Beşir es-Siba’i, Kahire, 1994, s.25.
11. Bu konuda şu esere bakılabilir: Yuhanna Nakyosi, Mısır Tarihi, Kahire, 2000, s.201-202


Alintidir