๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 01 Haziran 2010, 15:42:53



Konu Başlığı: Haksızlık karşısında tavır
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 01 Haziran 2010, 15:42:53
Haksızlık Karşısında Tavır

İnsanlar, yaratılış itibariyle toplu yaşamak mecburiyetindedirler. Bu sebeple aralarında karşılıklı bir takım vazifeler vardır. Bunlara önem verilmediği taktirde, toplum hayatının barış, huzur ve güven içinde devam etmesi mümkün değildir.

Bireyin kulluk görevini noksansız yapabilmesi, ailesine, devletine, milletine, ve hatta bütün insanlara karşı vazifelerini hakkıyla yerine getirebilmesi için toplumun huzur ve güven içinde olması gerekir. Tefrikanın, anarşinin, fitne ve fesadın hakim olduğu bir cemiyette Müslüman bir kimsenin İslam’ı yaşayabilmesi ve aslî görevlerini icra edebilmesi oldukça güçtür.

Birlik ve beraberlik, toplumun her alanda ilerleyebilmesinin temel şartıdır. Bu taş yerinden oynamayadursun, artık o toplumda başta güven ve itimat sarsılır, neticede korku, endişe ve güvensizlik o topluma egemen olur.

İslam Dini, birlik ve beraberliğin sağlanmasını toplumun temel ögesi olarak kabul eder ve bunun temini için de azami hassasiyeti gösterir. Allah Teala, birliğin ve toplum düzeninin sağlanması amacıyla Müslümanları, düzenli aralıklarla bir araya toplayacak ibadetleri emretmiştir. Günde beş vakit, haftada bir, senede iki defa olmak üzere meşru kılınan vakit, Cuma ve bayram namazlarını buna örnek verebiliriz.

Toplumun birlik ve dirliğini temin edecek en önemli unsurların başında, mesuliyet kavramı gelmektedir. Bireyin, ailenin, yöneticilerin kendi sorumluluklarını kavramaları ve bu konuda kendi görev alanlarına ait mesuliyet sınırlarını bilinçli bir şekilde tayin etmeleri, toplumun güven ve huzur içinde yaşayabilmesi açısından hayatiyet kazanmaktadır.

Çevremizde meydana gelen çeşitli hadiselere karşı gereken müsbet veya menfi tepkiyi göstermek, önemli bir husustur. Aynı toplumda yaşayan fertler, yaşadığı muhitin ve çevrenin dışında kalamazlar. Bu açıdan toplumda gelişen her olay karşısında fert, ölçer, biçer, tartar, değerlendirir, kendine düşen payı alır, gerekli dersi çıkarır, bu hususta hesaplar ve planlar yapar ve neticede duruma göre tepkisini gösterir. Toplumu ve milleti ilgilendiren meselelerde herkesin duyarlı ve hassas olması gerekir. Çeşitli olaylar karşısında tepkisiz kalmak, ilgisiz davranmak, meseleye karşı soğuk ve yabancı kalmak, iyi bir Müslümanın ve vatandaşın vasfı değildir.

Toplumda cereyan eden zulüm, adaletsizlik, haksızlık ve her türlü olumsuzluk karşısında gereken hassasiyeti göstermek ve gerekirse bunları tecrid etmek için mücadele etmek, taşıdığı mesuliyete göre herkesin görevidir. Böyle bir mücadele ve uğraş esnasında eza ve cefaya göğüs germek, sabır ve sebat göstermek herkesin vazgeçemeyeceği bir prensip olmalıdır. Şairimizin şu ifadeleri bu hususta önemli bir fikir ve mesaj vermektedir.

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım...

-Boğamazsın ki!

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım!

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam,

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam,

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim.

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım:

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.1

Toplumda yaşayan her fert, böyle bir duygu, böyle bir heyecan taşımalı ve yeri geldiğinde de gereken tavrı göstermelidir. Hiçbir kimse, haksızlıklar karşısında yılmamalı, gevşeklik ve zafiyet göstermemelidir. Oliumsuzluklara karşı ilgisiz kalmak, görmezlikten gelmek, gereken tepkiyi ortaya koymamak, toplumda kötülüklerin yaygınlaşmasına vesile olmaktadır. Bu açıdan kötülüklerle ve haksızlıklarla mücadele konusunda her birey, elinden gelen gayreti göstermelidir. Kişi, böyle bir hareketin içinde uğraş verirken yukarıda şairimizin de belirttiği gibi çiğner, çiğnenir, ama bu arada da hakkı tutar kaldırır, haklının yanında ve hakkın tarafında yerini alır ki, bu da şerefli ve kutsal bir görevdir.

Böyle bir azim ve duygudan mahrum olan fertlerden oluşan toplumlarda haksızlığı ortadan kaldırmak mümkün değildir. Toplumun ve o toplumda yaşayan insanların problemleri ve dertleri ile ilgilenmeyen kimselerin, toplum barışına katkıda bulunmaları söz konuşu olamaz Peygamberimizin şu hadisleri bu konudaki yükümlülüklerimizi açıklamaktadır:

“Mü’minler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkat göstermekte bir cesede (vücuda) benzerler. O cesetten bir organ rahatsızlanırsa, diğer organlar da uykusuzluk ve humma (ateşli hastalık) gibi sebeplerle tesir altında kalır ve hastalanır”2

“Müslümanlar bir kişi gibidir. Kişinin gözü ağrırsa, bütün vücudu ağrır. Başı ağrırsa, bütün vücudu ağrır.”3 Bir Müslümanın başına bir sıkıntı, musibet, felaket gelirse bütün Müslümanların bundan üzüntü duyması gerekir. Bu konuda soy-sop, cinsiyet, bölge ve ülke farkının

hiç önemi yoktur. “Müslümanların derdi ile ilgilenmeyen onlardan değıldir.”4 Müslümanların dertlerine, problemlerine karşı ilgisiz ve yabancı kalmak onları sevmemektir. Müslümanların ıstıraplarını kendi ıstırabı saymayan kimseler, Hz. Peygamberin sevgisine de mazhar olamazlar. Milli şairimiz Akif, böyle bir hareketten Peygamberimizin ruhaniyetinin davacı olacağını ne güzel ifade etmiştir.

Hiç sıkılmaz mısınız Hz, Peygamberden?

Ki, uzaklardaki bir mü’mini incitse diken,

Kalb-i pakinde duyarmış o musibetten acı,

Sizden elbette olur rûh-u Nebî davacı.5

Yukarıda sunduğumuz hadisler, bir Müslümanın, yaşadığı çevre, toplum ve hatta dünyanın en uzak yerlerinde dahi olsalar bütün mü’minlerin sıkıntıları ile ilgilenmesinin gerekliliğine işaret etmektedirler.

Bireyin kendisine, ailesine, yaşadığı topluma ve milletine karşı sorumluluğu vardır. Toplumun, her türlü anarşi, fitne, fesat ve kargaşadan uzak kalması için herkes üstüne düşen görevi yapmalıdır. Bu konuda sırası geldikçe elini hiç çekinmeden taşın altına koymalı, feragat ve fedakarlıktan asla çekinmemelidir. Toplum bir bütündür ve bir vücuda benzer. Toplumun organlarındaki herhangi bir rahatsızlık, bütün toplumu sarsar, etkiler, zayıflatır ve toplumun direncini kırar. Bu açıdan, toplumun birliği ve dirliği için her ferdin sorumluluk alması ve taşıması zaruridir. “Bana ne, beni ilgilendirmez, bana dokunmayan yılan bin yaşasın” gibi sözlerle mesuliyetten kaçmak, riske girmekten imtina etmek, zarar ve ziyana uğramaktan korkmak, toplum barışını tehdit eden önemli unsurlardandır. Aşağıda sunacağımız hadis, toplumsal barışın sağlanmasında kötülüklere karşı elbirliği ile mücadelenin şart olduğunu, aksi taktirde bütün toplumun yıkılıp gideceğini izah etmektedir.

“Allah’ın hududuna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbik eden kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip te kura çekmeleri neticesinde bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt (zemin) katına yerleşen yolculara benzer. Alt katta oturanlar su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. Bu yüzden, zemin katta bulunanlar, “biz, geminin tabanım delelim oradan suyumuzu alalım da üst katta bulunanlara eziyet etmeyelim” derler. Şayet onların ellerinden tutulup bunu yapmalarına izin verilmezse, geminin içinde bulunanların hepsi kurtulur. Şayet onların, böyle bir hareketine müsaade edilir ve kendi hallerine bırakılırlarsa, hepsi birden boğulurlar.”6

Hz. Peygamber, kötülükler karşısında iyilerin seyirci kalmaması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca kötülüklere müdahale edilmediği takdirde gelecek olan fitne, anarşi, tefrika vs. gibi sosyal ıstırap ve felaketlerin, iyi kimseleri de etkileyeceğini ve bundan bütün toplumun zarar göreceğini beyan etmektedir.

Yukarıda anlamını sunduğumuz hadiste, iyi kimselerin, kötü kimselerin yaptıklarına göz yumması, alt katta bulunup ta en kestirme yoldan su ihtiyaçlarını karşılamak için geminin tabanını delmek isteyenlere ses çıkarmayan kimselerin haline benzetilmektedir. Ayrıca toplum, bir gemiye benzetilmiştir. Geminin, su almasını hazırlayan sebeplerin önüne geçilmemesi halinde, içindekilerle beraber batması nasıl mukadderse, toplumun su alması yani, toplumu çökertecek, çözecek, yıkacak, tahrip edecek her türlü kötülüğün yaygınlaşması ve bunlara ses çıkarılmaması veya müsamahalı davranılması da toplumsal çözülmeyi hızlandıracak, belki de zamanla toplumu tahrip edecek veya çökertecektir.

Bir toplumda, fitne, fesat, kargaşa, zulüm, adaletsizlik, güvensizlik gibi etkenlere karşı tedbir almak ve hatta izale edilmesi için gayret, çaba sarf etmek herkesin görevidir. Oran olarak herhangi bir yüzdelik verilmesi zor olmakla birlikte herkes, taşıdığı yükümlülük nispetinde toplumda gelişen menfi hadiselere karşı sorumludur. Çünkü toplumda meydana gelen fitne ve musibetlerden, sadece bunlardan doğrudan doğruya etkilenenler zarar görmemektedir. Bu konuda şu ilahî buyruğun, bütün fertlere yüklediği sorumluluk önemli ve ayrıca evrensel anlamda çok mühim bir mesajdır.

“Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.”7 Demek ki, zulüm sadece zulüm yapanı veya zulme uğrayanı ve o çevreyi etkilemiyor. Fitne, yalnız, onu çıkaranı zarara uğratmıyor. O, kimi zaman

bir toplumu, kimi zaman bir ülkeyi ve kimi zaman da bütün dünyayı etkilemektedir.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, kişilerin yükümlülükleri farklıdır. Elbette bir aile reisinin, bir okulun, bir üniversitenin, bir kurumun, devlet idaresini üstlenenlerin sorumluluğu, birbirinden farklı ve bulundukları mevkii açısından birbirinden ağır ve kapsamlıdır. Toplumsal barışın temininde bireylere önemli vazifeler düşmektedir. Fakat idarî mesuliyeti yüklenenler, görevleri icabı daha fazla bir kesimin sorumluluğunu üstlenmektedirler. Bu sebeple idarî görevler hem kutsal ve hem de ağırdırlar.

Hz. Ebû Bekr’in devlet başkanı seçildiğinde yaptığı konuşma, riyaset makamının ne derece önemli ve mesuliyeti mucip olduğunu gösterir. Ayrıca bu hitap, bütün idarecilere büyük bir ders niteliğindedir.

“Ey Müslümanlar! En iyiniz olmadığım halde riyaset makamına geçirilmiş bulunuyorum. Eğer iyi idare edersem bana yardım ediniz. Yanlış hareket edersem beni doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Sizin en zayıfınız (haklı ise), hakkını alıp kendisine verinceye kadar benim nazarımda en güçlünüzdür. inşallah, bunu böyle yapacağım. Sizin en güçlünüz de (haksız ise), kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim nezdimde en zayıfınızdır. inşallah bunu böyle yapacağım. Bir millet, Allah yolunda cihadı bırakacak olursa Allah onları yardımsız bırakır, zillete düşürür. Bir millette kötülükler yaygınlaşırsa Allah, o millete umumî bir bela verir. Ben Allah ve Resülüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Şayet Allah ve Resülüne isyan edersem bana itaat yetmekle mükellef değilsiniz.8

Hz. Ömer’in halife seçildiği zaman okuduğu hutbe, bütün idareci ve hakimlere dokunaklı ve ibretli bir mesaj vermektedir...

Bilesiniz ki, bu sertliğim, hilafetim sırasında zalime, mütecavize karşı ve zayıf bir Müslümanın hakkını kuvvetliden aldığım sırada kat kat fazlalaşacaktır. Bu kadar sert olmama rağmen, sizin namuslularınızın, çekingenlerinizin ve hakkı teslim edenlerinizin başım üzerinde yeri vardır. Eğer, içinizden biriyle benim ihtilaflı bir meselem oiursa, istediğiniz birisinin önünde onunla muhakeme olmaktan kaçınmayacağım. Eğer, benden bir şikayeti olanınız varsa, kadı huzuruna çıkmaya hazırım. Ey Allah’ın kulları! Allah’tan korkun! Canınızı kurtarmak pahasına kendi aleyhinize de olsa bana yardımcı olun. Benim aleyhime olan hususlarda da iyiyi emredip kötüden sakındırarak bana yardımcı olun. Allah’ın bana tevdi ettiği hususlarda, nasihatlerinizi esirgemeyin.”9

Toplum bir bütün olduğuna göre, gelişen müsbet veya menfi hadiselerde, herkesin yetki ve etki alanına göre sorumluluğu vardır. Hiçbir kimse, gerek sosyal alanda, gerek ekonomik alanda ve gerekse siyasal alandaki olumsuzluklardan belirli bir kesimi sorumlu tutmak yetkisine sahip değildir. Bireyi ile, ailesiyle, idarecisi ve idaresi ile, milletiyle, devletiyle, medyası ile, eğitimi ile kısacası her kesim bulunduğu ortama ve yetki alanma göre gelişen üzücü olaylardan derece derece sorumludur.

Zulüm, işkence, şiddet, vahşet ve barbarlık gibi insanlık onuruna yakışmayan etkenleri oluşturan sebepleri tahlil etmek ve objektif bir değerlendirme yapmak akılcı ve kalıcı bir çalışma ve çare olabilir

Hangi alanda kusur vardır? Bu eğitimden mi, idareden mi, ekonomiden mi, idareciden mi, aileden mi, hukukî boşluk ve zafiyetten mi kaynaklanmaktadır? gibi soruların cevabını toplum olarak cevaplamak zorundayız.

Toplumsal alanda çekilen sıkıntıların temelinde böyle bir olumsuzluğun yattığını söylemek kanaatimizce abartılı değildir. Bu anlamda cemiyetimizin, birlik ve beraberlik içinde yaşayabilmesi için toplumsal bilince ihtiyacı vardır.

Kocakarı İle Ömer

Hz. Ömer, çok şiddetli soğuğun olduğu bir gecede, Hz. Peygamberin arkadaşlarından biriyle etrafı teftiş etmek için dışarı çıkar. Bir müddet yürüdükten sonra yanan bir ateşi görür ve ona doğru koşarlar. Çocukları ile beraber bir kadını görürler. Ateşin üzerine bir tencere konulmuş ve çocuklar ise bağrışıp durmaktadırlar. Halife Ömer, selam verir ve kadın Ömer’in selamını alır. Ömer, “yanma yaklaşmama izin verir misin” diye izin ister. Kadın, “iyilik yapmak istersen yaklaş, değilse benden uzak ol” der. Hz. Ömer “bu çocuklar neden bağırıp çağırıyorlar” diye sorar. Kadın “açlıktan” diye cevap verince, Hz. Ömer tencerenin içinde neyin olduğunu sorar. Kadın, su olduğunu, uyuyuncaya kadar çocukları, tencerenin içindeki suyu kaynatmak suretiyle susturmaya çalıştığını, Ömer’le kendisi arasında Allah’ın olduğunu ve Allah’ın her şeyi gördüğünü belirtir. Bunun üzerine Ömer: “Allah, sana merhamet etsin. Ömer, senin durumunu nereden bilsin?” der. Kadın: “İşlerimizin idaresini üzerine alıyor da, bizden habersiz mi davranıyor” karşılığını verir.10 Bu konuyu Mehmet Akif Ersoy, “Koca Karı île Ömer” adlı bir başlık altında şiir üslubu ile ele almış, adaleti ile islam tarihinde haklı olarak ün almış Hz. Ömer’in, sorumluluk duygusu ile nasıl iki büklüm olduğunu önemle vurgulamıştır. Kanaatimizce bu, idarî görevde bulunan bütün yöneticilere önemli bir irşat ve ikaz mahiyetindedir.

Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez;

Gidip te söylememişsen ne haldesin bilemez.

-Niçin hilafeti vaktiyle eylemişti kabul?

sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbul?

Zavallının işi çokmuş!...Nedir, muharebe mi?

işitme sen de civarında inleyen elemi,

Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş...

“Gaza! Gaza!” diye git soy cihanı, gel paylaş!

Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu,

Gelir de adl-i ilahî sorar Ömer’den onu!

Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes’ul11

Yetimi, girye-i hüsran alır, Ömer mes’ul12

Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:13

O damla bir koca girdap olur boğar Ömer’i14

Ömer Halife iken başka kim çıkar mes’ul?

Ömer! Ne yapsın, ilahî, beşer zalüm ü cehül15

Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den...

Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu barı16 sırtına sen?17

Bütün bu izahlardan anlaşıldığına göre, idarecilerin taşıdığı sorumluluk, yetki alanlarına göre önem kazanmakta ve farklılık arz etmektedir. Birkaç kişinin idaresin! üstlenen ile daha fazla kişilerin idaresini elinde bulunduranların yükümlülüğü değişiktir. Bir devlet başkanının, milleti adına üstlendiği riyaset görevi, görevlerin en ağırı ve en hassasıdır. Toplumun mal, can ve namus emniyetinden birinci derece sorumlu olan kişi başta devlet başkanı olmak üzere en üst kademede halk adına görev yapan idarecilerdir. Toplumda yaşayan bireylerin maddî ve manevî yönleri ile ilgilenmek öncelikle onların vazifesidir.

Dipnotlar: 1) Mehmet Akif Ersoy, Safahat (Asım), İstanbul, 1977, s. 400. 2) Buhari, Sahih, Edeb, 27; Müslim, Sahih. Bir, 66: Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 270. 3) Müslim Bir, 67; Ahmed b. Hanbel, IV, 271, 276. 4) İsmail Muhammed b. El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafa ve Müzîlü’l-İlbas, Beyrut, ts. U, 277. 5) M. Akif Ersoy. Safahat (Süleymamye Kürsüsünden), s. 179. 6) Buharî, Sahih, Şeriket, 6, Şehadat, 30; Tilmizi, Fiten, 12, Ahmedb. Hanbel, IV, 268, 270, 273, İbn Hacer el- Askalanî, Fethu’1-Bari, Beyrut, 1988, V, 277. 7) Kur’an-ı Kerim. (Enfal. 8/25). 8) İbn Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye (Büyük İslam Tarihi), trc. Mehmet Keskin, İst. 1994, VI, 426; Mevlâ’nâ Şıbiî, Asr-ı Saadet (İslam Tarihi), trc. Ömer Rıza Doğrul, İst. 1978, IV, 39;Yusuf Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe (Hadislerle Müslümanlık), trc. Ahmet M. Büyükçınar, A. Ömer Tekin, Ömer Faruk Harman, İst. 1971, U, 608. 9) Y. Kandehlevî, a.g.e., 11, 634. 10) Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, Arapça Okuma ve Eski Metinler Kitabı, İst. 1970, s. 57-58. 11) Bî-kes: Kimsesiz. 12) Girye-i hüsran: Hüsran göz yaşları. 13) Gadr: Zulüm, haksızlık. 14) Gidap: Suların döndüğü ve çukuriaştığı yer, anafor, çevrinti, burgaç, tehlikeli yer 15. Zal ûm ü cehûl: Fazla zalim ve fazla cahil. 16) Bar: Yük. 17) M. AkifErsoy. Safahat (Birinci Kitap. Koca Kan İle Ömer), s. 96-98