๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Mayıs 2010, 15:12:51



Konu Başlığı: Hakkaniyet üzere olmak
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Mayıs 2010, 15:12:51
Hakkaniyet Üzere Olmak



Herkesin hakkına riayet etmek, böylece haksızlıktan uzaklaşmak düzenli ve dengeli davranmanın bir sonucu değil midir? Hak ve adalet konusunda rikkat düzeyinde kılı kırk yaran bir düşünüşe kavuşabilen insan, aynı zamanda takvaya ulaşmış sayılmaz mı?

Yaşıyoruz ama olması gerektiği gibi mi? İnsanlarla ve eşyayla olan ilişkimiz ilâhi bir denge içerisinde mi?
Bir mümin selam verirken, kendisine ve karşısındakine dengede durmayı hatırlatmaktadır aslında. Kendimiz ve çevremizle barışabilmek için Rabbimizin şifresidir selam. Selamı almak, o kişiyi kendi ruh dünyamıza kabul etmemiz demektir. Böylece birlikte var olmanın zemini ortaya çıkmaktadır.

Selam ile adalet birbirini tamamlayan iki önemli kavram. Zira İslâm yeryüzünde ilâhi adaletin tesisi için var. İslâm düşüncesinde de küçük ve büyük alem arasındaki münasebet genellikle adalet prensibine dayandırılır. Bu ilke büyük alemde nizamı, küçük alemde ise itidali gerçekleştirir. Ömer Nasuhi Bilmen, “Hukuki İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu” isimli eserinde, Hanefî fukahasının, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilen, müminlerin biatla, gayr-i müslimlerin zimmet akdi ile güvenliğe kavuştukları beldeleri “Dâru’l-İslâm”ın yanında “Dâru’l-Adl” diye de adlandırdıklarını belirtir. (İstanbul, 1976, III/512)

Hangi adalet?

Adalet yorumlarımız, neredeyse saatlerimize benziyor. Çoğu saatler zamanı başka başka gösterir ve herkes kendisininkine itimat eder. Oysa içinde bulunduğumuz tam zamanı bilmeliyiz. Dikkat etmek gerekir ki adalet, sadece fıkıh terazisi değil, aynı zamanda insanın vicdan ve gönül terazisidir. Günümüzde adil olmayı, yaptırım gücü olan hukukî bir konu gibi algılayabiliyoruz. Mesela mahkemedeki şahitliğimiz esnasında doğru söylememiz adil olmamızı yeterli kılıyor gibi düşünüyoruz…

Oysa adalet kavramının pek çok farklı açılımları vardır. Mesela, Kınalızâde Ali Efendi’ye göre adalet üç kısımdır:

1. Allah Tealâ’ya kulluk etmek. Kullukta sahibinin hakkını gözetmek vardır. Her insanın Yaradanına karşı borçlu olduğu bu kulluk vazifesini yerine getirmesi vaciptir.

2. İnsanların hakkını gözetmek.

3. Vefat eden geçmişlerin hakkını gözetmek, yani onların borçlarını ödemek ve vasiyetlerini yerine getirmek.

Adalet kavramı sadece başkası veya herhangi bir eşya hakkında değil, kendi varlığımız hakkındaki hükümlerle de ilgilidir. Öncelikle kendimize karşı adil olabilmeliyiz ki bizden kainata adalet yayılsın. Hayatımızda, duygu ve düşüncelerimizde dengede durabilirsek, aşırılıklardan uzak bir şekilde orta yolu gözetebilirsek adaleti sağlayabiliriz. Ahmet Rıfat’a göre, “kötülükten arınmış bir vicdanın ifrat ve tefritten uzak olarak itidal çizgisinde gördüğü her nevi meşru (şer’î) hareket” insanın adil olduğunu belirler. (Tasvir-i Ahlâk, 21-22)

Mutlak Adil

Adaletin kaynağı Allah’tır. Biz kullar adaletin ne demek olduğunu ancak O’ndan öğrenebiliriz. Sonsuz adalet ve merhamet sahibi olan Rabbimiz’in yarattığı her olay, verdiği her hüküm insanlar için en hayırlı ve en güzel olan değil midir? Olumsuz gibi görünen hadiselerde bile hayır, güzellik ve hikmet vardır. Allah Tealâ bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirir: “…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır. Ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Kendisi mutlak adil olan Allah Tealâ insanlara da ilâhi kelamında adaleti emretmektedir:

• “Hükmettiğin zaman onlar arasında adaletle hükmet. Şüphesiz Allah adil davrananları sever.” (Maide, 42; ayrıca bkz. Hucurat, 9)

• “Allah insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58)

• “Ey iman edenler! Bir millete olan öfkeniz, sizi adaletten alıkoymasın. Adil olunuz!” (Maide, 8)

• “Muhakkak ki Allah Tealâ adaleti, ihsanı (iyilik yapmayı) ve akrabaya muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder.” (Nahl, 90)

Takvanın anahtarı

Adalet sahibi olabilmemiz ve sonuçta faziletler deryasında mutlu olabilmemiz için üç temel dinamiğe ihtiyacımız vardır. Akıl faktörü açısından hikmet sahibi, gazab anında şecaatli yani cesaretli ve şehvetimizin yönlendirmelerine karşı iffetli olmamız bizleri mutlak adaleti kavramaya ve yeri geldiğinde uygulamaya doğru götürecektir.
Herkesin hakkına riayet etmek, çevremizdekilerin hakkını hakkaniyetle teslim etmek, herkes hakkında doğru hüküm vermek ve böylece haksızlıktan uzaklaşmak, düzenli ve dengeli davranmanın bir sonucu değil midir? Hak konusunda rikkat düzeyinde kılı kırk yaran bir düşünüşe kavuşabilen insan, aynı zamanda takvaya ulaşmış sayılmaz mı?

“Adil davranın, takvaya yakışan budur. Allah’tan korkun, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8) ayetinde de buyrulduğu üzere, adalet ile takva kavramları arasında organik bir bağ vardır. İbn-i Hacer Askalânî’ye göre adalet, ancak takva sahibi insanların ilişkileriyle anlaşılabilir. Takva ve mürüvvete bağlanmayı sağlayacak bir melekesi olan kimse adil olabilir. (Nuhbetü’l-Fiker Şerhi, s. 34).

Mülk O’nun ise, biz hangi mülkümüzden bahsedebiliriz ki? Susmanın anlamını öğrenebilirsek, varlıklı olma yarışında zaman zaman yaptığımız haksızlıklardan uzaklaşabilir ve takva kapısını aralayabiliriz. Bu kapı bizleri hikmet ve irfana teslim olmaya götürecektir.

Nefsimizi hesaba çekerek

Kişi, adaletsizlikle başkalarına zulmedeceğine kendi nefsiyle uğraşsa insanlığa doğru adım atmış olacaktır. (Mesnevi, s. 367). İnsanın dağlara verilen emaneti üstlenmesi boşuna değildir. İnsanın Cenab-ı Hakk’ın adalet elbisesini giyebilmesi için, öncelikle kendi kusurlarını görmesi ve onlar üzerinde yoğunlaşması gerekmektedir. Eğer insan kendisini iyi ve yeterli görürse kendisinden bihaber olacağından dolayı sonsuzluğa giden ilâhi yolda ilerleyemez.
Sürekli olarak nefsimizi kayırdığımız için Allah’a ve diğer insanlara karşı adaletli davranamıyoruz. Sonunda nefsimiz bizi bizimle baş başa bırakabiliyor ve Allah’tan ve O’nun mübarek kullarından uzaklaşıyoruz.

Bu konuda Avn b. Abdullah rh.a. Hazretlerinin hata ve günahlarını hatırlayıp ağlayarak pişmanlığını dile getirme şekli bizler için örnek olmalıdır:

“Vah, yazık bana! Bana ne oldu da ben bu kadar hata ve günahı işledim. Halbuki ben o hatayı işlerken Rabbimin nimetleri içerisinde idim. Günahımın bir anlık lezzetine aldandım. O lezzet gitti. Şimdi onun mesuliyeti kaldı. Kaybolmayacak; her şeyin inceden inceye tespit edildiği amel defterime yazıldı. Yazık bana, Allah’tan utanmadan bu işi yaptım. Nefsime uydum. Bu nefs ne acayip bir düşman! Ben hatamı düzeltmeye çalışıyorum. O ise beni tekrar günaha çağırıyor. Ben ona insafla, adaletle davranmak istiyorum, ama nefsim bana insaf etmiyor. Devamlı beni Rabbimin rızasından çıkarmak için uğraşıyor. Benim helâkimi, dünya ve ahiret saadetimi çalmak istiyor. Ya Rabbi! Nefsimi bana musallat kılma. Ona karşı beni yardımsız, yalnız bırakma. Nefsim bana acımıyor. Bana sen merhamet eyle. Ondan beni muhafaza eyle.”

‘Adalet mülkün temelidir’

İdarî makamlar, haksızlıklarla karşılaşılabilen yerlerdir. Makam sahibinin ilâhi imtihanı, adaletle hükmetmesidir. Emrimiz altındakileri yönetiyor olmamız zaman zaman nefsimize hoş geliyor, gururumuzu okşuyor olabilir. Ama idareciliğimiz öte dünyamızı kaybetmemiz sonucunu da doğurabilir.

Makam sahipleri adalet konusunda Peygamber s.a.v. Efendimiz’in hadis-i şerifindeki şu uyarısına her zaman dikkat etmelidirler: “On kişi üzerinde bile olsa yöneticilik yapmış olan her insan, kıyamet gününde Allah’ın huzuruna elleri boynuna bağlı olarak gelir. Sonra da ya adaleti sayesinde kurtulur veya haksızlık etmiş olduğu için mahvolur.” (İbn Hanbel, Müsned, II, 431)

Peygamberimizin adaletle hükmeden yöneticilere pek çok müjdesi de vardır:

• “Kıyamet gününde insanların Allah Tealâ’ya en sevgili olanı ve Allah’a en yakın bulunanı adil devlet başkanıdır.” (Tirmizî, Ahkâm, 4)

• “Hükmünde, yönetimi ve velayeti altındakiler hakkında adil davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.” (Müslim, İmâre, 18)

• “Adil devlet başkanı ve idareciler mahşer yerinde Allah’ın yüce lütfuna ve himayesine mazhar olacakların öncüleridir.” (Buharî, Edep, 36)

Taberânî’de geçen bir başka hadis-i şerifte ise Efendimiz s.a.v., “Hak ve adalet üzere bir gün hakimlik yapmayı, bir sene devamlı Allah yolunda savaşmaktan daha çok severim.” buyurmuşlardır. Hadis metninde görüleceği üzere adaletin uygulanması, cihattan daha önemlidir. Bu noktada Hz. Ömer r.a.’ın “Adalet, mülkün temelidir” sözü daha iyi anlaşılmaktadır.

Eğer adaletle hükmedemiyorsak bırakalım her türlü makamı… Tanıştığımız insanların sayısının çok fazla olması, hatta bunlardan bir kısmının toplumda hatırı sayılı kişiler olması bizlere sahte güven duygusu verebilir ama eğer ilişkilerimizde haksızlık yapıyorsak, tüm insanlarla birlikte olmaktansa, adaletli davranıp tek başımıza kalmayı tercih etmeliyiz.

Dünyanın Direği

İslâm, adalet konusunda sadece Allah için hareket etmemizi, birbirimizle olan münasebetlerimizi Allah’ın rızasına uygun bir şekilde düzenlememizi ve yine Allah için doğru şahitler olmamızı emretmektedir. Yeryüzünde adaleti gerçekleştirme görevi müslümanlara yüklenmiştir. İslâm ümmeti bu ilâhi emri yerine getirdiği dönemlerde yeryüzü adaletle dolup taşmıştır.

Avrupa’ya medeniyeti taşıyan müslüman Türkler, işlerini hakkaniyetle yapmaktaydılar. Yusuf Has Hacib’in 1069 yılında yazdığı “Kutadgu Bilig”e (Mutluluk Bilgisi) göre, Türk-İslâm kültürünün temel ilkelerinin nirengi noktasını ‘könilik’ yani adalet oluşturur. Bu kültür üçgeninin köşeleri ise, ‘kişilik’ (insanilik), ‘uzluk’ (yararlılık) ve
‘tüzlük’tür (eşitlik).

Adalet yeryüzündeki varlığımızın garantisidir. Osmanlı dünyaya adaleti sayesinde yüzyıllarca hakim olabilmiştir. 1300’lü yıllarda Gırnata’da bir üniversitenin giriş kapısının muhteşem kitabesinde Yusuf Ebu’l-Hallac’ın dünya hayatının dört direği hakkındaki hikmetli sözleri bir bakıma bu hakikatin altını çiziyor:

“Hikmet sahiplerinin taşıdığı ilim, yetkili kimselerin göstereceği adalet, iyi ve salih kimselerin duası ve yiğitlerin cesaretiyle dünya ayakta durur.”

Adil bir dünya için

Adaletin küçüldüğü ülkelerde, büyük olan artık suçlulardır. Dinî değerlerimiz kan kaybettikçe hayatımızı yaşanılır kılan sanatlarımız canlılığını yitirecek ve sonuçta törelerimiz gerilemeye başlayacaktır. Adalet kavramının buharlaşmasıyla törelerinden uzaklaşan halk çaresizlik içinde kalır. İşte bu noktada kaos ortamı oluşur ve millet yıkılmaya yüz tutar.

Yaşadığı coğrafyada milletini diriltmek isteyen Muhammed İkbal, gelecek tasavvurunu ilk dört halifenin belirgin özellikleri üzerine inşa etmiştir. Hac dönüşlerinde Hindistan hacıları, İkbal’i ziyaret ederek ona hediyeler getirmişlerdir. İkbal de hacılara getirdikleri hediyelerden dolayı teşekkür eder ve sonra onlara şunları söylemekten de kendini alıkoyamaz:

– Hediyeleriniz için size teşekkür ederim. Ama getirdiğiniz hurmalar ve zemzemler birkaç güne kalmadan bitecek; takke ve tesbihler de bir müddet sonra eskiyeceklerdir. Keşke bunların yerine oralardan bize, Hz. Ebubekir’in sadakatini, Hz. Ömer’in adaletini, Hz. Osman’ın hayâ ve hilmini, Hz. Ali’nin ilmini getirseydiniz de bunlarla yeni bir Pakistan inşa etseydik.

Çünkü İkbal’e göre kendi değerini bilen inanmış insan, halife sıfatıyla insanlığın adalete kavuşmasını sağlama istidadına sahiptir: “Günlerin, zamanın çehresi senin varlığınla şeref ve tazelik kazandı. Cihanda kavimlere adalet dağıtan sensin.” (Rumuz-i Bîhodî)
Kanun Önünde Herkes Eşit

Günümüzün hukuk sistemlerinde topluma hakim olan belirli sınıflar için dokunulmazlıklar söz konusu olduğu halde İslâm Hukuku’na göre hiç kimsenin bir ayrıcalığı yoktur. Çünkü İslâm’da adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmayı gerektirir.

Bunun için İslâm, toplum içinde yaşayan bütün kesimlerin birliğini sağlayan prensipler koymuş, ümmetin güvenliğini garanti altına alan bir düzen kurmuştur. Bu düzenin temel dinamiği şu ayet-i kerimedir: “Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutarak Allah için şahitlik edenler olun. Kendinizin, ana ve babanızın aleyhinde bile olsa (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar adaletten ayrılmayın. Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Adaleti yerine getirebilmek için heva ve hevesinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 135)

Bir gün Mahzumoğulları kabilesine mensup eşraftan Fatıma adında bir kadın hırsızlık suçlamasıyla Peygamber s.a.v. Efendimiz’in huzuruna getirilmişti. Kadının elinin kesilmesine hükmedildi. Fakat daha önceki uygulamalara göre Kureyş kabilesinden olan asil bir kadına, suç işlemiş olsa bile, böyle ceza verilemezdi. Hükmün infazının durdurulması için Kureyş’in ileri gelenleri Hz. Peygamber’in çok sevdiği Üsame b. Zeyd r.a.’ı araya koyarak bu kadının affedilmesini istediler. Üsame’nin böyle bir talepte bulunması Hz. Peygamber’e çok ağır geldi. Hemen ashabını mescitte toplayıp bu konuda onlara şöyle hitap etti:

– Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzadeleri bir hırsızlık yaptığı zaman onu affeder, zayıf ve kimsesizleri bir şey çalarsa onları cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, böylesine kötü bir hırsızlığı Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle onun da elini kestirirdim. (Müslim, Hudûd, 2)
Devlet Başkanı Bile Olsa

Adaleti bütün cihana yayılmış Halife Hz. Ömer r.a., hilafeti döneminde ashaptan Übey b. Ka’b ile aralarında bir konuda anlaşmazlık meydana gelmiş ve bu anlaşmazlığı çözmek üzere birlikte o dönemin Medine kadısı olan Zeyd b. Sabit’e gitmişlerdi. Kadı olan Zeyd hemen devlet başkanı olan Hz. Ömer’e karşı saygılı davranıp onun oturması için yere bir minder sermişti. Fakat adalet timsali Hz. Ömer bu davranış karşısında şöyle demişti:

– İşte bu davranışın, şimdi vereceğin hükümde yaptığın ilk adaletsizliktir. Ben davacımla beraber aynı yerde oturacağım.

Sonra davacı Übey b. Ka’b davasını ileri sürünce Hz. Ömer bu iddiayı kabul etmedi. Bu durum karşısında Hz. Ömer’in yemin etmesi gerekiyordu. Kadı Zeyd b. Sabit, Übey’e şöyle dedi:

– Gel Halife’yi yemin ettirme, onu bundan muaf tut. Davacı olduğun kişi bir başkası olsaydı sana böyle bir feragatten söz etmezdim.

Bu teklifi duyan Hz. Ömer son derece kızarak böyle bir ayrıcalığı kabul etmeyip derhal yemin etti. Sonra da Zeyd b. Sabit hakkında şunu söyledi:

– Halife ile herhangi bir müslüman hakkında eşit davranmasını öğrenmedikçe ona dava götürülmemelidir.



Ahmet ALEMDAR