๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 31 Ekim 2010, 18:42:58



Konu Başlığı: Hakimiyet ve Üslûp
Gönderen: Zehibe üzerinde 31 Ekim 2010, 18:42:58
Hakimiyet ve Üslûp

Mahmud Rifat Kademoğlu


Milli hakimiyet, devlet hayatında milletin belirleyici olduğunu ifade etmek üzere ortaya sürülmüş bir prensiptir. Toplumsal hayatı izah gayesiyle millet kavramı farazi bir kişilik olarak tasavvur edilmiş ve insanların güvenlik vedüzeni sağlayabilmeleri için elzem olan üst irade ona atfedilmiştir. Tarihi süreç içinde bunda monarşik siyasi yapılanmanın reddi yolunda bir vurgu söz konusudur. Böylece belirleyici irade hükümdardan alınıp topluma izafe edilmek istenmiş; bunda da ferdiyetçilik gibi, sosyal mukavele teorisi gibi yakın çağ Batı düşüncesinde yer tutan görüşlerin önemli bir rolü olmuştur. İnsanı merkez ve kaynak kabul eden ve beşeri olanı tebcil eden anlayış, bu prensibin su yüzüne çıkmasında da temel teşkil etmiştir.

Hakimiyetin; hükümdara, bir zümreye yahut da demokratik anlayışa yatkın olarak bütün bir topluma mal edilmesi, temelde insana izafe olunmasıdır ve bu açıdan aralarında mahiyet farkı yoktur. Aralarındaki fark, kamusal alanda üst irade bağlamında, beşeri olanın ortaya çıkarılması hususunda yöntem ayrılığıdır. Yani rejim meselesinden ibarettir.

İslâmın devlette; şekle, sisteme ve netice itibariyle rejim meselesine ilişkin tavır koymadığı ve bu konu ile doğrudan ilgili herhangi bir model öngörüsü bulunmadığı bilinmektedir.

İnsan için önemli olan, somut anlamda onun yaşayışını düzenleyen kurallardır; devletin insan hayatına yansıyışıdır; adalet ve ihsan esaslarının yasal ve fiili anlamda ayakta tutulması ve geçerli kılınmasıdır. Bir kelime ile meşruiyettir. Bu bakımdan bunun nasıl sağlanacağ hususu İslâmda; şekil, usul, yöntem ve rejim bağlamında bir formüle bağlanmamış ve bu konu meşruiyet için belirleyici değil tali bir mesele sayılmıştır. Zaten meşruiyeti, mahiyeti itibariyle şekle irca etmek mümkün değildir. Zira bu, onun, kayıt ve şarta bağlanması ve neticede başarılma şansının daraltılması; akıbetinin de belirsizliğe çekilmesi olurdu.

Hangi yöntem ve usulle olursa olsun önemli olan meşruiyetin gerçekleşmesi ve adaletin sağlanmasıdır. Muteber sayılan rejim ve sistemler, zulüm ve adaletsizliği mazur ve geçerli gösteremeyeceği gibi; insanların özlemi olan meşruiyeti ve adaleti sağlayan herhangi bir yönetim de, şekil ve usul bağlamında vasfı ne olursa olsun ancak saygı ve takdir ile karşılanır.

Tarih, İslâmın bu yaklaşımındaki isabeti doğrular. Onun verilerine göre toplum hayatında ve devlet bağlamında adalet ve ihsan esasları ve insan haysiyetini yüksek tutan başarılı bir uygulama; şekle, sisteme ve rejime indirgenemez. Gerçekten de, hükümdarlık yönetiminde insanlık için çok parlak dönemler idrak edilebilmiş, buna karşılık hakimiyetin millet adına kullanıldığı ve demokratik olduğu iddia edilen bazı yönetimlerde çok zalim ve bedbaht uygulamalara şahit olunmuştur. Bunun aksi de varittir. Netice itibariyle, sistem ve rejimin şöyle ya da böyle olmasının, yasal muhtevanın kalitesini belirlemediği ve bunun meşruiyet ile adaletin ayakta tutulmasında ve başarılı bir devlet yönetiminin ortaya çıkmasında tayin edici olmadığı bir vakıadır.

Şekli ve rejimi ne olursa olsun, toplumun yönetim yapılanmasını ifade eden devlet beşeri bir kurum olduğundan onun kurucu unsurlarından hakimiyet kavramının da elbette insana bir nisbeti söz konusudur. İnsan ve toplum için devlet kavramı bağlamında geçerli kılınan üst iradenin ortaya çıkarılması, benimsenmesi ve kamu erki ile desteklenmesinde elbette insanın seçimi vardır. Buradaki insiyatif bizzat öngörerek ya da itaat ve teslimiyet şeklinde zımnen rıza göstererek ifade edilmiş olabilir. Farketmez. Her halükârda olay insanla ilgilidir; onun tarafından benimsenip değerlendirilmekte yahut da bu konuda o, lehte veya aleyhte tavır koyarak olaya kendi meselesi gözüyle bakmaktadır. Onun, her zaman devletle ilgili ihtiyaç ve beklentileri vardır; bu yolda iddiaların sahibidir ve olayın asli muhatabı da bizzat kendisidir.

Doğrusu devlet adına ortaya konulan beşeri tasarruf esas itibariyle insan amelinin kamusal alanda tezahür eden bir yansımasından ve onun nitelikli bir tarzından ibarettir. İnsan ameli ile devlet vakıasında zuhur eden beşeri inisiyatif özü ve mahiyeti itibariyle farklı şeyler değildir. Bu bakımdan insanın ameli, ona, ne anlamda ve hangi vecih ile aitse; devletin de insana ve onun topluluğuna nisbeti aynı esasa dayanır.

Amelin mahiyeti ve insana bağlanan istek ve irade sıfatlarının gerçek anlamı gibi meseleler onun, kulluktan ibaret olan konumu ve yapısı ile ilgili konulardır. Bunlarla ilgili yorum ve içtihatlar (görüşler) bir yana; insan ameli, dünya hayatında ahlâki ve fıkhi anlamda sorumluluğa ve birtakım hükümlere bağlanmıştır. Bunun ötesinde, amelin, aynı zamanda uhrevi planda da kaçınılmaz sonuçları olacağı bildirilmiş ve insanın amelleriyle nihai anlamda kendisi için kesbedilmiş bir hüviyet oluşturduğu açıklanmıştır.

Devlet uygulamalarının da insan amelinin mevsuf bir tarzı olarak sorumluluk açısından tamamen insana (tabii yönetici durumda olana) ait olduğu şüphesizdir. Devlet adına ortaya konanın, ister bir kişinin isterse bir heyetin kararı ile şekillenmiş olsun, elbette sorumluluğu vardır. Üstelik bütün bir toplumu ilgilendiren kapsamlı sonuçları olduğu için bunlar, öncelikle ve bilhassa ahlaki ve fıkhi değerlendirmeye tabi olmak ve bu yolda inceden inceye sorgulanmak gerekir.

Kısaca şunu ifade edebiliriz; devlet fonksiyonlarının işletilmesi ve onun asli unsuru olan hakimiyetin kullanılması, şüphesiz insan eliyle olmaktadır. Sorumluluğu da tamamen insana aittir. Bu yönüyle bakıldığı zaman da hakimiyeti insana izafe ederek anlamlandırmak yeterli görülebilir. İlk bir gözlemle vakıayı böyle resmetmek mümkündür.

Ancak, burada, iman edenler için bir üslup sorunu vardır. Vahyin gerçekliğini tasdik eden iman sahipleri için özel ve kamusal alanları ile bütün bir hayat planında kendileri için tek ve aslî müracaat kaynağı ilâhî hikmettir; Allah'ın dinidir. Öyle ki, en bütünleyici ve en kapsamlı disiplin olan din, hiçbir kayıt ve kısıtlamaya tabi olmaksızın bilfiil hayatın içinde olmalı ve gerçeklenmelidir. Önce ilke ve şiar düzeyinde, sonra da yasal planda taalluk ettiği (aslî ve ferî) bütün konularda dini meşruiyet geçerli kılınmadıkça bu mümkün olamaz. İman sahipleri için özellikle devletin bu yapının dışında kalması tasavvur bile edilemez, zaten mümkün de değildir.

Hakimiyetin iman sahipleri tarafından kullanılması halinde, onların inisiyatiflerini inancın geçerli kılınması ve dinin bütünü ile ikamesi yolunda kullanacakları doğaldır. Burada, dinin kabulü ve yürürlüğe konulmasında elbette tamamen beşeri bir seçim ve teşebbüs söz konusudur. Ama insan eliyle hükümran kılınan din, mefhumu ve muhtevası itibariyle ilâhi kaynaklıdır; vahye dayanan (beşer üstü) gerçekliği temsil etmektedir. İnsan tarafından iman ile kabul ve tasdik görmüş, fakat asla onun nefsinden kaynaklanmamıştır. Bu sebeple insana izafesi söz konusu olamaz.

Hakimiyeti kullanan insan, bunu Allah'ın dinini ibka yönünde değerlendirmiş ve neticede mefhum ve muhtevası ile ilâhi mahiyette olanı seçmiştir. Böylece yürürlüğe konulan, bizzat onun tarafından öngörülmüş, şekillendirilmiş ve belirlenmiş olmadığından; insanın onun hakimi olduğundan da elbette söz edilemez. Dinin vazıı Cenabı Hakk'tır; insan için ancak ona inanmak ve sâlik olmak vardır. İnanarak kabul etmek ve sâliki olmak ise ona "hakim" olmak anlamına gelmez ve böyle bir üslupla fade edilemez. Meşruiyetin muhteva itibariyle; hüküm yönünden belirlenişi ilâhi kaynaklıdır. Onun kural ve düzen olarak vazıı da, hakimi de sadece ve sadece Cenabı Hakk'tır. Yasallığı tayin eden üst irade ancak ve yalnızca O'na izafe olunabilir. Doğru ve geçerli olan üslup bundan ibarettir.

Vahiy, haddizatında insanda fıtri olanı, bu anlamda varoluş bilgisini ortaya çıkarır ve teyid eder. Selim akıl sahiplerinin hayatı ve varoluşu doğru okuyuşları sonucu idrak ettikleri ilâhi gerçekliğin ve bu bağlamda geçerliliğini sezdikleri üst irade ve ilâhi rızanın; emin bir elçilik yoluyla, mesajı ulaştıran melek ve peygamber tarafından, herkes için kolayca anlaşılabilir açık ve doğrulanmış bir bilgi halinde izharıdır.

Âfakta (dış dünyada, insanı kuşatan her şeyde) ve enfüste (insanın benliğinde, iç âleminde) insan tarafından gözlenen her şey birer âyettir; (41/53) objektiviteyi ve kayıtsız-şartsız geçerliliği haiz üst iradenin ve ilâhi düzenin birer işaretidir. Vahiy, bütün evrende her ân müşahede edilen bu ilâhi işaretleri doğru anlamlandıran selim akıl sahiplerinin bu yolla kavuştukları bilgelikleri ve hayat kültürleri ile de örtüşür; şahsi ve tarihi her seviyede tecrübe ile doğrulanır. Kısacası o insan için yabancı ve uzak bir şey değildir; ama gene de insanı aşan ve zaman-mekan boyutlarının üzerinde olan ilâhi kaynaklı bir olgudur. Ezelden âhirete ve likâullaha uzanan işaretlerle yüklü, ufuk açıcı nitelikte, yüksek ve vehbi bir bilgilendirme olayıdır. Bu hüviyetiyle de insan aklına ve gönlüne hitab eder ama -hâşâ- insandan kaynaklanmaz. İnsan ancak ve sadece onun muhatabıdır.

Dini yaklaşım, insanı Rabbine olan kulluk bağımlılığı içinde ele almasıyla ve onun Rabbi ile doğrudan ilişkisini ortaya çıkaran bir üslub ile dikkati çeker. Sebeplerin tek tek tahlili ve terkip işlemlerine öncelik vermek yerine üst ve hakiki bağlantıya, gaî değerlendirmeye ve nihai hükme dikkatleri çeker. Pozitivist anlayış yerine sezgi (entüisyon) metodu ile bütün anlama cehdine önem verir. Bu anlayış ve yaklaşım farkı terminolojide aksini bulur; iman şuurunu ve edebi yansıtan bir üslub ile tezahür eder.

İstek ve iradesi, yaratma ve kudreti, hüküm ve takdiri her şeyi kuşatan Rabbi karşısıda; bu esma ve sıfatlarla O'na iltica eden ve ibadette bulunan insan, bunu yaparken kendinde bir varlık görürcesine iltibasa yol açacak bir terminoloji ve üslup kullanmaktan sakınır; bunu saygı ve edebe aykırı bulur. Özellikle adalet, ihsan, hikmet, hak ve hukuk gibi üst değerleri, esasen öyle olduğu üzere, Cenabı Hakk'a izafe etmeye titizlik gösterir. Kamusal plan için bu vadide daha da hassas ve dikkatlidir.

Vahiy kavramına yabancı olanların, bu hassasiyeti ve iman sahiplerinin mefhum disiplinini (terminolojilerini) anlamaları kolay değildir. Bu yolda mevcut üslup inceliği, onlara bir fantezi gibi gözükebilir. Vahyin mahiyetini bilmeyenler menşei itibariyle ilâhi olanı da ayırdedemezler. Bu yüzden de hakimiyetin ilâhi kaynağa izafesi onlar için anlaşılmazdır.

Oysa insanın iman etmesi, aynı zamanda hakimiyet bağlamında dini meşruiyeti kabulü demektir. Hidayete kavuşup dine bağlanmak, hakimiyetin kullanımında da dini mahiyette tercihte bulunmak anlamına gelir. İslâmın kabulü; beşeri inisiyatifi, her düzeyde bütün sonuçları ile birlikte onu ilke edinme yolunda kullanmaktır.

İnsan yükümlü olduğu imana kavuştuğu zaman, bunun şerefi de; mükafatı ve olumlu sonuçları da onundur. Bu aynı zamanda, hakimiyet bağlamında dini meşruiyeti benimseme gereğini de içeren bir sorumluluktur. Çünkü o yaratılıştan dini meşruiyeti, özel ve kamusal bütün bir hayat planı için ilke edinmek ve seçimini bu yolda ortaya koymak yükümlülüğünü taşır. Hatırlamak üzere tekrarlayalım ki, bu yükümlülük sadece zihinsel bir tasdik ve imandan ibaret de değildir. O meşruiyeti aynı zamanda somut planda, bilfiil hayatın içinde, bizzat yaşayarak, amelleriyle de gerçeklemek ve imanını davranış ve eylem olarak salah ifade eden bir çizgide teyid etmek durumundadır. Yani sahih ve gerçek olanı ilke edinmek yükümlülüğü aynı zamanda onu uygulama sorumluluğunu da ihtiva eder ve böylece tamamlanır. Kısacası özel alanda olduğu gibi hakimiyet bağlamında da insan hem doğru ilkeyi benimsemek ve hem de onu bütün kamusal tasarruflarında uygulayarak gerçeklemek mükellefiyeti altındadır ve bundan da sorumludur.

İnanan insan, kamusal alanı ilgilendiren, üst irade adına ortaya koyduğu bütün iş ve tasarruflarında kendi adına değil, Allah'ın dinine atfen, ona müracaat ederek hareket eder. Fakat onu kaynak aldığı için bu, asla -hâşâ- Allah'ı temsilen hareket ettiği anlamına gelmez. O nihayet imanlı bir insan olarak ilâhi kaynağa başvurmuştur. İlkeyi anlayış tarzının ve uygulamaya koyuşunun sorumluluğu tamamen kendine aittir. Yasama çerçevesine giren tasarruflarının; hükumet siyaseti ve icrai mahiyette uygulamalarının; idari karar ve işlemlerinin ve hatta yargı düzeyinde faaliyetlerinin bütün mesuliyeti kendisine racidir. Kaynak ve esas alınan ilke ilâhi de olsa bunu tatbikata dönüştüren odur ve yapılan sırf beşeri bir iştir.

Allah'ın iradesi konusunda açık bilgi insanlara vahiy yoluyla ulaştırılmıştır. İbadetlerini nasıl yapacakları ve ilâhi hoşnutluğa hangi yollarla kavuşacakları hususunda insanlara rehberlik eden bu mesaj, meşruiyetin yegâne kaynağıdır ve aynı zamanda düzen ve barışın şartlarını da işaret etmiştir. Herkesi, bizzat kendi selametleri için Allah'ın hidayetine ve teslimiyete davet eden üst irade böylece ortaya konmuştur.

İnananlar için bunun ötesinde bir hakimiyet arayışı; bu çerçevede mahrecini bulmayan bir istek ve irade yoktur. Allah'ın dinine sâlik olmuş bu insanlar, her şeyi en doğru şekilde isimlendirmeyi bilirler. Üslupları bellidir; oturmuştur ve bu konuda bir meseleleri de yoktur.