๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 15 Ekim 2010, 11:30:19



Konu Başlığı: Hak dinden uzaklaşınca ne olur?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 15 Ekim 2010, 11:30:19
Hak Dinden Uzaklaşınca Ne Olur?  


Allah Tealâ, yarattığı her çocuğun kalbine, yaratıcısına inanma duygusunu yerleştirmiştir. Her insan Allah'a inanmaya ve dindarca bir hayat yaşamaya meyilli olarak dünyaya gelir. Çocuk, yaratıcısını bir ispata ihtiyaç duymaksızın, bir bedahet olarak kabul eder. Bu hakikati beyan etmek üzere Cenab-ı Allah Kur'ân-ı Hakîm'de şöyle buyurur: "O hâlde sen bâtıl inançlardan uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm'a yönelt! Yani Allah'ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et! Allah'ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler."1 Bu âyet-i kerîme beşer nefsinin fıtratıyla İslâm dininin mahiyetini birbiriyle sıkı bir şekilde irtibatlandırmaktadır. Bunların her ikisi de Allah'ın eseridir. Her ikisi de varlığın kanunu ile tam uyum içindedir. Gerek insan fıtratı, gerek din, mahiyetinde olduğu gibi, gidişatında da, diğeri ile tam uyum içindedir. İnsanın kalbini yaratan, onu kendi hâline bırakmamış, inanç, düşünce ve davranışlarında rotasını çizmesi için, kendisine bu dini göndermiştir.

Hastalandığında tedavisini sağlayacak ve kendisini her türlü sapmadan koruyacak özellikleri de bu dine vermiştir. Zîrâ yarattığı mahlûku, her yönü ile mükemmel tarzda bilen, ancak Allah'tır. 2 Fıtrattan bir sapma olursa onu düzeltecek olan, fıtratıyla uyum hâlinde olan bu dindir.3

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu âyeti bir yönden tefsir ve hakikati beyan etmek üzere şöyle buyurur:

كُلُّ مَوْلُودٍ يُولَدُ على الْفِطْرَةِ فَأَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ أَوْ يُنَصِّرَانِهِ أَوْ يُمَجِّسَانِهِ

"Dünyaya gelen her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne ve babası (kendilerine benzeterek) onu Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir."4 Bu hadîs-i şerîfe göre fıtrat, ilk yaratılışta Allah'ın insan tabiatına bahş ettiği Yaratıcı'yı tanıma eğilimidir, ruh temizliğidir. Maksat, onun olumlu kabiliyetlerle dünyaya gönderildiğini bildirmektir. İbn Teymiyye'nin vurguladığı gibi fıtrat "Müslümanlık" mânâsınadır. Zîrâ Hz. Peygamber'in, mezkûr hadîsinde, diğerlerine ilâveten "veya Müslümanlaştırır" dememesinden bu hüküm ortaya çıkmaktadır. 5 Bu gerçek, şu hadîs-i kudsîde de vurgulanır: "Ben bütün kullarımı "hunefa" olarak yarattım."6 Burada "hanif"likten maksat istikamet ve selâmettir.

İnsanlar genellikle beden bakımından olduğu gibi ruhî ve zihnî bakımdan da hissetmeye, algılamaya, doğru biçimde düşünmeye ve inanmaya elverişli olarak dünyaya gelirler. İslâm, Allah'ın insanlığa son mesajı olarak, O'nun varlığını ve birliğini tasdik doğrultusunda, hakka tam teslimiyet dinidir. Bütünüyle, insan ruhu ve sağduyusu ile uyum hâlindedir. Annesinden doğan her çocuk, bu duygu ile gözlerini açar. Çünkü onun ruhunda bu duygu ve bu maya konulmuştur. Dolayısıyla bu fıtratın, bütünüyle etkisiz hâle gelmesi düşünülemez. Olsa olsa üzerine bâtıl bir kılıf geçirilerek bir tarafa itilir ve tesiri azalır, üzeri küllenir; fakat tamamen yok olmaz. Bu duygu, dehşetli bir durumda, bir bedahet hâlinde ortaya çıkar. Mesela gemi ile denizde yol alırken fırtına çıkıp batma tehlikesi sırasında canlanır. "Denizde iken onları dağlar gibi dalgalar kapladığında bütün kalpleriyle yalnız Allah'a yalvarırlar. Fakat O, onları kurtarıp karaya çıkarınca bir kısmı işi gevşetir, imanla inkâr arasında ortada kalır. Bizim âyetlerimizi gaddar ve nankör olandan başkası inkâr etmez." 7

Fıtratta bu özellik bulunmakla beraber, onun insanı zorlayıcı bir tesiri yoktur. İnsan, yaratılıştan gelen bir duygu ile Allah'ın varlığını ve birliğini benimser, iyiliğe, fazilete ve hayra meyl eder. Fakat iyi bir terbiye almazsa, zararlı ortamlarda yetişirse kötülüklerden de etkilenir.

"Hayır! Gerçek öyle değil! Onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı." 8 İlâhî beyanı, kötülükleri işlemeyi hayat düzeni hâline getirmenin fıtratı değiştireceğini bildirmektedir. Bu âyeti açıklama sadedinde Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: "Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tövbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama döner tekrar yaparsa o leke büyür, nihayet bütün kalbini kaplar. İşte Kur'ân'da Yüce Allah'ın "Yapageldikleri kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı." âyetinde bildirdiği pas budur." 9 Şu hâlde Allah'ın temiz yarattığı fıtrat değişmez değildir. Onu aslına uygun tarzda devam ettirmek için gerekli ihtimam, dikkat ve bakım gerekmektedir. Onun için, İslâm ahlak bilginleri dinî ve ahlâkî kurtuluş için fıtratın tek başına yeterli olmadığını, hak dine, peygambere ve insanın aklını ve iradesini terbiye etmeye ihtiyaç bulunduğunu belirtmişlerdir. 10 Bundan ötürüdür ki, fıtratı koruyacak ve geliştirecek olan dindir. Din fıtratı değiştirmez, fıtrattaki saf ve temiz yapıyı geliştirir. Din de sadece fıtrattan kaynaklanmaz. İnsanı aşan bir vahiy olarak Allah tarafından gelip insan hayatına yön verir. Böylece din ile fıtrat birbirini tamamlamış olur.

Dinin insanlığın en temel, başta gelen ihtiyaçlardan olduğunu, beşer tarihinde birçok devirde ve birçok ülkede görmek mümkündür. İçinde yaşadığımız zamana en yakın olarak yirminci asırda dünyanın iki süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği dinsizliği rejim hâline getirmek istedi ve insanları dinden uzaklaştırmaya çalıştı. "Ateizm" dersini okullarda mecburî ders olarak okuttu. Fakat bu fazla devam etmedi. Beşer fıtratına aykırı olan bu ideoloji ve bu sistem, bütün dünyanın gözleri önünde, sultası altındaki yirmi kadar ülkede çöküp gitti. Onun eski nüfuz alanlarında insanlar bariz bir şekilde dinî inançlarına yöneldiler.

İnsandaki bu din duygusu kendisini hissettirir. Ama bu duygu kendiliğinden doğru mecrayı bulamaz. Onun içindir ki Allah'ın, değişmeyen hak dininin ölçülerine göre yönlendirmesi lâzımdır.

İnsan hayatın akışı içinde, elverişli ortamı bulamamama, iyi bir eğitimden mahrum kalma gibi sebeplerle yanlış yollara girebilir. Kabiliyetlerini, duygularını oralarda harcayabilir. Diyelim ki, din duygusunu görenekle tevarüs ettiği bir inanç sistemi ile tatmin etme alışkanlığını devam ettirebilir. Fakat reşit olduktan sonra hakikati araştırmak, taklitten kurtulup tahkike yönelmek adına din konusunda meydanda olan, insanlığın elindeki kutsal kitapları ve tebliğleri inceleyip, Allah'ın verdiği aklı kullanarak bir değerlendirme yapması gerekir. Ezcümle, Kur'ân bu konuda önemli prensipler bildirir. "Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi sorguya çekilecektir."11 Şu hâlde insan dâima hakikat peşinde, gerçek bilgi peşinde olacaktır. Tam bilgi edinmediği takdirde sorumlu olacaktır. "De ki: İddianızda tutarlı iseniz, delilinizi ortaya koyun!"12 "Onlara: ‘Gelin, Allah'ın indirdiği buyruklara tâbi olun!' denildiğinde: ‘Hayır, biz babalarımızı hangi inanç üzerinde bulduysak ona uyarız' derler. Babaları akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış olsalar da mı onlara uyacaklar?" 13 İnsan doğru düşünme yollarını gösteren bu metodları kullanarak inanma duygusunu gerçek ve en verimli mecrasına kanalize etmelidir. İnsan yaratılışındaki inanma, sevgi, korku, şefkat, inat, şiddet gibi duyguları ortadan kaldırmak mümkün değildir. Ayrıca bunları giderme, gerekli ve faydalı da değildir. Bilakis yapılması gereken iş, onların mecralarını değiştirmek, faydalı yönlere kanalize ederek o enerjilerden istifade etmektir. 14

Hakikati ortaya koyma iddiasında olan çeşitli ideolojiler, felsefeler, dinî inançlar vardır. Allah insanı mükerrem, şerefli15 , hatta eşref-i mahlûkat 16 olarak yaratmıştır. Onun içindir ki insan, hakikati aramaktadır. Bu arayışta bâtıl, istemediği hâlde kucağına düşüp, gerçek gibi görünebilir. Böyle bir durumda olan insana şefkatle yaklaşıp onu makul düşünmeye davet etmek uygun olur. Gerçeği araştırmasında matlup olan ilmî bir metod uygulaması gereklidir. İmam Gazzali'nin El-Munkiz mine'd-dalal eseri bu hususta pek güzel bir rehberdir. Yapılması gerekenleri o şöyle özetler: 1- Önce kesin bilgilere ulaşıp onlardan, o aksiyomlardan hareket etmek gerekir. Meselâ 10 sayısının 3 sayısından daha büyük olduğunu bilirsem, birisi çıkıp "Hayır! 3 daha büyüktür. Delilim de şu taşı altına çevirmemdir." dese ve gözlerimin önünde bunu yapsa bile, bu benim kesin bilgimi değiştiremez. 2-Taklidi bırakıp, tahkike yönelme. Gerçekleri kişilerle tanıyıp öğrenme yerine gerçeği bizzat tanımaya çalışma. Gerçeği tanıdıktan sonra onu bilen insanları da bulmak zor değildir. 3- Muayyen bilimlerde uzman olan bir kimsenin uzmanlığı kendi alanında geçerlidir. Yoksa başka sahalarda yanlış yapabilir. 4- Doğru ile yanlış yan yana bulunabilir. Yanlış ile beraber bulunması doğruya zarar vermez. Mahir olan tahkik ehli, doğruyu, bâtıllar arasından bulup çıkarmaya çalışır. 5- Matematik, mantık, astronomi, tıp ve diğer tabiat bilimleri, dinî meseleleri ispat veya reddetmez. Din de o bilimlerin delillere dayanan verilerini reddetmez. Fakat bu hususta iki zarar ihtimali vardır. Bazı kimseler bu bilimlerdeki uzmanların, dinî konulardaki görüşlerinin de geçerli olduğunu düşünüp: "Şayet din gerçek olsaydı, öylesine bilgin kişiler bunu görmemiş olamazlardı." diye onların tesiri altında kalmalarıdır. İkincisi: İslâm'ın cahil dostu. Onların dinî inançlarının yanlış olmasına bakarak her türlü görüşlerinin de yanlış olacağını ileri sürerek, kendi uzmanlık alanlarındaki görüşlerini de reddeder. Bu konularda onların maharetini bilenler, İslâm adına onların toptan reddedilmeleri karşısında, onun cehalete ve kesin ilmî verileri inkâra bina edildiğini düşünerek dinden uzaklaşırlar. 6- Hikmet, müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır. Kâfir insanın, bütün davranışları kâfir değildir, küfründen kaynaklanması gerekmez. Kâfirde bazı mümin sıfatlar da bulunabilir. 7- Bâtıl ve yanlış bir görüş iyi bir kimsenin kabulü ile doğru ve makbul bir hâle gelmez. Doğru bir fikir, güzel bir davranış, inancı yanlış olan bir gayrimüslimde de bulunabilir. İnsana düşen, gerçeği, kişilere bağlı olmaksızın alması, yanlış olanı ise, kimden gelirse gelsin reddetmesidir. 8-Yeterli özelliklere sahip olan insan, doğru hükme ulaşmak için, bütün vasıtaları kullanmalı, bulamadığı takdirde içtihad etmelidir. 9- Herhangi bir konuda, son derece geniş bir inceleme yapmadan kesin hüküm vermemeli. O şöyle diyor: "Herhangi bir ilmi, o ilimde en iyi uzman kişi seviyesine ulaşıp onu geçecek derecede bilmeyen kimse, o sahadaki aksak taraflara vâkıf olamaz. 17

Gerçeği araştırmada insanı bekleyen büyük tehlikelerden biri de şudur: "Görüşleri objektif, tarafsız inceleyeyim. Bütün iddiaları eşit seviyede tutayım. Gerçeğin ne tarafta olduğuna sonra karar vereyim." Oysa bu tutum her zaman isabetli değildir. Gerçekten bu noktada insan, tarafsızlık aşkına şeytana aldanabilir. Oysa hakla bâtıl konusunda tamamen tarafsız olmak makul olmaz. Meselâ kâinat vardır ve bunda kudret, ilim, sanat, hikmet, irade her taraftan tezahür etmektedir. Bunlar da bu nizamın bir Yaratıcı'sı olmasını gerektirir. Şimdi en basit bir masanın, bir saatin bile ustasız olamayacağını hayat boyunca tecrübe edip bilirken, bunlar hakkında ustanın varlığı ile yokluğunu eşit durumda düşünmezken, ondan yüzlerce defa daha harika olan kâinat nizamını incelemede, tarafsız muhakeme adına, Yaratıcı'nın varlığı ile yokluğunu müsavi saymak, asla makul olamaz. Şu hâlde, bütün tecrübe ve gözlemlerimiz Yaratıcı'nın varlığı yönünde olduğundan, bu yönde yeni bir delil bulursak, onlar da öbür delillere eklenmelidir. Yokluk tarafına delil ortaya çıkarsa, ancak o durumda o delil bir tarafa kaydedilebilir. Bu da pek varit değildir.

Keza Kur'ân muazzam bir eserdir. Kâinatın Yaratıcısı'na lâyık bir açıklamadır. On dört asırlık tecrübe de bunu göstermiştir. Milyonlarca âlim onun hak ve hakikati gösterdiğini tespit etmiştir. Ona uyanlar manen ve maddeten yükselmişlerdir. Böyle olunca ve bizim ferdî gözlem ve değerlendirmemiz de bu genel kanaate uyuyorsa, bu taraf ağır basmalıdır. Gerekçesi olmaksızın, olumsuz tarafı tutmak menfîliktir, münkirliktir. Faraza ona lâyık olmayan yönler bulunursa, ancak o takdirde, bu delil değerlendirmeye alınabilir. Yoksa, gerekçesi olmaksızın, Allah'ın sözü olup olmaması konusunda, iki tarafı eşit tutma adına, Kur'ân'ı yere indirip ortada bırakma, makul olamaz. Böyle yapınca, göğe layık olan ve gökte bulunan yıldızı yere indirdikten sonra, bütün deliller kuvvetinde bir tek kuvvet lâzımdır ki, onu semaya yerleştirebilsin. Bu da âdeta imkânsız bir şeydir. Objektif davranma düşüncesiyle hiçbir baba, "Çocuğum her şeyi denesin, kararını kendisi versin. Uyuşturucuları da denesin, o konudaki kararını tarafsız versin." demez ve dememelidir. Çünkü buna müptelâ olanın artık dönüşü kolay değildir. İnsan böylesi yanlışlardan çıkmakta zorlanabilir ve gerçeğe ulaşması güçleşir. Böylesi konularda ortak aklın ve tarihi tecrübelerin birikimini değerlendirmek akla en uygun yoldur.18

Aksi hâlde insan, hakikat çok yakınında iken, âdeta cebinde iken, onu uzaklarda arayan ve bulamayan biri durumuna düşer. Bazen gerçek dinin yaygın olduğu bir ortamda yetişmesi sebebiyle "onu nasılsa biliyorum" zannıyla aldanabilir. Bazen biraz bilmiş olabilir, ama şahsî yaşayışında hiç tecrübe etmediğinden onun içeriğini tatmaması sebebiyle ondan uzak kalmış olabilir. Böyle olunca yabancı diyarlardan gelen bir fikir veya bir inanç ona cazip gelebilir. Çünkü insanların birçoğu yeni ve alışılmamış olana ilgi duyar. Yahova şahitleri, Satanizm, reinkarnasyon, Moon tarikatı, scientology, yoga gibi inançlar bunlar arasındadır. Bunlar bizim insanımızın aklını tatmin etmekten ve duyularını doyurmaktan uzak inanç şekilleridir. Fakat geçici olarak onlara takılanlar bulunmaktadır. Bunlara takılanların çoğu, daha sonra devam etmeseler bile, büyük kayıplara uğramış, yıpranmış ve ne yapacağını şaşırmış olarak çıkmaz sokaklarda başı dönmüş bir hâle düşmektedir.

Devlet ve millete ait yetkileri kullananların, halkımızı bu çıkmaz yollara sürüklemeleri ve böylesi acı tecrübelere terk etmeleri büyük bir vebaldir. Bu kabil inançlar, millet olarak ayakta durmamızı, vatanımızın bekasını tehdit eden, verimsiz, ebter heveslerdir. İslâmiyet böyle geçici heveslerle değil, bin yıldan fazla bir zaman, asırlarca milletimizin tecrübe ettiği, yararlandığı, kendilerine dünya ve âhiret mutluluğu kazandıran bir din olmuştur. Bu dini uygulayarak milletimiz üç kıtada ilmi ile, ahlâkı ile, idare ve siyaseti, geliştirdiği medeniyeti, edebiyatı, kültür ve sanatı ile tarihteki şerefli yerini almıştır.

Misyoner faaliyetlerinden rahatsız olanlar milletin dinî inançlarını, İslâmiyet'e bağlılığını kuvvetlendirmeye çalışmalıdır. Yoksa toplum hayatında İslâm'ın ufak tezahürlerinden bile rahatsız olanların buna hakları yoktur ve onların misyoner çalışmalarından rahatsızlık iddialarında samimi olduklarını kabul etmek zordur. Allah, Peygamber, kutsal değerler, vatan, bayrak, ahlâk, âhirette hesap, kul hakkı, hak hukuk hiçbir değer tanımayan, sırf kendi maddî çıkarı, şehveti, kör hissiyatını tatminden başka düşüncesi olmayan anarşist ve nihilist nesillere milletin istikbalini teslim etmek istemeyen herkes, durum muhasebesi yapmak zorundadır.

Müslümanlık, milletimizi belirleyen unsurların en başında gelen bir-iki unsurdan biridir. Onun içindir ki, dinî fikirleri ile tanınmayan birçok Türkçü bile millî bekamızı sağlamak ve kültür istilâsından korumak için, halkımızın İslâmî duygularını güçlendirmek gerektiğini söylemişlerdir. Fransız İhtilâli sonrası Fransa'da Hıristiyanlığa inanmayanlar, kültür unsuru olarak Hıristiyanlığa taraftar olmuşlardır. Fransa'nın millî menfaatlerini düşünerek Hıristiyanlığa saygı göstermişler, bununla kalmayıp onun yayılmasını da arzu etmişlerdir. Diğer emperyalist Batı ülkeleri de böyle yapmışlardır. Milletimizin, İslâm'ın hesabına yazılan güzelliklerini terk edip milletimizi çıkmaz yollara sürüklemenin ne derece vahim olduğunu, inanç olarak İslâm'dan uzak olanlar bile görüp dile getirmişlerdir. Meseleye Türk milliyetçiliği açısından bakılsa bile, tarihte Müslümanlıkla Türklüğün nasıl ayrılmaz bir şekilde kaynaştığı görülmektedir. Türkler en verimli dönemlerini İslâm'ı benimsemelerinden sonra yaşamış, bütün kabiliyetlerini bu dönemde geliştirip serpilmişlerdir. Öyle ki Müslümanlığı bırakanlar Türklükten de uzaklaşmışlardır (Avrupa Avarları, Tuna Bulgarları ve Hazarlar gibi). Oysa Türkler dışındaki diğer ırklardan (Araplar dâhil) Müslümanlar yanında gayrimüslimler de bulunmaktadır.

Bununla beraber İslâmiyet'in gerektiği tarzda öğretilmesi, lâyıkı veçhile din eğitiminin verilmesi konusunu ciddi olarak ifade eden entelektüel kesim fazla değildir. Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in değerini lâzım geldiği gibi anlamayanlar, şunu iyice bilmelidirler: Müslüman, diğer din mensuplarından farklıdır. Diğer dinlere sahip olan bir insan, bir başka dine geçebilir. Başka bir Peygamberin rehberliğine girebilir. Peygamberi kabul etmezse de, birtakım erdemlere sahip olabilir, güzel ahlâkını devam ettirebilir. Fakat bir Müslüman yalnız dinî inanç ve ibadetleri Hz. Peygamber'den (asm) öğrenmekle kalmaz, hayatına yön veren bütün değerleri de ondan öğrenir. Anne babaya itaat edip onlara sahip çıkmayı, kul hakkına saygı duymayı, büyüklere saygı küçüklere sevgiyi, vatanını, bayrağını sevmeyi, Yaratan'dan ötürü yaratıklara şefkat göstermeyi, değil insanların hayvanların bile hakkını gözetmeyi, devlete ve topluma karşı görevlerini, bunu yerine getirmek için vakıflar kurmayı, sadakay-ı cariye olarak okul, hastane, yol, aşevi vb. hayırlar yapmayı, muhtaçların ihtiyaçlarını gidermeyi, dişlerini temizleyip tırnaklarını kesmeye kadar her türlü faydalı işi de Peygamberinden öğrenmiştir. Onun rehberliğini terk ederse, öteki din mensupları gibi sadece din önderini bırakma durumuna düşmez, Peygamberinden öğrendiği bütün güzel hasletleri de bırakmaya mecbur kalır. Çünkü bu güzel hasletler, yaptırım gücünü kaybeder. Bunları üzerinde tutan zemin göçmüş olur. İslâm'ı öğretmeyen ve yeni nesillere Müslümanca yaşamayı tanıtmayanlar, ailelerinin ve vatanlarının istikballerini, vatanına, milletine, ordusuna yabancılaşmış, anne ve babasına, akrabasına ilgisiz; sabır, tevazu, helâl kazanma, vefa, kul hakkı gözetme, yoksulun hakkını verme, borcuna ve diğer sözlerine sadakat, vatan ve millet için fedakârlık etme gibi güzel ahlâk değerlerini ahmaklık sayan canavarlara bıraktıklarını bilmelidir. Bu nankörlüklerinin ilk hedeflerinin bizzat anne, baba ve akrabalar olduğu da, tarihte ve günümüzde yüzlerce örnekle meydandadır.

Cumhuriyetin ilk nesillerinde, İslâm'a din olarak itikadı olmayan birçok entelektüel milliyetçi onun, millî yapıyı teşkil eden mozayiğin bütünlüğünü sağlayan bir harç işlevi gördüğünü anladığından İslâm'a saygı duyar, halkın dindarlığında fayda bulurdu. Son dönemdeki bazı ulusalcıların Müslümanlığın her türlü tezahüründen rahatsız olmaları, onların milliyet sorunlarının da olduğunu düşündürmektedir.


* Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. e. öğ. üyesi

Dipnotlar
1. Rum suresi 30/30.
2. Mülk suresi 67/14.
3. Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an, bu ayetin tefsirinde.
4. Sahih-i Buhari, Cenaiz 79 ve 80; Sahih-i Müslim, Kader 22-25.
5. Hayati Hökelekli, DİA (Diyanet İslâm Ansiklopedisi), Fıtrat md. 13/48'de onun Der'u Tearudi'l-Akli ve'n-Nakl eserinden (VIII,444) naklen.
6. Müslim, Cennet,63; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 4/162.
7. Lukman suresi 31/32. Bu mana için ayrıca bkz: Yunus Suresi 10/22, İsra suresi 17/67, Ankebut suresi 29/65.
8. Mutaffifin suresi 83/14.
9. Tirmizi, Tefsir; İbn Mace, hadis no.4344; Malik, Muvatta', Kelam, 18; Tefsiru'n-Nesai, bu ayetin tefsirinde (Diğer kaynaklar için bkz. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur'anı Tefsiri, İstanbul, 2006, 2/380.
10. Hayati Hökelekli, İslâm'da inanç, ibadet ve günlük yaşayış ansiklopedisi, İstanbul, 1997, Fıtrat md.
11. İsra suresi 17, 36.
12. Bakara suresi /2, 111.
13. Bakara suresi/2, 170.
14. Bkz. B. Said Nursi, Mektubat, s.31-32, İstanbul, Şahdamar Yay., 2007.
15. İsra suresi 17/ 70.
16. Tin suresi 95/4.
17. El-Gazzali, el-Munkiz mine'd-dalal, Nşr.Semih Dağim, Beyrut, 1993, s.69-74. (Eser Ahmed Subhi Furat tarafından "Dalaletten Hidayete" (İst.1972) ve Ali Kaya tarfından "Hakikate Giden Yol" (İst.2004) adı ile Türkçeye çevrilmiştir.
18. Suat Yıldırım, "Bedizzaman'ın Kur'anın İ'cazını İspatta Orijinal Bir Metodu", Yeni Ümit, 7(26), Ekim 1994. B. Said Nursi, Mektubat, 26. Mektup, 1.mebhas.



Prof. Dr. Suat Yıldırım