๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 12 Haziran 2010, 14:58:10



Konu Başlığı: Gurbette Ezan Hasreti
Gönderen: Sümeyye üzerinde 12 Haziran 2010, 14:58:10
Gurbette Ezan Hasreti




Yokluğunda anlaşılıyor varlığın değeri; hele bu, insanın bedenî-ruhî bütünü ile alakalı bir varlık ise; vatan ve ezan gibi Bu 2002 yazında, güya tatil için gittiğim Türkiye’den dönüşte, İngiltere’de arkadaşlarla hoş geldin muhabbeti ederken, bir dostum tatilimin nasıl geçtiğini sordu Ben de: “Bir kişi İstanbul’da iki hafta kalmış, ama bir kere olsun Sultan Ahmet, Ayasofya, Bayezıt, Fatih veya Eyüp Sultan camilerinden tekine olsun gidememiş ise, bunun adına tatil denir mi? Üstelik iznin son haftasını da sıcak bir memlekette hem de soğukalgınlığına yakalanmış olarak hasta yatağında geçirmişse” gibilerinden daha nice zahirî olumsuzlukları sayıp döktüm Kendimce “tatil” kavramını reddediyordum, mefkûre insanlarının “holiday”ı olmaz demeye getiriyordum Ne var ki ihtimal bu reddin tarzı, maksadı tam aksettiremeyip, içine bir de şekva rengi bulaşınca, gurbet diyarında yüreği yanmış birisi sözüme öyle bir ünlem koydu ki, sert firen yemiş araba gibi yerime çakıldım kaldım: “Abi, hiç olmazsa beş vakit ezan duydunuz Biz buralarda ondan da mahrumduk” Ani bir kararla durdum ve “Evet, dedim, haklısınız, hiç olmazsa beş vakit ezan-ı Muhammedîyi dinledim Bu bile yetti, ruhumun dinlenmesi için”

Daha sonra içten içe, uzun uzadıya düşüncelere daldım, dinî-millî yoksunluklarımız üzerine “Köyümün bir avuç toprağını şu koca ülkeye değişmem” gibilerinden duygular belirdi içimde Birkaç gün ezanın ruhaniyeti ile yoldaş oldum “Sabahtan kalktım da ezan sesi var / Ezan sesi değil, burçak yası var” türküsü takıldı bir ara dilime Benimse ne sabahlarımda, ne öğlen, ne ikindi, ne akşam ne de yatsılarımda ezan sesi vardı Ezan sesi de, burçak yaylası da vatanımda kalmıştı Vicdan bilgesi yine herzamanki didaktik nasihatiyle yetişti imdadıma: “Bütün yeryüzü Allah’ın salih mü’minlere mirasıdır Vatanın sınırlarını kaldıracaksın; artık vatan bütün bir dünya” diye seslendi Hatta sözünü geri aldı ve “Bu dünyada vatan yok; asıl vatan ilk yurt, cennet ülkesi yolculuk oraya…” dedi

Yahya Kemal Beyatlı’nın “Ezansız Semtler” isimli makalesini hatırladım O, İstanbul’un o döneme göre bazı ezansız semtlerinde doğan, büyüyen çocukların, bizi bir millet halinde ayakta tutan “Müslümanlık rüyası”ndan mahrum kalışlarının derdine yanıyordu Oysa bu gurbet ve hicret diyarı, -onun ifadelerine gönderme yapmak istiyorum-, evet burası modernitenin anası, alafranga hayatın tâ göbeği Onu böyle üzen manzaranın yüz katını ayne’l-yakin ve hakka’l-yakin olarak yaşayan bizlerin bir açıdan mahrumiyetleri karşısında sadece üzülme değil, belki inim inim inlenilse sezâdır, becâdır

“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler Türk oldular

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde, yani alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat, Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yaşayış, ne semt hiçbirşey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toprağın o köşesi imana gelirdi”

Türklük ile Müslümanlığı aynı kabul eden Yahya Kemal bu sözleriyle aynı zamanda, dünyanın bütün kara ve deniz parçalarına, güneşin doğup battığı her yere Muhammedî mesajı götürmeye niyetli Altın Nesle, “kökü mazide olan bir âtî” olmayı ve eskilerin eskimeyen yeniliği ile sönmeyen iman ateşini nasıl bir kere daha tutuşturup çevrelerini aydınlatabileceklerini ve cennet-âsâ bir bahar ümrânı kurabileceklerini de işaret etmekteydi Daha sonra Büyükada’da kaldığı bir vakit, sabah namazını kaçırmamak için gece boyu uykusuz kaldıktan sonra gittiği bayram namazını müteakip, yeni kuşaktan birini camide gördüklerinden ötürü oradaki yaşlıların kendisine gösterdikleri özlem yüklü sevinçlerini bir hatıra-i hususi kıymetinde yâd eder:

“Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücut olarak gördüm O sabah, o Müslümanlığa az aşina Büyükada'nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemeaati idik Namazdan çıkarken kapıda ayandan Reşid Akif Paşa durdu Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namazında iki defa mes'udum Hamdolsun sizlerden birini kendi başına Câmie gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!" dedi Hem geldiğimi hemde bayramımı tebrik etti Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik etti Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzuzdular O sabah gönlüm her sabahtan fazla açıktı”

Yalnızca Yahya Kemal’in akranları değil, belki ondan yıllar sonra da İzmir camilerinden birinde, sabah namazını müteakip, “İmam-Hatip Liseleri”nin kapatılmaması için imza toplayan bir delikanlıyı gören ve gençliğin camiden kopuk oluşunun ızdırabıyla iki büklüm bir Hocaefendi’nin böyle bir manzara karşısında çağlayan duygularına hakim olamaması ve defalarca bu olayı kürsülerden cemaatine aktarmasının arkasında da aynı hasret ü hicran vardır Ve bu bekleyiş, belki bütün bir Anadolu insanının, hatta koca bir ümmetin yüzyıllar boyu dua dua istediği küllî bir bekleyişti

Y Kemal, kelamını şu dehşet ve ibret verici paragrafla taçlandırır: “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık Biz böyle bir Sabah Namazında anne millete dönebiliriz Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!” Evet şu son cümle imanlı her kalbe bıçak gibi saplanır: “Minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk (Anadolu) çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!” 300 bin Anadolu insanının yaşadığı tahmin edilen şu İngiltere gibi, nice dünya ülkelerinde bulunan her ırktan Müslüman evlatları, dönebilecekleri bir “anne ümmet” bulamamış Bu kayıp nesiller şimdilerde saçları ağarmış büyükler olarak, Nesl-i Mev’ûd’u kucaklarındaki bahar müjdecisi güllerle kapılarında görünce, çölde ölmeden önce dudaklarına bir kâse su yetişrilebilmiş insanlar gibi hallerinden mutlu ve gelecekten umutlu bir biçimde ötelere göz kırpıyorlar, kıpır kıpır dudaklarıyla hayır-dualar ediyorlar Bütün yeryüzünü “Müslümanlığın çocukluk rüyası”nın görülebildiği, mutluluk çağının izdüşümü sayılabilecek cennet-endam bir keyfiyet ve kemmiyete getirmek istikametinde o Ezan Sesli Kur’an Nefesliler, ellerindeki gül-i Muhammedî tohumları ile geçtikleri her yere, uğradıkları her yöreye ekim-dikim yapıyor, fakat meyve derme mevsimini beklemeksizin “vira bismillah” deyip daha başka diyarlara yelken açıyorlar Yahya Kemal, ezansız semtlerin derdini gayet isabetle dile getirmişti; onlar ise ezansız ülkelerin derdini, bizzat sa’y ü gayretleriyle gideriyorlar, gidermeye çalışıyorlar

Vatanını sevmeyen hiçbir insan, ezanı sevmeyen bir müslüman yoktur Yahya Kemal de, dinî ve millî değerlere sahip şuurlu bir vatan ve ezan âşığıdır “Ezan-ı Muhammedî” isimli şiiri, ezanla alakalı yazılan şiirler içerisinde kutsal bir anıt gibi yükselir; Hira gibi ilhama açık, Ergenekon gibi destanımsıdır Muhammedî cihan dediği İslam topraklarını ezanın sadasına kâfi görmez ve “Keşke sekiz yıllık padişanlığında doğuyu fetheden Yavuz Sultan Selim erken ölmeseydi de, onun kılıcıyla bütün bir âlemi şân-ı Muhammedî fethetseydi” temennisinde bulunarak buruk buruk iç çeker:

Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî, / Kâfi değil sadâna cihân-ı Muhammedî
Sultan Selim-i Evvel’i râm etmeyip ecel, / Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî
Gök nûra gark olur nice yüz bin minâreden, / Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî
Ervâh cümleten görür Allahü Ekber’i, / Akseyleyince Arş’a lisân-ı Muhammedî
Üsküp’de kabr-i mâder’e olsun bu nev-gazel, / Bir tuhfe-i bedi ü beyân-ı Muhammedî

Viyana kapılarına kadar gelen ve semavîleri gıbtaya sevkeden o hükümranlığın elindeki Muhammedî sancağın, gerisin geriye çekilmek mecburiyetinde kalışı, Üsküp’lere, oradan da Edirne’lere kadar sürülüşü karşısında insan kahroluyor ve üç kıtada kükreyenince sesi yedi kıtadan duyulan bir arslanın, üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadaya hapsedilişine hamiyet-i milliyemizden çıldıracağımız geliyor Tabii ki mesele toprak sevdası değil, o toprağın üzerindeki bayrak sevdası, iman davası Ne olurdu, göğün yerliler eliyle kurduğu o mukaddes ümrân, çil çil kubbeleri, şehadet parmağı minareleri ve beş vakit ezanları ile tâ buralara, Batının batılarına kadar ulaşsaydı da, bütün bataklıklardan kurtulan dünyada çamurlarda boğulan hiçbir insan olmasaydı

Esasında ahirzamanın modern ama mutsuz yüzyılları, asr-ı saadet ezanlarına hasrettir; ledünnîliğiyle, derûnîliğiyle ve lâhûtîliğiyle Nitekim çağın dertli ve inançlı şairlerinden Arif Nihat Asya, Peygamberimiz Efendimiz’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) yazdığı na’t-ı şerifine “asr-ı saadet dönemi ezanlarına olan hasreti” ile başlar:

“Seccaden kumlardı / Devirlerden diyarlardan / Gelip göklerde buluşan / Ezanların vardı / Mescid mü’min mimber mü’min / Taşardı kubbelerden tekbir / Dolardı kubbelere “amin” / Ve mübarek geceler, dualarımız / Geri gelmeyen dualardı / Geceler ki pırıl pırıl / Kandillerin yanardı” Habîbullah’ın vefatından sonra ümmetin hususiyle son yüzyılda maruz kaldığı dinî açlıkları ve manevî yoklukları uzun uzadıya bir bir saydıktan sonra, ezanı Bilal’e, olmazsa Davud’a okutur ve Rasulullah’ın ruhaniyetini davet eder, ona Kur’ân’lar gönderir: “Açılsın göklerin kanatları / Açılsın perdeler kat kat / Çöllere dökülsün yıldızlar / Dizilsin yollarına / Yetimler günahsızlar / Çöl gecelerinden / Yanık türküler yapan kızlar / Sancağını saçlarıyla dokusun / Bilali Habeşi sustuysa / Ezanlarını Davud okusun! / Konsun yine pervazlara güvercinler / “Hû hû” lara karışsın âminler / Mübarek akşamdır / Gelin ey fâtihâlar yâsinler”

Muhaceret duygu ve düşüncesi içerisinde geldiğim(i sandığım ve öyle olmasını arzuladığım) şu Hicaz’dan uzak, Anadolu’dan ırak topraklarda, ilk aylar itibariyle her ne vakit Peygamber kuşları güvercinleri görsem, içimden onlara şöyle seslenirdim: “Ne talihsiz güvercinlersiniz sizTürkiye’de olsaydınız, cami pervazlarına konardınız” Hafızamın hayalinde gökleri delen minarereleriyle camileri-mescitleri, sükûtuyla vaaz eden mezarlıkları-kümbetleri düşünür, üstlerinde kanat çırpan, avlusunda yem yiyen kuşları görüyor gibi olurdum ve hâlâ olurum Ne var ki, “Hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah’ı tesbih etmesin” [İsrâ 17/44] âyetinin bildirdiği hakikat bu kuşlar da, her mahluk gibi hamd makamında zikirle meşgul oluyorlardı Bu inanç, manevî mahrumiyetlerden dolayı bir deri bir kemik kalmış ruhî bünyeme bengisu gibi diriltici, kevser misali şifalı ve zemzem ölçüsünde faydalı geldi; nihayet o türlü duyuş ve sezişleri en azından akıl ve kalp planında bir hususîliğe ve izafîliğe bağlayıp, şâirâne özlem titizliğinde bir makbuliyetle takyit etmeyi başarmak istedim Her ne kadar bütün hissiyat ve letâif irade-i cüz’iyenin emrine âmâde hale gelmese de, hiç olmazsa yalnızlığın ve yabancılığın ilacını kelamullahın ülfet, ünsiyet, hikmet ve irşatlarından meccane kullanmakla, sinenin derinliklerinde yaraya dönüşen çok büyük bir boşluk kapanmış oluyordu

Arif Nihat, “Dua” isimli başka bir şiirinde de, yaşadığı devirdeki din aleyhine yapılan tahripler ve kaht-ı ricâl karşısında duyduğu hicranı köklü bir iman şuuruyla dile getirmiş ve gayet içli edasıyla şöyle yakarmıştır:

Biz kısık sesleriz Minareleri, / Sen ezansız bırakma Allahım! / Ya çağır şurda bal yapanlarını, / Ya kovansız bırakma Allahım! / Mahyasızdır minareler göğü de/ Kehkeşansız bırakma Allahım! / Müslümanlıkla yoğrulan bu yurdu / Müslümansız bırakma Allahım”

Mehmet Akif’te bir yıkılışın ardında alabildiğini mahzundur:

Görünmez âşina bir çehre olsun rehgüzârında
Ne gurbettir çöken İslam’a, İslam’ın diyarında
Umar mıydın mabedler ibadetler yetim olsun
Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun
Umar mıydın cemaat bekleyip durdukça minberler
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer
Umar mıydın, tavanlar yerde yatsın rahneden bîtâb
Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb
Umar mıydın, o taş taş devrilen bünyân-ı marsûsun
Şu virân kubbelerde böyle son feryadı dem tutsun?

Yunan istilası altındaki topraklarımızdan, özellikle Bursa’ya dair elem verici haberler geldiği tarihlerde bir bülbül ile söyleşen Akif, bir noktaya gelir:

“Ne zillettir ki: Nakus inlesin beyninde Osman'ın; / Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın! / Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzi serâb olsun; / O kudretler, o satvetler harab olsun, türâb olsun!” der ve inler

Sevr antlaşmasının ağır maddeleri ile adeta hürriyet arslanları olan bir millete esaret tilkiliği layık görülmüştü Vatanın semalarında dalgalanan şanlı sancak, ya indirilirse? Ya minareler yıkılır, ezanlar susturulursa? İşte böylesi bir zaman diliminde savaşlarla, kıtlıklarla-yokluklarla kırılan millet-i merhûmeye ümit ve cesaret aşılayan coşkun bir ses oluyordu M Akif: "Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden Yurdumun üstünde tüten en son ocak” Ne acıdır ki, dıştakilerin yapamadığını içtekiler yapmışlardı Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” haline getirilen mazlum, mahzun, mağdur ve mükedder o ata neslin ahfâdı olarak, bizler de şimdilerde vatandan uzak gurbet diyarlarında ezan sesine hasret kaldık Fakat onlar kendi vatanlarında ezansız kalmışlardı, bizler ise ezansız vatanlarda Aramızda dağlar kadar farklar var Onlar vadinin dibine inişteydiler, bizler ise zirvesine doğru çıkıştayız Hamd makamında secdelere kapaklanmaktan başka nasıl şükrümüzü eda edebiliriz o Ekber’in mukaddes atıyyesine matıyyelik ettirme lütfuna mukabil İftiharla itiraf etmeliyim ki: Yokluklar diyarında yok olup kaybolmamaya çalışmanın da ötesinde, var olmaya ve bir varlık cilvesi göstermeye niyetli ve kilitli o Ezan Mesajlı Nesli’n arasında bedenen bulunurken, ruhen de onlara liyakat kesbetme ve sıfatlar bakımından onları yakalama çaba ve gayretinde, kavlî ve fiilî dualar etmeye çalışmaktan başka da isabetli bir tercih gözükmüyor

Yahya Kemal: “O (modern?) semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?” diyordu Batı’nın batısında bulunan bizler de şu günlerde, ümmetle beraber Mübarek Üç Aylar’ın ilki olan Recep ayına veda etmeye hazırlanıyoruz Regâip kandili geldi geçti, içimden bir şey koptu Ne ezan yağdı göklerden, ne mahyalar aydınlattı caddeleri Osmanlı’nın, Selçukîlerin yâdigârı camiler, gözümde tütüyor, ama ruhumda acılı ve acıklı bir ağıt yakılıyor ve bana: “Elveda!” diyeceksin, “Gemileri yakacaksın!” diyor Hoş, ne gemim vardı, ne sandalım; bir vatana olan derin aşkım, metin bağlılığım… Elimde valizim, düştüm yollara

Dünyada kendime bir mezar yeri beğenmek kadar olsun herhangi bir lüksüm olmadı… Yine de vatan bir başka (…) Ekim’in 3’ünde Mi’raç kandili, 20’sinde de Beraat kandili var Aynı halet-i ruhiye şimdiden sarmaya başladı herbir parçasını mahiyetimin… Gurbette kurbiyete vasıl olabildiğime dair bir recâ, hicrette vuslata erdiğime dair bir emâre olsun aşikâre göz kırpsaydı gecemin zülüfleri arasından, gam yemiyecektim… Ama heyhat! Tabii bir de gurbette bu’diyet yaşıyor olduğumun –bence- farkında olmaklığım yok mu, birimi bin parçaya bölüyor, volkanlara atıp alev alev yakıyor… Neyse, vicdanımın en nazik ve en nazdâr bir telinden kopan yırtıcı feryat ile şimdi bu satırları kana bulamanın ne zamanı, ne de mekanı…

Dağıtmadan, ana konuya döneyim:

“Mi’rac gecesi ikinci bir Kadir gecesi hükmündedir” diyor Bediüzzaman Hazretleri [Şualar, s499; Tarihçe-i Hayat, s598] Demek Mi’raç kandili, Kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayılabilir Kadir gecesinin Ramazan’ın 27 gecesi olması ile Mi’raç kandilinin Recep ayının 27gecesi olması arasında da çok gizemli bir tevafuk var Ayrıca bu sene Mi’racın, Cuma gününe denk gelmesi de bir başka güzel tevafukDolayısıyla çifte bayram olmuş olacak Zira Cuma, müslümanların haftalık bayram günüdür [Muvatta, Taharet, 113; İbn Mâce, İkâmetü’s-Salât, 83] Olmuş olacak diyorum, çünkü bu çifte bayramı şu gurbet ve hicret yurdunda, pek çok şeair-i İslamiye’den mahrum bir şekilde, ve en acısı ezan-ı Muhammedî’yi akşamında, yatsısında ve sabahında duymaksızın geçirmek, herhalde ancak o yoklukları yaşayanların hissederek anlayabilecekleri bir hal-i pürmelâl olsa gerek…

Allahtan ki, mahrumiyetin cinnetinde sınırları zorlayan hassas ruhlara teselli-bahş olacak âb-ı hayat özlü sözler var, o sözlerin sahibi emin yüzler var ve muhatabı mü’min gönüller var: "İman erleri, gam ve keder sâikleriyle kuşatıldıkları zamanlarda bile hep huzur içindedirlerOnlar, ne devamlı gam çeker, ne de kederin süreklisini bilirler Allah'a intisap ve O'na dostlukları sayesinde, rahatlıkla gamın boynunu kırar; kederi, kendi küdûreti içinde boğar; varsa tasalarını hüzn-ü mukaddes renkleriyle bezer ve sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzelliklerin tül pembe renklerini temaşa ile, elemleri lezzetlere, ızdırapları da doğum sancılarının vaad ettiği inşirahlara bağlayarak, dudaklarından dökülen "of"ları ânında "oh"lara çevirir ve en muzdarip hallerinde bile çevrelerine kalplerinin diliyle sevinç neşideleri dinletirler Bir kere de bu çizgiyi yakalayıp ilk nefeslerini böyle uhrevileştirince, ikinci kez soluklanmada, kalblerini dimağlarına bağlar, akıllarını gönül diliyle konuşturur ve seslerini ta yıldızlar ötesi âlemlere duyurarak, vicdanlarının zirvelerinden bütün ruhanilere, bugüne kadar duymadıkları ne ezanlar ne ezanlar dinletirler Bu ezanları mü'minin kendisi de duyup zevk edebilir; elverir ki, ufkunu dalalet kirlerinden temiz tutabilsin" [Gülen, M Fethullah, Işığın Göründüğü Ufuk, s]

O iman erlerinin dünyanın dört bir yanında hal lisanlarıyla okudukları müessir ama sessiz, gür ama derinden, coşkun ama mahzun ezanları ile inşallah nice müheyya kalpler imana gelecek, nice zayıf mü’minler kuvvet bulacak, nice kuvvetliler ittihat edecek ve böyle özlerinde ezan ruhu, kafalarında ezan mesajı ve kulaklarında ezan musikisi, birleşik, bütünleşik, özleşik bir topluluk bütün bir yeryüzünü mescide dönüştürüp, tüm yerlileri ibadetlerle gökler ötesine namzet hale getirecektir, daha doğrusu o yolu açmaya vesile olacaklardır, umudundayız, niyazındayız Ve bir başka kitâbeden devam edelim okumaya Devam edelim, zira üç aylar, içindeki dört kandil gecesi ve daha nice kutsiyet faktörleri ile dua, tevbe, münacaat, ibadet ve hizmet aylarıdır; cihanın yedi kıt’asında bedenen dağınık ama ruhen birleşik vaziyette bulunan bütün müslümanlar için: " Hele günler, o ibadetle derinleşen saatlerini hayatın gerçek manasını terennüm etmek için gönüller üstünde bir mızrap gibi hareket ettirdiğinde, kuş cıvıltıları safvetinde ve bir çocuk neşesi tadındaki ezan dakikalarının cennet güzellikleri kadar tesirli ve bu güzelliklere meftun bir kalp gibi olgun ve dolgun ibadet saatlerinin Hakkı muhatap alma ve hakka muhatap olma manasıyla tüten zeberced duyguların zikr ü fikirle sinelerimizi coşturan şiiri başlar" [Gülen, Yeşeren Düşünceler, s45, Nil Yayınları, İzmir, 1996]

İbadet saatlerinin zikr ü fikirle sineleri coşturan şiirlerinden birini, M F Gülen Hocaefendi’nin “İçimdeki Ezan Sesi”’ isimli şiirini buyurun birlikte okuyalım:

Elimde ışığın, dilimde sözün, / Bir ezan sesisin her an içimde
Nakış nakış hayâlimde gül yüzün, / Sana düşmüş ayna olmak seçimde
Bütün varlık Yaradan’ın güftesi, / Peygamberlik bu mânânın bestesi;
Mesajların ötelerin saf sesi, / Çağlar durur Ulu Furkan içinde
Hep kevserler içtik bülbül dilinden, / Hep safâlar gördük kutlu elinden;
Geçmez gönül Sen gibi emelinden, / Yok bir başka peygamber bu biçimde
Gel gürle nâyın hep sızlayıp dursun! / Kalbim sözlerinin sesiyle vursun;
İsterse bütün düşmanlar kudursun, / Hutben okundukça Çin’de-Maçin’de

Kimbilir, mevzumuz ve durumumuz açısından yorum çıkarımına gittiğimiz takdirde, dâru’l-hizmet denilen gayr- i müslim topraklarında dıştan gürül gürül ezan-ı Muhammedî’yi duymaya layık ve müstehak olabilmek için, içimizdeki ezanın sesine kulak vermek ve gereğince amel etmek durumunda olduğumuzu salık veren bu irşat ve hikmet yüklü şiir, hepimiz adına ona bir vesile-i davet ve şefaat olsun dilerim, bunu O’ndan dilenirim

Şahsen, Londra’da nohut oda bakla sofa bir evde, cd’lerden dinlediğim ezanlar ile kendimce müteselli olmaya çalışıyorum ama namaz vakti geldiğinde gökten nur yağıyor gibi, vahiy iniyor gibi ve ötelerden sesleniliyor gibi en kutsi duygu tellerini harekete geçirip ondan enfüsî nağmeler çıkartacak bir ezan-ı Muhammedî yok bu mahrumiyetler ülkesinde Mekke, Medine, Mısır, Bağdat, Tahran ve İstanbul gibi nice İslam diyarlarında Arap, Acem, Fars ve Türk tarzlarında, kendilerine has makam ve şiveleriyle okunan ezan-ı Muhammedîleri dinliyorumMuhammed Rıfat, Kamil Yusuf, Mustafa İsmail, Abdüssamet, Ahmet Naina, Ebulayneyn Saisa, Fethi Melici, el-Huzeyfi, Mahmud Ali el-Bennâ, M Hüseyin Bedrî, Muhammed Tablâvî, Nasreddin Tubar, Taha el-Fesnî, M Halil el-Husârî, M Sıddık Minşâvî; İsmail Biçer, İsmail Coşar, Durmuş Akbulut, Vehbi Yıldız ve Mehmet Emin Ay gibi yüzlerce kâriin gönül sesinden içlerimizi sızlatan yüzlerce ezan, katiyen ve katıbeten hakiki bir namaz için okunan herhangi bir ezan-ı Muhammedînin bile yerini tutmuyor Tutmuyor ama, şu yoklukta böylesi bir ezan nimeti bile insanın duygu ocağını hecr-i sûzân ateşiyle yangına veriyor

“Buğra Alp Giray” imzasını taşıyan “Paris Akşamları” isimli bir şiirin başlığının altında şöyle bir epigraf var: "Bu şiir, 2 Dünya Savaşı’nda sürgün edilen, savaş zamanında Paris’te kalıp çok fakir bir hayat süren ve cesedi Sen nehri kıyısında bulunan bir Kırım Türk’ünün üzerinden çıkmıştır" İçeriğinde bütün değerleriyle vatan ve ezan hasretinin ocak ocak yandığı bu acip şiir, gurbette yapayalnız bir garibin şahsında evvelen kimi “İlkler”in, sâniyen bazı “İkinciler”in hallerine ve haletlerine tercüman olmaktadır diye düşünüyorum Okuduğumda kendimden çok şey buldum Hayal dünyamda reel dünyamın filmlerini yeniden yaşadım; sağnak yağmurları altında ıslandım Londra’nın, üşüdüm, düşündüm, derinlere daldım, boğulayazdım ağlamaklı oldum

Bu kent her şeyiyle bana yabancı
Caddeler, binalar, bütün insanlar
Öyle hasretim ki ezan sesine
Ararım çevremde minare, cami
Lakin takılırım çan kulesine
Her semtin muhteşem kilisesine
Yad el elemleri sarar içimi
Uzaklarda yurdum, burdan çok uzak
Her mevsimi güneşli, masmavi göklü
Camili, kubbeli, kümbetli, köşklü
Ozanlı, garipli, kervansaraylı
Hele insanları: Alpli, Giraylı
Yok haber onlardan, baba evinden
Bu yüzdendir halim, kopuk bir yaprak
Herşey benden çok uzakta, çok uzak
Gözlerim daima engine dalar
İsterim ki her an, ana yurdumda
Dağları dumanlı yaşlı Kırım’da
Duvarında mavzer ve Kur’an olan
Ata ocağında, bizim konakta
Bir bakır sinili sofra başında
İftar beklenilsin, dua edilsin
Ve sessiz sedasız yemek yenilsin
Sonra şadırvanda abdest alınıp
Hep birlikte teravihe gidilsin…
Uyansam her sabah ezan sesiyle
Görsem Ayşeciği su testisiyle
Ninemi yaşmaklı, namaz kılarken
Dinlesem dedemi, Kur’an okurken
Başımı huşuyla yastığa koysam
Sonra toparlanıp yola koyulsam
Yahut günün şavkı vururken camdan
Heybetli sesiyle çağırsa babam
Anam da, kalk yavrum, aslanım dese
Tutup elleriyle omuzlarımdan
O müşvik haliyle sarılsa, öpse

Her zamanki gibi yorgun ve bitkin
Artırıp yükünü hasta kalbimin
Her an heyecanı gözlerimde yaş
Görmek ümidiyle bir Türk, bir dildaş
Dolaşırım Paris caddelerini
Yorgun akan Sen’i, köprülerini
Bir Karakış vakti, Sen kıyısında

Ruhumu kavuran yurt hasretiyle
Böyle göçeceğim ebediyete
Donmuş cesedimi bulup çöpçüler
Defnedilmek üzere götürecekler
Kimim ben, neyim, ne bilecekler!

Şiirin bitişi M Akif’in “Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecek?” mısraındaki yalnızlık ve kimsesizlik halet-i ruhiyesiyle yazılmış gibi; herşeyden el-etek çekmiş, dünyaya küskün, çevresine kırgın ve geleceğine de sitemkâr

Kimbilir ben de, bütün eseflerim ve serzenişlerimle şu uçsuz bucaksız dünyanın hangi toprak parçasında açılmış bir kuytuda sessiz-sadasız öleceğim ve ne zaman, hangi ıssız makbere gömüleceğim veya mezarsız göçüp gideceğim Alınyazımı yakinî imanlarına, ihlaslı amellerine ve insaflı vicdanlarına tevkille emanet ettiğim güzel insanlar, belki de başıma gelip bir fatiha okuyacak mezar taşı bile bulamayacaklardırFirdevs cennetlerine açık melek-nümûn gönüllerinde bu iman ve amel fakiri için ayrılmış bir kâşâne olmasa da, en azından mini bir mezar yeri olabileceği ümidi, dileği, temennisi ve duasından başka da herhangi bir düş kuramadığımı acziyet ve fakriyet içerisinde yutkunuyorumyutkunmasaydım acaba gerçekçiliği kadar geçerliliği de olan bir tercih mi yapmış olurdum, onu da yeterince bilmiyorum sadece ve sadece “ama fakat velakin” dercesine sükût kesiliyorum ()



Musa Hub
 


Konu Başlığı: Ynt: Gurbette Ezan Hasreti
Gönderen: Ekvan üzerinde 30 Mart 2011, 17:09:18
Gurbette nasıl giderilir ezana duyulan hasret? Neler kaybetmedik ki gurbette onsuz geçen yıllarımızda. Günde beş kere bize Allah’ı, Resulullah’ı (sas) hatırlatan, bizi kulluğa çağıran ve ruhumuzu okşayan o lâhutî sesten mahrum geçen yıllarımızda neler kaybetmedik ki…

Şimdiye dek çok şeyler söylendi gurbet üzerine. Ezansız ülkelerde yaşamaktır, gurbetin bir diğer adı. Sadece doğduktan sonra kulağına okunan ezanla yetinen nesiller yetişiyor bu gurbet ellerde. Ne Allah’a çağıran bir ses duyulur orada, ne Resulullah’ı (sas) hatırlatan bir nağme, ne de mânevî boşluklarla kıvrananan nesillere kurtuluş ufku gösteren hoş bir sadâ. Ezansız memleketlerde boğuşur nesiller binbir içtimaî problemle, zîrâ ezan gibi diriltici bir esintiden yoksundur onlar

“Gök nûra gark olur nice yüz bin minâreden,
Şehbâl açınca ruh-ı revân-ı Muhammedî;
Ervâh cümleten görür‚ Allahü Ekber’i,
Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.”
(Yahya Kemal)

Allah razı olsun emeğine sağlık ablam minarelerimizi ezansız bırakma yarabbi aminnnn iı nş