๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 02 Haziran 2010, 15:28:24



Konu Başlığı: Günahsız bir gün
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 02 Haziran 2010, 15:28:24
Günahsız Bir Gün

Günah dini bir terimdir ve her dinde –kendi ifadelerince- mevcut olan bir terimdir.

İnsanın Yaratan’la, diğer insanlarla, kendi kendisi ile, tüm varlıklarla ilişkilerini düzenleyen kutsal emirleri yapmamak veya yasakların dışına çıkmak anlamına gelir. İslam söz konusu olduğunda Allah’ın insan için belirlediği ölçülerin dışına çıkmak demektir.

Günahsız insan olur mu?

Peygamberlerin “günahtan korunmuş olmak” anlamına “ismet” sıfatları vardır. Ancak peygamberlerin bile çok girift dünya hayatı içinde, “zelle” diye tabir edilen,  bir anlamda “ayak sürçmesi” gibi davranışlar sergileyebileceği kabul edilmiştir. Hazreti Yusuf’un “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin rahmeti olmadıkça nefs hep kötülüğü emreder.” (Yusuf suresi, 53) şeklinde söylediğini bize Kur’an bildiriyor.

Rasulullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), “Ben günde yüz defa istiğfar ederim, Rabbimden bağışlanmamı dilerim”  buyurmaktadır. “Bu istiğfar neyin karşılığıdır?” sorusu sorulabilir. Demek ki  Allah Rasulü, böyle bir kalbi ihtiyaç hissetmektedir. Mesela, “Abese ve tevella en câehü’l âmâ” ayetleri indiğinde acaba Rasullulah Efendimiz nasıl kalbi hisler yaşadı? Bilemiyoruz. Herhangi bir insanın kalbi hassasiyeti ile O’nun kalbi hassasiyetleri kıyas kabul etmeyecek derecede farklı olduğu için, “zelle hassasiyeti” de herhalde o ölçüde farklıdır. Onun için muhakkak ki “Ben günde yüz kere istiğfar ederim” sözünün de kalbi karşılığı vardır. Belki sırf bize insanın Allah ile hukukunu günah ve tevbe boyutları içinde gerçek manada öğretmek için de bu zelle ve istiğfar örneği O Alemlere Rahmet insandan sadır olmaktadır.

Kaldı ki Allah Rasulü de “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah, günah işleyen ve günahlarından tevbe ve istiğfar eden bir topluluk yaratır da onları bağışlardı.” (Müslim, Tevbe, 10) buyurmaktadır. Sanki insan kişiliğinin tabii bir boyutu gibi gelişen günah ve tevbe ilişkisi, insanın Rabbi ile münasebetini hep diri tutan bir alan olmaktadır.

Dünya düzeninin kuralı bu:

İnsan için ölçüler konmuş.

Ve insan ölçüyü ihlal etmeyecek.

Ama insana ölçüyü ihlal gibi zorlu bir iç yöneliş duygusu (nefs) verilmiş. O iç yöneliş insanı bir yerde teslim alabilir. İşte o anda, insan Rabbini hatırlayacak ve “Ben ne yaptım?” diyecek.

Böyle bir denklem içinde seyredecek insanın hayatı...

Buna günah ve tevbe duyarlılığı diyebiliriz.

Günahsızlık tasavvur olunamayacak kadar zor bir hadise insan için.

Ama günaha yönelmemek de Allah'la ilişkinin gerektirdiği bir insanlık görevi.

Öyleyse, bir denge bulacak insan. Şöyle bir denge:

Günahı kanıksamamak, küçümsememek, günaha alışmamak, günah duyarlılığını kaybetmemek, ölçüyü unutmamak, ölçüyü koyanı unutmamak, ölçüyü bilmek, ölçünün yerine yeni ölçüler ikame etmemek, ve ölçüyü aşmışsak, ölçüyü koyanın bizimle hukukunu dikkate alarak, yani O’nun “kün” emri ile var olduğumuzu, varlığımızı O’nun iradesine borçlu olduğumuzu, şah damarımızın O’nun kudret elinde olduğunu bilerek, O’nu  gücendirdiğimizi düşünerek, O’nunla saygı alanının (takva duygusu) yeniden inşası için, teşebbüste bulunmak...

Rasulullah Efendimiz, ısrarla kalbî bir çerçevede bakıyor günah hadisesine...

Günah nedir?

Senin kalbinin cevaz vermediği şeydir.

Kalbine danış.

Kalbinde bir yıkılma, bir kirlenme, bir kayış, bir yaralanma, bir tırmalanma hissediyor musun bak...

Nedir o yıkılan şey? Yara nedir? Kayma nedir? Ezilme nedir? Kalbini yakan şey nedir? Nedir oraya batan şey? Sana “Ah keşke” dedirten şey? İçinde hep “yapmasaydım” duygusu uyandıran şey nedir?

Yaratan’la ilişkide bir şeyler oluyor ölçü zorlandığı zaman...

Ellerin anlamsızlaşıyor, dilin, gözün, kulağın, yüreğin, dimağın yaratılış gayesinin uzaklarına düşüyor. Hani Mevlana Hazretlerinin anlattığı gibi, ava çıkan padişaha namlunun ucunda duran ceylan sesleniyor:

-Allah seni beni vurman için yaratmadı.... 

Allah Rasulü,  “insan mü’min iken zina etmez, yalan söylemez, hırsızlık yapmaz” diyor.

Bunlar büyük günahlar...

Kalbiniz Allah’la birlikte iken bu işleri yapamazsınız, demek bu kutlu sözler. Öyleyse bu işleri yaparken en azından unutuyorsunuz, Allah’la ilişkileri görmediğiniz bir yerlere koyduğunuzu zannediyorsunuz.

İbrahim Edhem Hazretleri bunu bir gün kendisine gelip “Bana öğüt ver de kulağıma küpe yapayım” diyen birisine ne kadar etkili bir dille anlatıyor:

“Bir gün bir kişi İbrahim Edhem hazretlerinin yanına geldi:

- Bana öğüt ver de kulağımda küpe edeyim, dedi. İbrahim Edhem (k.s) şu öğütleri verdi:

- Günah işlersen, bari Cenab-ı Hak'kın nimetlerinden yeme! buyurdu.

Adam:

- Dünyada ne nimet varsa hepsi Cenab-ı Hakk'ındır.

İbrahim Edhem (k.s):

- Şu halde Hakk'ın verdiği rızkı, nimeti yemek, sonra ona asi ve günahkar olmak reva mıdır? Bu insanlık sıfatı değildir, buyurdu.

İbrahim Edhem (k.s)

- Bir günah işlediğin vakit artık Cenab-ı Hakk'ın yerlerinden bir yerde durma, terk-i diyar et!... buyurdu.

Adam:

- Bu daha müşkildir, her yer O'nun ben nereye gideyim? dedi. İbrahim Edhem (ks.)

- Şu halde hem O'nun sahib olduğu yerde günah işlemek, hem de orada oturmak reva mıdır? Bu insanlık şiarı değildir, buyurdu.

İbrahim Edhem (k.s)

- Günah işlediğin zaman onu Hak'dan gizli tut! buyurdu. Adam:

- Hak gizliyi ve aşikarı bilir, görür. Ben 0’ndan nasıl gizlerim, dedi. İbrahim Edhem (ks.)

- Şu halde utanmaz mısın ki 0’nun nimetiyle perverde olursun, O'nun arzında bulunursun, O'nun gördüğünü bilerek suç işlersin! Bu insanlık şerefi değildir, bu­yurdu.

İbrahim Edhem (ks):

- Ölüm anında Melekü'l-Mevt'ten biraz vakit, mühlet iste de tevbe etmeğe za­man bulasın, buyurdu.

Adam:

- Can alıcı, kimseye mühlet vermez. (Ömür mukadderdir, sonra ben o zaman ızdırabdan inliyor olurum; nasıl zaman bulurum? dedi.

İbrahim Edhem (ks.)

- Şu halde, can alıcı gelmeden tevbe et! (Fevt etme vaktini! Nasıl yaşarsan öyle gidersin ve hangi an nasıl gideceğin de sence belli değildir? Bu hakikatleri bilip de tedbir almamak reva mıdır? Bu insanlık gafleti değil midir? buyurdu.

İbrahim Edhem (k.s):

- Kabirde münker nekire cevab verme, buyurdu.

Adam:

- Nasıl olur? Onlar memurdurlar, ne edip edip cevap almadan gitmezler.

İbrahim Edhem (k.s):

- Şu halde, onlara verilecek isabetli, Hak cevabı burada hazırlamamak sana reva mıdır? Bu insanlık feraseti değildir, buyurdu.

İbrahim Edhem (ks)

- Kıyamet günü seni cehenneme götürmek isterlerse “ben gitmem' de!” buyurdu.

Adam:

- İmkanı mı var, onlar benim isteğime mi bakarlar, kolumdan tutarlar ateşe atarlar.

İbrahim Edhem (k.s)

- Şu halde bunları bilirsin de neden günah işlersin? Orada cennet isteyen burada cennet hazırlığı yapar, orada cehenneme müstehak olan burada günah işler. Sen hangisin! dilersen öyle yap!) buyurdu.” (Altın Öğütler, Ahmet Taşgetiren, s. 392, Erkam Yay. )

.....

İmam Gazali de, Kimya-yı Saadet’te insanların “günaha yönelme – ondan kopamama” psikolojisini gene kalbi ölçülerle tahlil eder. Şunlardır İmam Gazali’ye göre insanın günahlı bir iklimde devam etmesinin sebepleri:

1. Ahirete inanmıyor veya şüphe ediyordur.

2. Şehveti o kadar kuvvetlenmiştir ki, arzularının terkini ona söylemeye gücü yetmiyordur. Lezzet ve zevk, kendini o kadar kaplamıştır ki ahiret işinin tehlikesinden onu gafil tutmaktadır.

3. Ahiret borç senedi gibidir, dünya ise eldeki nakit paraya benzer. İnsanın yaratılışı ise peşin paraya yatkın olup senedin vadesi gözüne uzak gelir. Gözüne uzak olunca kalbine de uzak olur.

4. Mü’min olan her gün tevbe etmek azmindedir, ancak yarına kadar tehir eder. Önüne çıkan her arzusu için bunu yapayım, başka yapmam der.

5. Günahın cehenneme götüreceği muhakkak değildir, belki afvolunabilir. İnsan genelde hüsnü zan sahibidir, şehvet kendisini kaplayınca “Allahü teala affeder” deyip rahmet ümid eder.

Bunlar insanın kendi kendisini aldatmasıdır.

Gazali, Rasulullah Efendimiz’in “Mü’min günahını, üstünde bir dağ gibi görüp üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise burnunun üstüne konan ve uçup gideceği zannedilen bir sinek gibi görür.”hadisi şeriflerinden yola çıkarak insanı öncelikle “küçük günahlar”a karşı uyarıyor. Bir hassasiyet oluşturmasını istiyor insanın. “Küçük günah ne ile büyür?” sorusunu sorarak, insanın temel zaaflarını tahlil ediyor: Diyor ki:

“İnsan küçük günahlara devam ederek kalbini karartır. Bu bir damlanın taşı oyması gibi bir şeydir. Bir süre sonra kalb hassasiyetini kaybeder.

İnsanı günaha yönelten ikinci sebep, günahı küçük görmektir. Küçük günahı büyük görmek imandan, küçük görmek ise gaflettendir. Bu da kalbin zaafıdır. Allah tealanın gazabı bir günahta gizlidir. Belki de senin küçük gördüğün günahtır o.

İnsanın günahına sevinir hale gelmesi, “onu aldattım, malını aldım, ona hakaret ettim, utandırdım” gibi hislerle günahı bir ganimet bilmesi de günah konusunda kalbi zaafı derinleştiren  bir husustur.

Günahın başkası tarafından bilinmemesini bir kazanç olarak görmek, kalbi zaafın başka bir veçhesidir.

Günahını söylemek ve Allah’ın günahı setretmesinin önüne geçmek de, günahta aşırı gitmenin adımlarındandır. Çünkü bu davranış, başkalarını da günaha sevkeder, teşvik eder. Eskiler “bir müslümanın bir müslümana yapacağı en büyük kötülük, günahı onun gözünde küçük göstermektir” derlerdi.

Alim ve herkese rehberlik eden kimselerin günah işlemesi de günaha teşvik noktasında büyük vebal getirir. “Öldüğü zaman günahı da ölen insan ne kadar bahtiyardır” denilmiştir. Alimler ve rehber insanlar, öldükleri zaman günahları da ölmeyen, aksine başka insanların şahsında devam eden insanlardır. Dolayısıyla alimler ve rehber insanlar, bir şehri bir toplumu fesada verirler. Alimler korkudadır: Onların bir günahı bin olur, bir iyiliği de bin olur.

İmam Gazali bu sebeple “Alimlerin yanlış işlerini anlatmak büyük cinayettir” der. “Herkesin ayıbını örtmek vacibtir, alimlerinkini örtmek ise daha vacibtir” sözü de ona aittir.

Günahın kolaylaştığı, yaygınlaştığı, büyük günahların insanları, toplumları bir fırtınaya tutulmuşçasına savurduğu, küçük günahların günah olarak farkına bile varılmadığı insanın gaflet perdeleri içinde yolunu kaybettiği, yani Rabbi ile ilişkisini unuttuğu zamanları yaşıyoruz. Ölçülerin bilinmediği, bilinenlerin kaybolduğu, insana parlak ambalajlar içinde yeni ölçüler sunulduğu, ölçünün Rahman ile, Halık ile, Rezzak ile alakasının unutulduğu bir zamanı yaşıyoruz. Kalbin hassasiyet yeteneğinin dümura uğratıldığı bir zamanı yaşıyoruz. Tırmalanmıyor kalpler günahla buluşunca, bir sızıltı hissetmiyor.

Bu çok çok kötü bir durum. Oysa insanın içinde “kalbine danış” denilecek bir yer olmalı. Kararmamış bir nokta bulunmalı kalbte ki, ışıkla karanlığı ayırsın.

Kalblerimizi yoklamalıyız bugün. Ölçülerden uzaklaştığımızda bir yanma oluyor mu? Tevbe bir özlem halinde aranıyor mu? “Rabbimi gücendirdim” sancısı diye bir şey yaşıyor muyuz?

Ve “Günahtan sakınmak” diye bir meselemiz var mı?

“Günahsız bir gün” mutluluğu diye bir şeyle tanıştık mı? Bize bütün günleri arı – duru ömürler halinde armağan eden Rabbimize bir arı – duru gün götürebilecek miyiz?

Bu hassasiyeti tebcil ediyor İslam...

Tevbeyi Rabbimize yeniden sığınma eylemi olarak tebcil ediyor.

Bakın Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri “gerçekten mü’min olan bir insan”ın günahla ilişkisindeki bir merhaleyi nasıl anlatıyor:

“Gerçek mü’minlerden içine ibadet karıştırılmamış günah zuhur etmez. Çünkü sen o günahın masiyet olduğuna inanmıştın. Öyle ise yaptığın günahın mutlaka günah ve masıyet olduğunu bildiğine göre mutlaka ona bir taat kat.

O kattığın taate bir de istiğfar ve tevbe katarsan, bu serapa taat üzere taat, kurbet (Allah’a yaklaşmak üzere yapılan ibadet Allah’a yakınlık duygusu) üzerine bir kurbet olur. Kötü amele karıştırılan taatin bir parçası bile o masiyeti alt etmeğe yeter. Allah’a yaklaştıracak olan kurbetlerin en kavisi hiç şüphesiz imandır. Allah katında en değerli en büyük şey odur.”

(Altın Öğütler, Ahmet Taşgetiren, s. 348, Erkam yay.)

Ah günahımızla ilişkimiz böyle imana,  böyle tevbeye, böyle istiğfara mukarin olsa... Ah! Savruluşumuzun farkında olsak.

Alıntı