๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Eylül 2010, 18:34:06



Konu Başlığı: Gül devrinden manzaralar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Eylül 2010, 18:34:06
GÜL DEVRİNDEN MANZARALAR  


Şehâdet âlemini teşrifinden sekiz asır önce En Kutlu Ağız'ca müjdelenmiş Fâtih Sultan Mehmed, Rumeli Hisarı'nın inşâatını durdurması talebiyle gelen Bizans imparatorunun elçilerine şu tarihî sözü söylemişti:
"Benim iktidarımın yetiştiği yere, imparatorunuzun hayâlleri bile yetişemez!"
İslâm târihi, bırakın dar düşünceleri, sığ dimağları, sarsık irâdeleri ve ölü kalpleri, nice engin dimağların ve derin sinelerin bile idrakinden âciz olduğu o kadar çok hâdiseler ve eserlerle doludur ki, "ümit, azim ve kararlılıkla" bezenmiş "İman dolu kalpler" in gerçekleştirdiği bu eserler, çoklarınca birer mûcize, birer hârika telâkki edilebilir. Şahsen fikir, şan, şeref ve azamet dolu tarihimizin pek çok hâdisesini muhâkemeden âciz olduğumdandır ki, ne zaman bu hususta düşünmeğe dursam, dimağımın gidip bir yerlerde takıldığını ve artık öteye geçemediğini hissetmişimdir.
Dünyada en zor şeyin insanın terbiyesi olduğu en bedihî bir gerçekken, 23 yıl gibi çok kısa bir zamanda, çölleşmiş zihinler ve taşlaşmış kalplerden kıyamete kadar beşerin mürebbîlerini yetiştirmek; bir zamanların çöl bedevîlerini, bir izzet ve azamet âbidesi hâlinde, devrin süper gücünün başkomutanının çadırında, "Biz, insanları sahte dinlerin zulmünden İslâm'ın aydınlığına, kullara kulluktan Bir Allah'a kulluğa ve yerlerin basıklığından göklerin enginliğine çağırıyoruz" diyecek seviyeye getirmek.. 10 yıl gibi çok kısa bir süre içerisinde, bir daha yüzgeri edilemeyecek şekilde Orta Doğu coğrafyasına yerleşmek.. yarım asırda Atlantik'ten Pasifik'e uzanmak.. kölelerden komutan, âlim ve mürşidler çıkarıp, önlerinde talebe ve asker olarak diz çökmek.. komutanken, hiç itirazsız er olmayı kabullenebilmek; kölelikten komutanlığa yükseldikten sonra, sekiz bin kişiyle İspanya'yı fethedip, sonra da, kralın hazinelerinin karşısında, "Dün köleydin, şimdi muzaffer bir komutansın; yarın toprak olacaksın.. Tarık, dikkat et!" diyerek, asıl komutanlığın ve muzafferiyetin sırrını ortaya koymak.. çengiyken Râbia, eşkiyâ iken Fuzayl ve Bişr olmak.. sultanken, tâcı tahtı terkedip, gerçek sultanlığın sırrına ermek.. bütün zaman, mekân ve hâdiseleri kuşatan bir hukuk müdevvenâtı ortaya koymak.. küçücük bir beylikten, cihangirâne bir devlet-i âliye çıkarmak.. 19 yaşında "Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul'u" diyecek çapta bir ideal ufkuna ulaşmak.. sekiz yıla ülkeler fethini sıkıştırıp, "dünya, bir hükümdara çok, ikisine azmış" sözünde ifadesini bulan ufuklar ötesini yakalamak.. 16 defa büyük sefere çıkıp, zirveler zirvesini temsil etmesine rağmen, zafer dönüşü bir izbede geceleyecek kadar tevâzû ve mahviyet içinde en büyük kahramanlığı sergilemek.. kendini Allah'a ve insanlığa adamışlık içinde bir ömür işkencelere göğüs gerdikten sonra, bir defa olsun 'of dememek, daima şükür halinde bulunup, kimseye bedduâ etmemek.. daha 12 yaşın içindeyken, bir elde Arapça kitabı, diğer elde 'Gül Devri'nin harikası', ötelere uzanan ideallerle yatıp kalkmak.. tek kişiyle başlanan bir hizmette, ak saçların tel tel in'ikasıyla her adımda "çil çil" müesseseler serpmek.. bunlar, aklın muhakeme cidarlarını paramparça eden öyle harikalardır ki, İslâm'la, kâinatlar Kudret ve İlmi karşısında bir damla, bir zerre olan Zat'a kullukla yoğrulmuş dimağ ve kalplerin nelere muktedir olabileceğini göstermesi bir yana, O'na kulluğun ve O'nun dini İslâm'ın da ihtişam ve azametini binbir dille ortaya koymaktadır.
İslâm'ın doğuşuyla başlayıp, 13 asır süren ihtişam medeniyetimizin öylesine pırlanta sahifeleri vardır ki, bunları hatırlamak, bir yanda kalplerimizin ümitle çağlayan çağlayan akmasına, öte yanda da, kış yağmurları gibi, siğim siğim yaş dökmesine sebep olmaktadır. Cennetleri yere indirerek, veya yeri semâlara urûc ettirerek, yerle göğü birleştiren ecdâdımızın toprağa nakış nakış işlediği o ruh, içimizde bir buhurdan gibi tüttükçe, "hayâli ve hâtırası cihan değer' o geçmişe destan mı yakmak, yoksa ağıt mı kesmek gerektiğini kestiremiyoruz. Ne var ki, soğuk bir kışla, zemheride tohum tohum toprağa düşen o geçmişin bire bin ba's'ü ba'de'l-mevtini tomurcuk tomurcuk yaşadığımız şu günlerde de güller, yaseminler, sünbüller, karanfiller, papatyalar, lâleler karşısında "talihimize tebessümler yağdırıyor"; ama bir yandan da, bu bezme gerektiği gibi katılamamanın inkisarıyla hazan hazan burkuluyoruz. Muhteşem bir bahar, "alâ rağm-i enfî" gelirken, dünkü bahardan kesitler sunmak artık ne ma'nâya gelir bilemem; yine de, kimbilir belki nefsî hicranlara kapılmışlık içinde, dünkü bahara bir defa daha bir orasından bir burasından panoramik bir bakış atalım derim:
O Altın Çağımıza 'the age of faith - iman çağı' diyen Will Durant, şöyle yazıyor:
"Eğitim, çocuğun konuştuğu andan başlardı. Çocuklara ilk defa, 'Kelime-i Şehâdet'i söylemek öğretilirdi. Kaide olarak, mekteb ücreti alınmazdı. Öğretmenler, Kur'ân tefsiri, Hadis, İlâhiyat, Hukuk öğretir; İlâhiyat derslerine Gramer, Filoloji, Belâğat ve Fesâhat, Edebiyat, Mantık, Matematik ve Astronomi de eklenirdi. Bir seyyah, herhangi bir müslüman şehrine girdiği zaman, günün hemen hemen her saatinde başlıca camilerinde ilmî ders dinleyebileceğini muhakkak addederdi.
"Yakubî (Ö.891), Bağdat’ta 100'den fazla kitapçı bulunduğunu anlatıyor. Camilerin çoğunun kütüphanesi vardı. Bağdat, Moğollar tarafından tahrip edilmeden önce 36 umûmî kütüphâneye sahipti. Husûsî kütüphâneler ise sayısızdı. Avrupa, Vatikan'ın kütüphânesindeki 27 cilt kitapla övünürken, Roma-Cermen imparatoru Şarlman'ın kütüphânesinde 900 kitap bulunurken, ansiklopedik bir ilim adamı olan Vakıdî öldüğünde 600 sandık kitap bırakıyor; onuncu asırda Salih İbn Abbas gibi ümerânın husûsî kütüphânesinde Avrupa'daki bütün kütüphanelerde bulunan kitapların toplamından fazla kitap bulunuyor; el-Mustansır zamanında Kahire'de devlet reisinin kütüphânesinde 200 bin, Endülüs'te halife II. Hakem'in kütüphânesinde ise 600 bin kitap yer alıyordu.
"Kurtuba'dan Semerkand'a kadar binlerce camide ilim adamları, o camilerin sütunları kadar çok sayıda idiler. Bilhassa büyük müctehid âlimlerin etrafında 4000'den fazla talebe bulunuyordu ve bunlardan bazen en az 400 tanesi mezhebde ictihad yapabilecek seviyede idi. Ülkenin yolları ilim ve irfanını artırmak için seyahat eden sayısız tarihçi, coğrafyacı, matematikçi.. ve ilâhiyatçı ile dolup taşardı. Müslüman tarihçiler, müslüman şehirlerini şâir, ilim adamı, fakih, tabib ve fen adamlarının arı kovanları olarak tasvir ederler.
"İslâm âleminde ilk kâğıt fabrikası 794 yılında Harun Reşid'in vezirinin oğlu el-Fadl tarafından Bağdat'ta açıldı. Kâğıt imal san'atı, Sicilya ve İspanya'ya müslümanlar tarafından götürüldü; oradan da İtalya ve Fransa'ya geçti.
"İran, Sûriye ve Mısır, tekstilleri ve tekstil tekniğinin mükemmelliği ile meşhurdu. Musul, pamuktan ma'mûl muslinleri; Şam, ketenden ma'mûl damaskları; Aden ise yünü ile şöhret yapmıştı. Şam, aynı zamanda çok sert çelikten yapılmış kılıçları; Sayda ve Sur, incelik ve berraklıkta rakipsiz camları; Bağdat, cam ve çömlekçilik işleri; Rey, yine çömlekçiliği, ayrıca iğneleri ve tarakları; Rakka, zeytinyağları ve sabunları; Fas, esansları ve halıları île tanınmıştı. Müslümanların idaresi altında Batı Asya, sınâî ve ticarî muvaffakiyet bakımından yüksek bir seviyeye erişti. Batı Avrupa, ancak on altıncı asırda o seviyeyi kısmen yakalayabildi.
"Mursia, demir işleri ve pirinç denilen madenî halitaya ait işleri: Toledo, kılıçları; Kurtuba ise kalkanları ile meşhurdu. Kurtuba, dokumacılığı ile de ün yapmıştı ve bu şehirdeki dokumacıların sayısı 13.000'e ulaşmıştı. El-Mekkârî'ye göre, İbn Firnas, dokuzuncu asırda gözlük, kompleks kronometreler ve uçmak için bir makine icad etmişti. Binden fazla gemiye sahip bir ticaret filosu, İspanya'da imâl edilen mallan Asya ve Afrika'ya taşırdı.
"Eski Asur san'atı olan maden işlemeciliği 1058-1250 yılları arasında Mısır ve Suriye'de emsâli görülmemiş bir yüksekliğe erişti ve 15'inci asırda Venedik'e geçti.
"Büyük yollar: Bağdat’tan başlayıp Rey, Nişabur, Merv, Buhara ve Semerkand'dan geçerek Kaşgar'a ve Çin hududuna; bir diğer istikamette Basra'dan Şiraz'a; Kûfe'den Medine, Mekke ve Aden'e; Musul ve Şam'dan Suriye sahillerine uzanırdı.
"Kervanlar, Çin ve Hindistan'dan İran, Suriye ve Mısır'a giderlerdi. Bir tarafta Suriye ve Mısır, diğer tarafta Tunus. Sicilya, Fas ve İspanya olmak üzere seyr ü sefer yaparlar, Yunanistan, İtalya ve Fransa'ya uğrarlardı. Müslümanlar, Hazar Denizi'nden Moğolistan içlerine ulaştılar. Volga üzerinden Astırhan ve Novograd'a; ayrıca İskandinavya ve Almanya'ya gittiler. Basra körfezinden Hindistan'a, Seylan'a ve nihayet Çin'in Kanton sahillerine ulaştılar. Bu ticarî faaliyet birçok Avrupa lisanlarına 'tariff, traffic, magazine, caravan, bazaar' gibi kelimelerle damgasını vururken, o zamanlar Batı Avrupa, her sahada olduğu gibi (barbarlık hariç), bu sahada da çok zayıf bir noktada bulunuyordu.
"Kurak topraklarda çok başarılı bir ziraat yapılıyordu. Mükemmel sulama kanalları inşâ edilmiş, bu kanallarla Fırat Mezopotamya'ya, Dicle ise İran'a bağlanmıştı. Fennî ziraatın en ileri esaslan kullanılıyordu. Topraklar ölçülür, kayıtlar sistemli bir şekilde muhafaza edilir, yollar ve kanallar çoğaltılır ve korunurdu. Taşkınları önlemek için nehirlere setler yapılırdı. Irak, yarı yarıya çöl iken, bir Cennet bahçesi haline getirilmişti. Filistin, kumluk ve taşlık bir yer olduğu halde, mükemmel bir ziraat memleketi, çok nüfuslu ve müreffeh bir ülke haline gelmişti.
"İspanya'nın madenciliği müslümanlar tarafından altın, gümüş, kalay, bakır, demir, kurşun, kükürt ve civa ile zenginleştirildi. O dönemde, maden tasfiyeciliği çok tekâmül etmişti.
"Filistin'de fakir köylerden ibaret olan yerler, müslümanların zamanında gelişmiş şehirler haline geldiler. Sur şehrinin hanları 5-6 kat yüksekliğinde idi. Antakya'da her evde akarsu vardı. Şam'da yüz adet umûmî çeşme, yüz adet umûmî hamam, 120 bin bahçe bulunuyordu. Nüfus 140 bine ulaşmıştı ve 572 camide halk namaz kılıyordu. Bağdat, 10'uncu asırda 800 bin nüfusuyla dünyanın en büyük şehri idi.
"el-Mekkârî'nin bildirdiğine göre, Kurtuba'da el-Mansur zamanında 200 bin 77 ev, 60 bin 300 saray, 600 cami ve 700 umûmî hamam vardı. Caddeler geceleri aydınlatılırdı. Bir kimse, fasılasız bina sıralan boyunca cadde lambalarının ışıkları altında 10 mil gidebilirdi.
Asırlarca süren o Gül Devri'mizde ilmin ne kadar geliştiği şimdiye kadar çok yazılmıştır. O mevzûya hiç girmeden, yalnız şu kadarını ifade edecek ve Osmanlı İslâm medeniyetinden kesitler sunmaya geçeceğiz:
History of Science (İlim Tarihi) adlı abidevî eserinde George Sarton, çalışmasını bölümlere ayırmış ve her bölüme o zamanın en meşhur ve en büyük ilim adamının ismini vermiştir. Milâdî 8. ile 11. yüzyılın ortasına kadar uzanan üç buçuk asırlık dönemi 50'şer yıldan yedi bölüme ayırmış ve 7 bölümü de müslüman ilim adamlarıyla isimlendirmiştir: Harizmî asrı, Bîrûnî asrı gibi. Bu yedinin dışında eserde ayrıca 100 büyük müslüman ilim adamının ve eserlerinin adları geçmektedir. George Sarton, 11'inci asırdan sonra İslâm dünyasında ilmin keskin bir inişe geçtiğini söylerse de, bu kabûl edilebilir bir görüş değildir. Bu konuda yazılmış, meselâ F. Sezgin'in Arap Edebiyatı Tarihi (G.A.S.) gibi eserlere bakıldığında, İslâm dünyasında 11. asırdan sonra verilen eserlerin sayısı öncekilerden hiç de az değildir. Öyle ki, Sezgin'in kitabında Kimya, Tıb, Astronomi ve Matematik sahalarında Müslümanların eserlerine ayrılan sayfaların sayısı, geleneksel dinî ilimlere ayrılan sayfalarla aynıdır. Bu, batının orta çağlar dediği, bizim bir bakıma Altın Çağlarımız'da müslümanların dinî ilimlerin yanısıra, fen ilimlerine de ne çapta ağırlık verdiklerini göstermektedir. Ne yazık ki, İslâm ilmî sahasında şimdiye kadar çok ciddî çalışmalar yapılmamıştır. Kütüphanelerimiz milyonlarca cilt el yazması eserlerle doludur ve hahişkâr araştırmacıları beklemektedir. (A.Y. al-Hassan, Donald R. Hill, Islamic Technology, An Illustrated History, 21)
Şimdi, seyyahların ağzından, Osmanlı Devlet-i Aliye'sinin hem de gerileme dönemlerindeki medenî manzarasına yine panoramik bir bakış yapalım:
"Türkler, çok dindar ve merhametlidirler. Büyük saygı besledikleri padişahlarına son derece sadık ve itaatkârdırlar. (Relation d'un Voyage Fait Au Levanî, Paris 1665). "1832'de Arnavutluk, Manastır, Makedonya, Bulgaristan, Sırbistan vs.yi dolaştım. Bilhassa batı ve kuzey taraflarında Padişah ve sadrazamdan bahsederken, "Allah, ömrümün on senesini alıp onunkine eklesin" demeyen pek az köylüye rastladım." (E. Gibbon, Historie de la Decadence et de la Chute de l'Empire Romain). "Türkler, hükümdarlarına derin bir hürmet beslemelerine ve ondan bahsederken çok nâzik ifadeler kullanmalarına rağmen, çok kere onunla serbestçe konuşmakta, şikâyetlerde bulunup, gerek padişahı, gerekse vezirlerini haksızlık yaptıkları takdirde tenkid etmekten çekinmemektedirler. Devlet hizmetlerinin ifasındaki mükemmeliyet bakımından Bâb-ı Âlî ile kıyaslanabilecek hiç bir hristiyan devlet yoktur." (İngiltere elçisi Mr. Porter, Observations sur la religion, les lois, le governement et les moeurs des Turcs)
"Türkler, birbirleriyle pek münakaşa etmezler. Şehirde, askerler de dahil, kimse silah taşımaz. Pek az kavga eder ve düello nedir bilmezler. Az yerler; ne çok çeşitli, ne de lezzetli yemeklere düşkündürler. Kötü taraflarına gelince çok mağrurdurlar. Kendilerini bütün milletlerin fevkinde görür ve yeryüzünün en cesur ve asil milleti olduklarına inanırlar.
"Türkler arasında zayıf ve hastalıklılara nadiren rastlanır. Kanaatkâr ve sâde bir hayat sürmek, onları böyle sıhhatli tutmaktadır. Türk, hiç bir zaman aldatmaz. Namuslu, iffetli ve doğru sözlüdür. Yakınlarına çok bağlı olan Türk, elinde bulunan her şeyi onlarla paylaşır; karşılığında da hiç bir şey taleb etmez. Türklerdeki fıtrî iyilik tesir sahasını hayvanlara kadar teşmil etmekte ve meselâ pek çok bölgelerde merkeblere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir.
"Bütün sınıfların eşit olduğu duygusu, hikmet ve âhenk dolu sayısız atasözlerinde ifadesini bulan mutlak itidal, bir nevî pederşâhî sadelik, her türlü bayağılığı kendinden uzak tutan inzivâ ve melânkolik mizacı, Türk halkının en güzel hususiyetlerini teşkil eder. İnsan, padişahtan küçük bir bakkala kadar bütün Türklerin aynı okulda yetişmiş, aynı asâlet mertebesine sahip büyük senyörler olduklarını zanneder. İstanbul halkı, yeryüzünün en medenî ve dürüst halkıdır. İstanbul'da sokak kavgalarına, maksatsız dolaşan serserilere, dedikoducu kadınlara, herhangi bir fuhuş belirtisine, hâsılı, yüz kızartacak hiç bir harekete rastlanmaz. Bütün yüzler, eller ve ayaklar tertemizdir. Hiç bir tarafta haylaz ve dilenci gürûhuna tesadüf edilmez." (adı geçen eserlere ilâveten: Elisee Reclus, Nouvelle Geoqraphle Üniverselle)
"Türkler, umûmiyetle iyi huyludurlar. Fazileti sever, kötülükten hoşlanmaz ve şeriatlarına sıkı sıkıya riayet ederler. Komşularını sever, muhtaç ve zor durumdakilerin yardımına koşar, gayr-i meşrû kazançtan ve tefecilikten nefret eder, fuhşa da asla tevessül etmezler. Türk soyundan gelenler, Avrupalılarla ne kadar az temas etmişlerse, o kadar mükemmel ve bozulmadan kalmışlardır.
"Türkler, aralarında nezâketin en ince kaidelerine riayet ederler. Bir menfaat elde etmek veya göze girmek için asla dalkavukluk yapmazlar. Hürmetkâr, cesur, ciddî ve sadedirler. Az ve öz konuşurlar. O kadar dürüst ve namusludurlar ki, başka türlü olunabileceğini düşünmediklerinden ve herkesi kendileri gibi sandıklarından aldatılır, fakat aldatmazlar. Türklerde sonsuz bir iyilik, şefkat ve sadelik, güzel olan her şeye köklü bir saygı ve zayıfa karşı derin bir merhamet mevcuddur. (Observations de divers auteurs sur les Turcs)
"Yankesicilik, ev soymak veya yol kesmek gibi hadiseler, Türkiye'de meçhuldür. Harpte ve sulhte yollar hep aynı derecede ve evler kadar emniyetlidir. İstanbul'da evlerin kapısını kapamaya hiç lüzum görmeden tam bir emniyet içinde yaşamak mümkün olmaktadır.
"Sokakta bir kadına rastlayan erkek, bakmak yasak edilmiş gibi başını çevirir. Bir Türk için, hiddetlenip kadına el kaldırmak kadar ayıp bir şey yoktur. Türk, aile içinde adil ve müşfiktir. Taaddüt-ü zevcât, taammüm etmemiştir. Evin içinde mutlak hakim olan kadın, daima müşfik ve mültefit bir muamele görmektedir.
"Türkler, yeryüzünün en müsamahakâr milletlerinden biridir. Onlar, herkesin kendi dinlerine göre ibadet etmesine müsaade ettiler. İslâm ülkeleri, hristiyanlara, bizzat rakip mezheb tesirindeki hristiyan ülkelerden çok daha iyi yaşama şartları bahsetmiştir. Fatih bir millet olan Türkler, idareleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeğe çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermişlerdir. Romanya için Rus veya Avusturya idaresi yerine Türk idaresi altında yaşamak, bir talih eseri olmuştur. Zira, aksi takdirde bugün Romen milleti diye bir millet olmazdı. (Popescu Ciocanel)
"İstanbul'un büyük caddelerinden birinden geçiyoruz. Yol, bizi camilere, köşklere, minarelere, kubbeli çeşmelere.. altın ve arabesk yazılarla süslü padişah türbelerine götürüyor. Her taraf, mimarî şâheserleri, su şırıltıları, âhenkli bir mûsikî gibi hisleri kucaklayan ve rûha neş'e veren serinlikteki gölgelerle dolu. Sonra, padişahların kendi adlarına yaptırdıkları camilere varılıyor. Bunların herbiri, caminin muhteşem kubbesi yanında mekteb, medrese, hastane, kütübhâne, dükkân ve hamamlardan mürekkeb küçük bir şehir teşkil etmektedir. Burada artık güzellik duygusundan çok daha derin ve çok daha kudretli bir şey hissetmeğe başlıyoruz. Bizde başka bir düşünce ve duygu dünyasının mermerden örülmüş muhteşem bir ifadesi gibi görünen, bize yabancı ve karşı bir milletin, düşman olduğumuz bir imanın iskeletini temsil eden ve zarif sütunlarının azametli diliyle, bizimkinden apayrı Bir Allah'ın önünde, ecdâdımızın titrediği bir halkın zaferini ilan eden bu âbideler, bu eserler, insana korku ve kuşku ile karışık bir hürmet telkin ederler. (Elisee Reclus) (Bütün iktibaslar ve kaynaklar için: Yabancılara Göre Eski Türkler, Bedir yayınevi)
Dünden bugüne neyi kaybettik de, acınacak hallere düştük. Bunun için önce, Sultan Aziz devrinde İstanbul'da Rus büyükelçiliği yapan İgnatiyef'in hatıratından şu satırları okuyalım:
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkündür. Çünkü Türkler, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidirler. Bu hasletleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an'anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından ileri gelmektedir. Türkler'de ilk defa itaat duygusunu kırmak ve manevî râbıtalarını kesretmek, dînî metanetlerini za'fa uğratmak icab eder. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri kendilerinden şeklen çok kuvvetli, kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl güç kaynaklan sarsılacak ve o zaman maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir." (Lozan Zafer mi? .. 81-82)
Geçmişin hicranı, yeni ba'sü ba'd'el-mevt'imizin heyecanı içinde, bir de Elisee Reclus'u dinleyelim:
"Avrupalılar, ahlâkî ve dinî peşin hükümlere kapılmasalar, Kur'ân-ı Kerim'in amelî hayatta sıhhatli bir felsefenin mükemmel bir imtizacını teşekkül ettirdiğini, onun sırf metafizik ve mücerred bir fazileti değil, beşerî hayata tam ma'nâsıyla intibak ettirilebilecek bir fazileti ta'lim eden bir kitab olduğunu teslime mecbur olurlardı. Eğer bütün insanlar Kur'ân'ın ahkâmına tam ma'nâsıyla riayet ederek yaşasalardı, bütün örf ve âdetlerin âhenkli bir şekilde muvâzelendirildiği Altın Çağ'ın geri geldiğini görürdük."
Dünkü Altın Çağımız söndü, fakat geride "dönüş mesajları" bırakarak:

"Bir zamanlar parıldayan o taçlar,
Tâcdârlara sîne açan yamaçlar;
Altın yamaçlarda zümrüt ağaçlar
Hicran kervânına ulaşıp gitmiş..

Kıvılcım var, o ürperten sönüşten,
Kıvılcımda mesajlar var dönüşten."
(Kırık Mızrap)



Taha F. Ünal