๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 19:09:58



Konu Başlığı: Güçlü birey ve toplum
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 19:09:58

"Güçlü Birey – Güçlü Toplum" Ya Da "Güçlü Fert Ve Güçlü Devlet" Anlayışı


Güçlü birey ve güçlü toplum ya da güçlü fert ve güçlü devlet derken bu deyimin ortaya çıktığı zaman ile ortam ve şartlar yani mekân önemlidir. Bir kişinin, bir milletin ve bir uygarlığın seciye ve karakterini, ahlak ve niyetini, duygu ve düşüncelerini ve hatta davranış biçimlerini, onların dillerinden rahatlıkla öğrenebiliriz. Onun için nasıl bir kişiyi yüzünden, görünüşünden ve parmak izinden tanıyabiliyorsak, bir medeniyeti de sahip olduğu kelime ve terimlerinden yani dilinden tanıyabiliriz. O sebeple meseleye zamanımız açısından bakacak olursak tam bugünkü, bu Rönesans medeniyetinin, insan fıtratına ters düşen bu sistem ve rejimlerin ruhlarını aksettiren, röntgenlerini ortaya koyan ve eksi yüklü olduklarını bize söyleyen birçok kelime deyim ve ifadeler buluruz. Bu medeniyetle beraber bir takım problemler ortaya çıktı. Daha doğrusu bireyin bazı doğal haklarını elinden aldığınız için veya toplumun yetkilerini kısıtladığınız için, bir takım çaresizlikler ortaya çıktı. Bireye olsun veya topluma olsun cahilce yapılan bu müdahaleler ve suni yapılanmalar yeni yeni problemleri de beraberinde getirdi.

"Güçlü birey" derken tarihin hiçbir sayfasında bu deyimin bugünkü ifade ettiği bu anlamda böyle bir kelimeye rastlamak mümkün değildir, dersek aşırı gitmiş olmayız.  Çünkü burada bireyin içinde bulunduğu topluma veya yine vatandaşı bulunduğu devlete karşı zayıf ve aciz olan kişinin güç kazanması ve güçlü olması kastedilmektedir. Çünkü zamanın sahip olduğu bilim ve teknolojik imkânlar, basın yayın ve iletişimdeki kolaylıklar, topluma yön veren dinamiklere, bireyi kullanma, onu çağdaş köle yapma ve haklarını elinden alma, böylece onu zayıf ve güçsüz kılma imtiyazını vermiştir. Mesela bugün bireyin, kendisini savunma hakkı bile yoktur; sanki herkes mahkemede kendisini savunmak için bir avukat tutmak zorundadır, usul ve uygulama böyledir ve yine hiçbir kimse şahsen bir anayasa mahkemesine başvuramaz. Bu, toplumun amipleşmesinin ve merkezileşmesinin kötü sonucundan başka bir şey değildir.

Bireyin zimmet hukukunu yani insanın insanlığına dayanarak verdiği sözü ile temellendirdiği, söz vermekle alacaklı veya borçlu olmasını elinden alanlar onun kişiliğini ve doğal kişiliğini küçülttüler ve daralttılar. Bu yüzden hiçbir işçi emeğinin karşılığı olan ücretini kendi rızası ile kendisi belirleyemez. Kendi rızaları ile bireyin vekâlet vermediği, işçi patronları ve sendika ağaları vardır. Bu sözüm ona sendika başkanları, "toplu pazarlık" adı altında onların emeklerini bir mal gibi, bir eşya gibi kendi keyiflerince alırlar ve satarlar. Kölelik kalktı diyenlerin kulakları çınlasın; bu post modern veya çağdaş kölelik değil de nedir? Bu medeniyetin bir rezalet terimi olarak ortaya koyduğu, başka bir kelime de sözüm ona adına "tunç kanunu" denen şey, insanı yani işçileri bir mal ve eşya gibi arz-talep kanunlarına tabi tutan bir zihniyetin çarpık düşüncesinin, sapık hükmünden başka bir şey değildir.

Bir örnek daha vermek gerekirse bugün bireyselleşme ve bireycilikten bahsedenlerin ve “daha çok birey” diyenlerin dayandıkları eserlerin çoğu “toplum” demektedir. Mesela 1723–1790 yılları arasında yaşamış olan Adam Smith, ekonominin temellerini atıp iktisadi büyüme ve mutlak üstünlük teorileri düşünceleri ile yazdığı "The Wealth of Nations" (Milletlerin ya da Devletlerin Zenginliği) adlı eserinde isminden de anlaşıldığı gibi sanki birey değil, millet ve devletin önemli olduğu imajını vermiştir. Doğayı tahrip edenlerin, yeşil barış derneklerinin kurulmasına sebep oldukları gibi ve kadını toplumda ezenlerin feminizm hareketinin doğup ortaya çıkmasına yol açtıkları gibi, geçen bu zaman içinde bireyi küçültenler, şimdilerde güçlü birey diye slogan atıyorlar.   

Azınlık ve azınlıklar ifadesi de böyledir. İslam terminolojisinde ve literatüründe böyle bir kelime ve ifadeye rastlamak asla mümkün değildir. Çünkü bu kelime de çoğunluğa karşıt olarak üretilmiştir. Zira bu kelime, çoğunluğun çokluğu karşısında ezilmişliğin ve yok olması lazım gelmişliğin, belki yine İslam toplumlarında hiç mi hiç bulunmayan; ne teoride ve ne de pratikte yer almayan "asimile" yani kendi içinde eritme politikalarına tabi tutulmuşluğun bir tasvirinden başka bir şey değildir. Azınlık, içinde bulundukları bir ülkede devletin hâkim milletinin yanında dil, din ve ırk bakımından farklı olan ve sayı bakımından az olan kişilerin meydana getirdiği bir topluluktur. (Misalli Büyük Türkçe Sözlük) Bugünkü yanlış anlayışlara göre çoğunluk azınlığı eritmeli, onu dilinden, dininden ve kültüründen etmeli, asimile edip bu dil, din ve kültürü yok olmalıdır. Bu düşünce İslam'la ve İslam'ın insan anlayışıyla taban tabana zıttır. Zaman zaman duyduğumuz Osmanlı İmparatorluğu, egemenliği altında bulunan ülkelerin dil ve kültüründe asimilasyona gitmemekle büyük bir yanlış yaptığı konusundaki ifadelerin bizzat kendisi, yanlış bir hükümden ibarettir. Osmanlılar doğrusunu yapmışlardır. Çünkü insanların dili ve ırkları doğaldır, ilahidir. Din hususunda herkesin özgür ve serbest iradeleriyle kabul ettikleri bir dine ancak saygı duyulur. İslam'da dini konularda asla baskı yapılamaz. İnsan özgür ve serbest iradesiyle bir dine inanacak ve öylece ibadetini yapacak ki, öbür dünyada Allah'a hesap verebilsin veya kendisine hesap sorulabilsin. Cenab-ı Hak İslam dinini insanlara öğretmek ve anlatmakla görevlendirdiği elçisi Hz. Peygamber'e bile Ğaşiye Suresinin (88), 21 ve 22. ayetlerinde "Haydi öğüt ver; sen şimdi sırf bir öğütçüsün. Onların üzerinde bir zorba değilsin" buyurmuştur.

 İnsana insanca bakamayanlar, onu eşya seviyesine indirerek, kişilerin düşünce ve görüşleri, din ve inanışlarının kendisi kadar kutsal olduğunu unutarak, asimile etmek isteyebilirler. Ama bu bir insani muamele ve insana yakışan bir muamele değil, onu insanlıktan daha da uzaklaştıran bir zorbalıktır.   

Az önce yukarıda da söylediğimiz gibi, gerek bireysel alanda ve gerekse toplumsal alanda yapılan bir yanlış, başka bir yanlışı doğurdu, verilen bir zarar başka bir zararı daha doğurdu ve böylece rüzgâr ekenler fırtına biçtiler ve şimdilerde onlar ortaya çıkan krizi kaldırmaya uğraşıyorlar. Ekonomi tarlasına faiz ekenlerin ve yanlış vergi tahsil edenlerin işte böyle kriz ekinleri biçmeleri şaşılacak bir şey değildir. Mesela grev ve lokavt gibi kelimelerin uygulanması da işçi ve işveren taraflarının karşılıklı olarak birbirilerinin iradelerini yok etmeye çalışmalarından başka bir şey değildir. Bunlar sanki "iyilikte yarışarak ileri gitme" (Fatır 35/ 32) esasını tersinden tutarak, çıkar paralelliği ile "kazan, kazan" deyimiyle her iki tarafın da kazanıp karlı olacağı yerde bunlar, çıkar çatışması ve menfaat kavgasının yolunu tutmuş oldular.

İşte bu sebeptendir ki, Mekke'de bireyleri bulan Hz. Peygamber, toplumu inşa edemeyeceğinden toplumsuz bireylerin bir değer ifade etmeyeceğini bildiği için Mekke'de bir toplum oluşup kendi yolunda hayatını devam ettiremeyeceğinden,  Medine'ye hicret etmek zorunda kalmıştır. İşte meseleye bu açıdan baktığımız zaman Medine'ye yapılmış olan hicretin siyasi açıdan anlamı ve hedefinin şu ayetle ifade edilmiş olduğunu görüyoruz: "ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver " (el-İsra 17/ 80)

Kaynaklar, bu ayetin Mekke'den Medine'ye hicret edilmesi hakkında geldiğini ve ona işaret ettiğini açıklıyorlar. (Bak; Celaleyn, Razi, İbn Kesir) Ancak bundan birkaç ayet önceki 76. ayette "(Ey Muhammed!) Yakında seni yurdundan çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler ve o takdirde onlar da senin ardından pek az kalacaklardır."buyrulmuştur. Aynı zamanda burada da Hz. Peygamberin hicret etmek zorunda kalacağından söz edilmektedir. Bu ayet her ne kadar indirildiği zaman bir tehdit unsuru olarak görülmüş ise de aslında o gelecekteki bir olaydan haber veriyordu. Nitekim 10 yıl sonra ayetin dediği gerçekleşmiştir. Bu surenin gelmesinden 1 yıl kadar sonra Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'i yurdundan ayrılmaya zorlamışlardır. Fakat O, bundan 8 yıl kadar sonra Mekke'ye bir fatih olarak gelip girmiştir. Bundan sonra Mekke halkı orada müşrik olarak değil, müslüman olarak kalmış oldular. (Mevdudi, Tefhim, III, 127).

 Ayette Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamberi ve Müslümanları Mekke'den çıkarmak için onları tedirgin ediyor olduklarını söylemekle hicrete, senden sonra onlar da az kalacaklar diyerek gelecekten haber vermesi de Kureyşli müşrik liderlerin iki yıl sonra Bedir savaşında öldürülmelerine işaret edilmiştir. (M. Esed, K. Mesajı, II, 575).  Bu iki ayet Mekke'den Medine'ye yapılan hicreti anlatmakla beraber; ayrıca ayetin şu kısmında "Rabbim, beni (girdirilecek yere) doğru bir girdiriliş ile girdir" ve "(çıkarılacak yerden)doğru bir çıkarılışla çıkar" ve hem de "katından bana yardımcı bir güç ver" buyrulması, konumuz açısından bize ilham kaynağı olmuştur.

Rağıb'ın Müfredat'ında ve M. Asım Efendi'nin Kamus'unda ifade edildiği üzere "sıdk" kelimesi vakıaya uygun olan sözler için kullanılmakla beraber aynı zamanda insanların fiilleri için de kullanılır. Araplar, kişi savaşın hakkını tam olarak yerine getirdiği ve yapılması gerekeni yaptığı zaman "sadeka fi'l kıtali" yani savaşta sadık davrandı; yapılması lazım geleni yaptı; vakıa ile uyum sağladı demek olur. Nitekim ayette de "Müminlerden öyle erler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirdiler. (sadakat gösterdiler)" (Ahzab 33/ 23) buyrulmuştur. Yani ortaya koydukları eylemleriyle taahhütlerini yerine getirdiler, demek olur. Bu ayetler gösteriyor ki, insanın fiili ile vakıa ve çevre arasında bir ilgi ve uyum bulunmalıdır. Müminin içi dışı bir oldacağı gibi, fiilleri de çevre ile uyum içinde olacaktır. Ayrıca afak ile enfüs; iç ile dış; birey ile toplum; fert ile devlet; yer ile gök; bitki örtüsü ile bulunduğu yer arasında da bir uyum ve ahenk vardır. Zaten bu düşünce toplumun bir uzviyet ve organizma mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Onun için birey ile toplum ve fert ile devlet arasında doku uyuşmazlığı diye bir şeye asla mahal yoktur. Uyum esastır; ancak bir yerde dinini yaşama imkânı bulamayan bir adamın oradan göç etmesi gerektiği, "Allah'ın yeryüzü geniş değil miydi, yeryüzünde başka bir yere göç etseydiniz ya!" (Nisa 4/ 97) ayetinden anlaşılmaktadır. Biz birey ile toplum ve fert ile devlet birlikteliği ve bütünlüğünü, bireyin hareket ve davranışlarıyla devletin fiilleri, kanun ve kural koyması arasındaki ahengi düşünürken termometre ile çevre ısısı arasındaki uyum aklımıza gelmektedir. Yalnız burada termometrenin ısıya tabi olacağı gibi, bireyin topluma, ferdin de devlete uyacağı asla kabul edilmemelidir. Fert, mecbur olmadıkça, darda, zorda ve zarurette kalmadıkça toplumun ve devletin yanılgı ve yanlışlarına, gaflet ve dalaletine uymaz, onun günahlarına ortak olmaz.       

Ayetin sonunda mensur ve muzaffer kılacak, yardım edici bir sultan ve gücün Allah'tan istenmesi öğretilmektedir. Çünkü bütün güç ve kuvvetin sahibi Allah'tır; fakat zalimler bunu bilemezler. (Bakara 2/ 165) Yine Kuran ifadesiyle “…Allah'ın dilediği olur ve güç-kuvvet ancak Allah ile olur…"(Kehf 18/ 39) demek gerekiyor. Şu halde biz birey ile toplumun gücünü ve onların güçlü olmasını önce Allah'a imanda, sonra O'nun eşyaya koyduğu kanun ve kurallarda, nizam ve düzende arayıp bulmamız gerekiyor. 

           Mevdudi de bu ayetin yorumunda şunları söyler: Yani "Bu bozulmuş dünyayı ıslah edebilmem için ya bana bir yetki ve güç ver, ya da devletlerden birini benim yardımcım kıl." Çünkü zulmü ve sapkınlığı ortadan kaldırmak, günahkârlığı kontrol etmek ve adaleti gerçekleştirmek için güç ve kuvvete ihtiyaç vardır.

Hasan Basri ve Katade bu ayeti böyle tefsir etmişlerdir. Büyük müfessirlerden İbn Cerir ve İbn Kesir de bu görüştedir. Bu görüş Hz. Peygamberin bir hadisi ile de desteklenmektedir. "Allah Kur'an ile yok edilemeyen kötülükleri sultan (güç) ile yok eder." Bu İslam'a göre ıslah edici siyasi gücün gerektiğinin bir delilidir. Çünkü sadece uyarı ve tebliğ ıslah için yeterli değildir. Bunun yanı sıra Allah kendi dininin ikame edilmesi ve kanununun uygulanması için peygamberine bizzat bu duayı öğrettiğine göre, güç sahibi olmayı istemek sadece helal değil, aynı zamanda övülen bir harekettir Allah yolunda O'nun rızası için güç kazanmayı istemek dünyaya tapmak demek değil, bilakis Allah'a ibadet etmek demektir. Şayet cihad için kılıç talep etmek yanlış değilse, ilahi hükümler için güç talep etmek de yanlış değildir. (Mevdudi, Tefhim, III, 131).

Burada toplum ve toplumlar arası ilişkiler başka bir ifade ile devlet ve devletlerarası ilişkiler ya da devletler hukuku hakkında söz ederken, Hz. Peygamberin Risalet alanı itibariyle diğer peygamberlerden farklı bir konuma sahip olduğunu söylemeliyiz. Diğer peygamberler milli ve yöresel iken Hz. Peygamber beynelmilel ve küresel olup O, tüm insanlık için görevli olarak gelmişti. (Araf 7/ 158) Zeki Mesud Alsan "Yeni Devletler Hukuku" adlı eserinde (s.17) "Eski zamanlarda devletler birbirinden uzak yaşıyorlardı. Yan yana yaşayanlar da bir mücadele içinde bulunuyorlar ve biri diğerini yenerek onun yerine geçinceye kadar çarpışıyorlardı", diyor. Bu tespit bizce de doğrudur; zira uluslar arası ilişkiler hakkında insanların nasıl davranacaklarına dair kendilerine peygamberleri tarafından bir bilgi verilmemişti. Çünkü onlara hayatı öğretip anlatan, vakti gelince de onlara yol gösterip gelişmelerini sağlayan peygamberleri hep milli ve yöresel idi.  Yine hemen ifade etmeliyiz ki, tarih içinde meydana gelmiş tüm değişme ve gelişmeler, aşama ve merhaleler, insanlara yol göstermeler, hep peygamberler tarafından gerçekleştirilmiştir. O nedenle Hz. Peygamber'e gelinceye kadar insanlar, henüz aile ve devlet aşaması çağında olup uluslar arası ilişkiler merhalesine daha gelememişlerdi. İnsanların devletlerarası veya milletler seviyesinde bir birlikteliği ya da uluslararası ilişkileri kurup yapabilmeleri için ve bunun bir hukuk çerçevesi dâhilinde olması için, evrensel bir peygamberin öğretilerine ihtiyaç vardır. İşte Hz. Peygamber bu sıfatla Allah'ın elçisi olarak gelirken, onun öğretilerine dayanan İslam âlimleri bu ilişkileri düzenleyen eserler de yazdılar. İlk defa bu konuda bir hukuk kitabı yazan, İmam Ebu Hanife'nin öğrencilerinden İmam Muhammed eş-Şeybani'dir.

Devletler hukukunun tarihçesi: Avrupa ülkelerinde, Devletler Hukuku, günümüzdeki hüviyetini ancak 19. yüzyıl ortalarından itibaren almaya başlamıştır. Hâlbuki günümüzde yeni yeni söz konusu olan Devletler Hukuku problemlerine görüldüğü gibi zamanımızdan bin sene önce İslam âlimleri kaideler koyarak çözümler getirmişlerdir. Devletler Hukukuna ait meseleler, çeşitli fıkıh ve siyer kitaplarında en teferruatlı şekilde ortaya konmuştur. Çeşitli kaynaklardaki bu bilgileri, Büyük İslam âlimi Serahsi de (miladi 1009–1090) İ. Muhammed'in Siyer-i Kebir'ine yaptığı Şerhte toplamıştır. Cafer-i Tayyar'ın Habeşistan'da Necaşi'nin huzurunda söylediği sözler de Devletler Hususi Hukukunun temelini teşkil eder diyebiliriz.

Hak hukuk peşinde koşanlar ise bireyi tanırlar, toplumu tanırlar, aradaki dengeyi koruyarak, her ikisini tutarlar, haklarını ve vazifelerini koyarlar. Günümüzde hukukun, hakkın ve doğrunun peşinde değil, insan olmanın ve insanlığın peşinde değil, yalnızca kuvvetin, güçlü olmanın ve kuvvet bulmanın arkasından koşuluyor. Böylece bunlar, bu sanayi döneminin; ruha değil sadece bedene bakan, histen ve duygudan uzak kalarak, iyi-kötü ve güzel-çirkin kriterlerini bırakan, maddileşmiş bir insan, başka bir ifade ile sadece beden dediği için hayvan seviyesine inmiş bir birey ve toplum örneğini temsil ediyorlar. İnsan bu değil, birey ve toplum bu değil. Allah'ın kendisine insan olma şerefini bahşettiği, yaratıkların en değerlisi, ruh ve beden dengesiyle en güzel kıvama sahip olan birey, fikir, his, irade ve ünsiyet gibi melekelerle donatılmıştır. Fikir; doğruyu yanlıştan, irade; faydalıyı zararlıdan, ünsiyet ise adaleti zulümden ayırır.  İyi, doğru, faydalı ve adil olan 'hak'tır. Kötü, yanlış, zararlı ve zulüm olan ise 'batıl'dır. İşte yeryüzünde mevcut olan hak ile batıl mücadelesinde bütün bu özellik ve güzelliklerini tam kapasite ile çalıştırarak faaliyet gösteren kişiye biz güçlü birey diyoruz.

Ancak böyle bir birey kendi başına olursa yarım olur; bir de onu tamamlayan mensup olduğu bir toplum olması lazımdır. Toplum denilen şey de yine böyle bireylerden oluştuğuna göre saydığımız bu dört hassanın orada kurumlaşarak ortaya çıkması gerekir. Çünkü bireyde ruh ve beden olarak görülen zemin, toplumda ulus ve ülke olarak kendisini gösterir. Böylece toplumda meydana gelmiş olan dini, ilmi, iktisadi ve idari (siyasi) kurumlar toplumu meydana getiren unsurlar olup, bireyin melekelerinin toplumdaki uzantılarıdır. Eğer bir toplumda bu dört unsur ve kurum kendi aralarında dengeli olup tam kapasite ile çalışırsa işte o toplum güçlü toplum sayılır.

Bugün güçlü birey-güçlü toplum ya da güçlü fert ve güçlü devlet unvanına sahip olabilmek için bu anlattıklarımız çerçevesinde yeniden yapılanmak gerekir. Yoksa azlık çokluk bir şey ifade etmez; sadece bilim ve teknolojiye dayanarak veya silah gücüne dayanarak insanlara zulmetmek İsrail'in Filistinlilere yaptığını yapmak, insanlık dışı bir olaydır ve zulümdür. Bu konuda Müslümanları kusurlu ve suçlu buluyorum. Düşman düşmanlığını yapacak ve seni yok etmeye çalışacaktır. Müslümanlar dinlerinin gereğini yapmazlarsa düşmanlarının maskarası olurlar.

 İsrail devletinin ilk başbakanı olan David Ben Gurion'a ziyarete gelenlerden birisi şöyle diyor: Müslümanların kitabı Kur'an'da Yahudiler devlet kuramayacaklar diye yazılı imiş ne dersiniz? Siz bana o Kur'an Müslümanlarını getirin o zaman onlarla bu konuyu görüşürüz cevabını vermiş.

Azlık çokluk bir şey ifade etmez dedik; çünkü Kuran-ı Kerim'de Cenab-ı Hak, "Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle sayıca çok bir topluluğu yenmiştir" (Bakara 2/ 249) buyuruyor.

Müslümanlar için düşmanlarına karşı bir savaşı kazanmak gibi mevzi ve küçük çaplı bir olay değil, Allah, iman eden ve amel-i salih işleyen bir topluma küre-i arzı vaat ediyor. "Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vaat etti. Bugün Filistin'i bile savunma konusunda aciz ve zillet içinde bulunan İslam âlemi  bir gün Allah'ın salih kulları, iyi kulları haline gelirlerse yerküreye hükmeden varisler olabilirler.     

 Bu ayetler de açıkça gösteriyor ki, bütün mesele iyi insan, iyi toplum, imanlı birey ve imanlı toplum olma meselesidir; Allah'a kul olarak, O'nun kanunlarını uygulayarak yine Allah'tan güç ve kuvvet alma meselesidir. Karada, havada ve denizde, siyaset, ticaret ve iktisatta, aile ve toplumda, kâinatta ve yeryüzünde, insan, hayvan bitki ve cansızlar âleminde her zaman ve her yerde hep Allah'ın kanunları yürürlüktedir. Allah merkezli bir kâinat ve Allah merkezli bir dünya var diyenler, varlık âlemindeki bu tevhidi ve birlikteliği yeniden keşfederek, biz sadece Allah'ın koyduğu kanunları çalıştırır ve Allah'a kulluktan başka bir şey bilmeyiz dedikleri gün, bu aciz ve zilletten kurtulur ve yeryüzünün en şerefli ve en güçlü toplumu haline gelmiş olurlar.     

Bireysel iman, toplumsal imanla eşleşip bütünleşmedikçe ve bunlar her ikisiyle birlikte sosyal, siyasal, hukuki ve iktisadi alanlarda bir fonksiyon icra etmedikçe güçlü birey ve güçlü toplumdan bahsedilemez. Hz. Peygamber ile arkadaşlarının Mekke'den Medine'ye hicret etmelerinin sebebi, Medine'de Allah'ın "Ey iman etmiş olan toplum!" hitabına nail olmuş şerefli bir toplum olarak, toplum hayatının tüm alanlarında mensubu oldukları İslam'ın iman amel ve ahlak yönlerinin tam kapasite ile çalışmasını sağlamaktır. Yoksa çeyrek, yarı ya da üç çeyrek Müslüman olan bir toplum güçlü bir toplum olmayacağı gibi, meydanlarında, sokaklarında ve caddelerinde mitingler yaptırılarak "kahrolsun şeriat!" diye avaz, avaz bağıranların seslerinin yeri göğü inlettiği bir ülke iman toplumu olamaz.     

Toplumu tanımayan, toplumdaki sebep ve sebepler zincirini bilmeyen, hele, hele ilk sebebin, gücü sonsuz, mutlak kudret sahibi tek varlık, kadir Allah olduğunu düşünemeyen cahiller veya münafıklar, Ad kavmi misali “bizden daha güçlü kim var dediler”(Fussılet 41/ 15) Ama ad kavmi ve onun gibileri yeryüzünden silindiler.

Tarih tekerrürden ibaret, sadece geçmişteki toplumlarda değil, Hz. Peygamberin toplumunda bile var olan münafıklar, biz daha güçlüyüz, zayıf olanları ülkeden çıkarıp atacağız dediler: “Onlar –And olsun Medine’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp çıkaracaktır.- diyorlar. Hâlbuki izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Resulünün ve müminlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar.” (Münafikun 63/ 8)

 Kuvvet, hakiki galibiyet, haysiyet Allah'ın ve O'nun aziz kıldığı kimselerindir ki, onlar da Allah'ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur.

Görülüyor ki bu ayette müminler, yani nifak izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün kılınmışlardır. Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olmaz. Allah'tan başkasına secde etmez.

Buna rağmen bugün bilim ve teknoloji ile üstünlük sağlayıp medeniyetin merkezinde olanlar, İslam dünyası ve müslümanları zayıf, zelil ve güçsüz duruma düşürerek ellerinden gelen her türlü melaneti işleyebilirler. Bu sebeple de müslümanlar bu ezilmiş ve horlanmış duyguları içersinde psikolojileri bozulmuş ve gelecekten ümitlerini kesmiş olabilirler ve öyle görülebilir. Ancak şu bilinmelidir ki, müslümanların ellerinde bulunan eşsiz kitap Kur'an'ı Kerim onlara dün nasıl ışık tutmuş ve o sayede İslam medeniyeti ortaya çıkarak ilim ve araştırmada tüme varım metodu sayesinde bugünkü batının temelleri atılmışsa yine Kuran, müslümanlara yepyeni bir medeniyetin, din artı bilim eşittir düşünce ve hayat formülü ile özetlenen bir uygarlığın yeniden kurulmasına yol gösterecektir. İşte o zaman müslümanlar, bu ezilmiş ve horlanmışlıktan sonra tarihteki izzetli ve şerefli yerlerine yeniden kavuşmuş olacaklardır.

İslam’ da toplum anlayışı, ne sadece bireyci-individüalist ve ne de yalnız toplumcu-sosyalisttir; belki o, farz-ı ayn ve farz-ı kifaye noktaları ile çift merkezli bir elipstir. Yeryüzün de insan merkezli olmayıp Allah merkezli bir kâinat ve yine Allah merkezli bir dünya vardır. Tüm varlıklar insan, hayvan, bitki ve cansızlar, Allah tarafından yaratılıp dizayn edildiği için, bunlarda Allah’ın koyduğu kanun ve kurallar cereyan eder. Toplumlar da biyolojik yapıya sahip oldukları için normal-anormal, azimet-ruhsat, sağlık ve hastalık kanunlarına tabidirler. Bu kanun ve kurallar Hz. Peygamberden sahabiler yoluyla ve tüm bilginler zinciri ile bize kadar gelmiştir. Allah merkezli bir kâinat ve dünya anlayışında yine onun koyduğu bu kanunların kurduğu bir düzene oturan toplum; kana, akrabalığa ve insan fıtratında olmayan yapay şeylere değil, kaba kuvvete değil; adalete, hak ve hukuka, affa ve mağfirete dayanır. İşte bu birey ve toplum, mutlu olup kurtuluşa ermiş bir toplumdur. (Mücadele 58/ 22). Fakat insan ve toplumlar, bazen bu doğal-ilahi kanunlardan uzaklaşarak hak ve hukuktan ziyade kuvvetin peşinde koşabilirler. Hâlbuki kuvvet hak ve hukuktadır, hak ve hukuk kuvvette değildir. Kuvvet, düşmanı yenmek için ancak savaş halinde istenir, sadece savaşmak için güç kuvvet istemek değil, hatta ayette ifade edildiği gibi onu hazırlamak da dini bir vecibedir. Zira bu husus ayette “kuvvet hazırlayın” şeklinde emir kalıbı ile dile getirilmiştir. “Onlara karşı, Allah’ın ve sizin düşmanlarınız olan bu insanları ve yine bunların dışında sizin bilmediğiniz, fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları caydıracağınız, gücünüzün yettiği her türlü kuvveti hazırlayın.” (Enfal 8/60) Yani savaş için kuvvetli olmanıza sebep olabilecek her neye gücünüz yetiyorsa onu hazırlayın.

Savaş İslam’da sadece zulmü önlemek için yapılır. Gerçekten İslam’da asıl olan barıştır, barış ve anlaşma daha hayırlı olan bir süreçtir. (Nisa 4/ 128) Fakat bugünkü medeniyetin anlayışında asıl olan savaştır. Neredeyse çağımızdaki icatların ve teknolojik gelişmelerin hepsi düşmanı nasıl mağlup edeceğiz anlayışı ile yapılan araştırmalara dayanıyor diyebiliriz. Çünkü dünyaya sevgi ve barış getiren İslam medeniyetinden sonra kurulan batı medeniyeti, Hobbes, Malthus ve Darwin gibi ve onlara benzer düşünen batı-İngiliz filozoflarının ortaya attığı   "Homo Homini Lupus" (İnsan insanın kurdudur) ve hayat mücadeleden ibarettir gibi eşyanın tabiatına ters düşen fikir ve düşüncelerin üzerine oturur.

İnsanlar birbirlerinin kopyası olmadıkları gibi, toplumlar da birbirlerinin fotokopisi değildir. Bu sebeple İslam medeniyetine mensup olan toplumlar, batı medeniyetinin ruhsat olarak işlediklerini veya normal olan kural ve kanunların dışındaki sapkınlıklarını kendilerine aktarıp uygulayamazlar. O halde her birey ve her toplum, arzu edilen değişimleri ancak kendi şartlarına, içinde bulunduğu kültür ve mensubu olduğu medeniyete göre gerçekleştirecektir. Bunun içindir ki, İslam’da “güçlü birey” ve “güçlü toplum” demek, birey ve toplum olarak Allah’a iman etmiş, O’nun, kendisi için koymuş olduğu sosyal, siyasal ve ekonomik kanun ve kurallara göre bir doğal-ilahi nizam kurmuş ve gücünü bu düzeni çalıştırıp yaşayarak elde eden birey ve bireyler, toplum ve toplumlar demektir.

Birey ve toplumların sahip oldukları ırk, dil ve renk, irade dışı oluştuklarından sahiplerine ne bir şey kazandırır ve ne de kaybettirirler. İnsanların kendi iradelerine dayanarak alın terleriyle işlemedikleri şeylerle övülmek istemeye hakları yoktur. (Ali İmran, 3/188). İnsanlık tarihinin ortak malı olan bilim formüllerini gizleyip saklayarak ürettikleri teknoloji ile insanların aleyhine çalışan ve haklarını ellerinden alarak hayatlarına son veren, sözüm ona devletler, güçlü değil, bu ahlak dışı davranışlarıyla en düşük ve zayıf karakterli korkaklar olmuşlardır.

Bütün güç Allah’ındır; çünkü ilk sebep O’dur. Onun koyduğu kanun ve kurallara dayanan ve onları uygulayan toplum ve devletler, kendi düzenleri içinde en güçlü bünyeye sahip olurlar. Çağının iki süper gücü olan Bizans ve Sasanileri yenerek, ellerindeki Suriye ve Irak topraklarını alan Hz. Peygamberin kurduğu 25 yaşındaki devlet, cihan tarihindeki muhteşemliğini hala onurla taşımaktadır. Zamanımızdaki müslümanlar da Hz. Peygamberi örnek alarak dünyaya sosyal, siyasal ve ekonomik hayata yeniden adalet getirme çalışmalarına başlarlarsa, mutlak gücün sahibi olan Allah’ın, Hz. Peygamber misali bir devletin kendilerine ihsanına aday olacaklardır.



Osman Eskicioğlu