๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Eflaki üzerinde 10 Ekim 2010, 11:06:20



Konu Başlığı: Gözlerden ruha sızanlar
Gönderen: Eflaki üzerinde 10 Ekim 2010, 11:06:20
Gözlerden ruha sızanlar

Kalb, âlemlerin kendisinde durulduğu insanın özü, ilâhi tecellilerin âyinesi, maddî ve mânevî huzurun kaynağı, imanın mekanı ve sonsuzluğa açılmış bir penceredir. Maddî kalb maddî uzuvların hayat kaynağı olduğu gibi mânevi kalb de mânevî lâtifelerin, duyguların hayat kaynağı ve idarecisidir. İmanın kalb tahtında saltanatını kurabilmesi, yerleşip ruhun derinliklerine kök salabilmesi ise, onun her türlü şüpheden, mânevî kirlerden temizlenmesine bağlıdır. Evet, insan kalbiyle inanır. Diğer lâtifeler, mânevî duygu ve cihazlar her yönüyle kalbe bağlı, kalbin hayatıyla hayattadırlar. Göz ise kalb ve ruhun bu âleme açılmış bir penceresidir. Şehevî ve nefsânî arzuları tatmin için, fânî güzellikleri seyredip onlardan lezzet alma adına kullanıldığında ise, harama her bakış kalbi ve rûhu yaralayan zehirli bir ok olur. İlâhi neşveyi ifsad eder, Allah’ı zikirden alıkoyar ve günahlara kapı açar.

Haramlara karşı gözleri muhafaza etmenin çok mühim faydaları arasında şunları sayabiliriz: Kalbde imanın tadı hissedilir, mü’minin kalbinde iman nuru artar, ferâseti güçlenir, kalb ve ruh hakiki gücüne ulaşır, irâde kuvvet bulur. Kalbî şecaat artar. Günümüzün mânen kirlenen şu atmosferi altında yaşayan inanmış gönüller, “Mü’minlere söyle gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu hareket onlar için daha temiz (ve daha yararlı) dir. Şüphesiz Allah onların her yaptıklarından haberdardır” mealindeki Ayet-i Celîle’nin açtığı nurlu yolda yürümeye ne kadar muhtaç… Evet, hergün binlerce kalbin katledildiği, yaşanması zor bir dönemdeyiz. Kalblerin bozulmasına ve ruhların yozlaşmasına razı olmayan diriliş erleri, bu âyetin ipine sımsıkı sarılmalı, bu yolda yürümelidirler.

“Kâbe” kâinatta hidâyet kaynağı (1) hayat ve güven durağı (2) inanan gönüllerin kıblegâhı, mukaddes ve mübârek (3) bir mihverdir. Biz onun koruyucusu, o bizim koruyucumuz, emniyetin remzi yüce mihver.

Âlemlerin kendisinde dürüldüğü insanda ise “Kalb” onun özü, ilâhî tecellilerin âyinesi, maddi ve manevî huzurun kaynağı, imanın mekânı ve sonsuzluğa açılmış bir penceredir. O, zat-ı Akdes’in feyiz ve kereminin yeşerip geliştiği bir bahçe ve Arşullah olmaya namzet önemli bir mihverdir. Zira, Nebiler Nebisi, bir kutsî hadisde, O Zât-ı ecelli a’lâ’nın kevn-ü mekâna sığmadığını, fakat bir mü’min kulunun kalbine sığdığını beyan etmişlerdir (4). Binâenaleyh, kalbden maksad, çam kozalağı gibi bir et parçası değildir. O, bir lâtîfe-i Rabbâniyedir ki, insanın mânevi hayatına yaptığı hizmet, maddî kalbin cesede yaptığı hizmet gibidir. Nasıl cismanî hayat onun çalışmasıyla kâimdir; sekteye uğradığı zaman, cesed de sukuta uğrar; öyle de o, lâtife-i Rabbâniye olan mânevi kalb, mânevi hayatın hey’et-i mecmuâsını nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır.

Evet; her kalbin bir kıblesi vardır. (5) Lâkin inanmış kalbin döneceği tek yön, kâinatın kalbi “Kâbe”dir. Tek yön, tek istikâmet, tek kıble. Zira, kalbler ancak O’na dönmekle ve O’na ait mânâlarla hemdem olmakla itminâna erebilir.

Kalbiyle her an cemâlî tecellîlerin merkezileştiği bu mihvere dönen mü’min, o muazzez beyte inen rahmet ve inâyet esintileriyle irtibâta geçtiği an; âdeta cennet bahçelerinde uçuyor gibidir. O an, kalbin, rahmâni tecelliler çeşmesine ağzını dayadığı, kana kana, doyasıya âb-ı kevser yudumladığı andır. İşte bu ân-ı seyyâleyi yakalayan bahtiyar, huzur’dan ayrılınca, “nerede ise ayaklarım yerden kesilecek, semâlara pervaz edecektim” sözüyle bu hâli anlatmaya çalışır.

Görüldüğü gibi, maddî kalb maddî uzuvların hayat kaynağı, mânevi kalb ise mânevi lâtifelerin, duyguların hayat kaynağı, idarecisi ve îmanın mahallidir. İmanın kalb tahtında saltanatını kurabilmesi, yerleşip ruhun derinliklerine kök salabilmesi ise, onun her türlü şüpheden, mânevi kirlerden temizlenmesine bağlıdır. Dolayısıyla îmanın hayatiyetini devam ettirebilmesi için, kalb saffetinin korunması şarttır. Zira işlenen her bir günah ve kalbe giren her bir şüphe vücudda hastalık yapan mikroplar mesâbesindedir. Nasıl ki vücud bu mikroplardan temizlenmedikçe hakiki güç ve kuvvetine kavuşamazsa, kalb de bu şüphe, delalet ve günah mikroplarından tasfiye edilip korunmadıkça, gerçek güç ve irâdesine ulaşamaz. Efendimiz (s.a.s.), ruh dünyamıza ait bu gerçeği yüce beyanlarında şöyle dile getirmiştir:

“Mü’min bir günâh işlediğinde kalbinde bir siyah nokta meydana gelir. Eğer tevbe ve istiğfar ederek günâhını affettirirse kalbi cilâlanır. Şayet günaha devam ederse bu siyahlık artar.” (6)

“Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler kalblerinin üzerine pas olmuştur.” (7), ferman-ı ilâhisi de bizlere bu gerçeği anlatmaktadır.

“Her günahda küfre giden bir yol vardır“, küllî kaidesi de bu hakikatin veciz bir ifâdesidir.