๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 04 Aralık 2010, 16:01:15



Konu Başlığı: Gölgeler kentinde bir gün
Gönderen: Sümeyye üzerinde 04 Aralık 2010, 16:01:15
Gölgeler Kentinde Bir Gün

 
Mustafa Doğan

  “Bir gölge kadar gerçek olan bu kentte,

                                       her şey iğreti her şey emanet”



Günlerden perşembe. Hava giderek kararıyor ve etrafı soğuk gölgeler kaplıyor. Giderek artan soğuk hava, ince bir sızıyla tüm bedenime dağılıyor. Etrafta bulunan her şeyle birlikte ben de üşüyorum. Yürüyorum ve gün boyu biriken sıkıntıyı dağıtmaya çalışıyorum. Kış aylarında belki zor oluyor ama bu mevsimin kıymetini biliyorum. Ve her gün düzenli olarak yürüyorum.

Şehrin kalabalığı, trafiğin yoğunluğu, insanların akşam telaşı, bitmek bilmeyen koşuşturmaları ve hırsları bu hazan mevsiminde biraz daha anlam kazanıyor. Hayat mücadelesi böyle bir şey olsa gerek. Zaman döngüsü bu mevsimde yeni bir boyuta evrilir gibi değişiyor. Her şey, binalar, sokaklar, kaldırımlar, evler, ağaçlar, kuşlar, insanlar ve biraz daha büyüyen çocuklar… Değişimle gelişim arasında bir noktada bulunarak birikimli bir sürecin imgeleri ile mütevazı bir muzafferiyeti temsil ediyorlar. Haliyle kendimi de bu sürece dâhil ediyorum. Geride kalanları, kazandıklarımı, yitirdiklerimi düşünüyorum. Her adımda yeni bir ufka uzanıyorum. Oradan oraya koşuyor ama sonra kendimi aynı yerde buluyorum.

Yani bir merkez var. Her şeyin kendisiyle anlam kazandığı bir düşünce ufku… Oraya gelir gelmez düşündüklerimin onun sınırları dâhilinde anlam kazandığını fark ediyorum. Yanılmıyorsam çokta geç olmayan bir zaman diliminde, dünyanın merkezi olarak kendimi keşfetmiştim. Ne de olsa etrafımda olanlar, onları düşündüğüm için vardı değil mi! Evet öyle olmalıydı. Düşünen bir irade, fark eden bir bilinçtim. Bu nedenle biricik bir gerçeklik olarak önemliydim. Kendimi bu nedenle sevmeye karar verdim. Bunu yaparken modern sapkınlıktan etkilenmediğimi söyleyemem ama ruh halim, suretin ötesinde bir varoluşa koşut bu hissiyatı besleyiverdi. Yani önemli olduğumu keşfettim. Ama bir sorun vardı. Bundan, yani bu düşündüklerimden etrafımdakilerin pekte haberi yoktu.

İşte bu büyük bir sorundu. Ne kadar çabaladıysam, ne kadar çalıştıysam bu sorunu aşamadım. Sanırım içe kapanık hallerim bu durumun yegâne nedeniydi. Sonrasında malum uğraşılar nedeniyle sıradan birisi oluverdim. Belki de ne olduğunu tam olarak bilemediğim, kimi zaman bir heyula olarak tasvir ettiğim sistem tarafından yola getirildim. Böylesine sıradan bir hayata mahkûm edilmenin memleket için kayıp olduğunu da düşünmüyor değilim. Oysa içimde dağların esintisi, yağmurun serpintisi vardır. Öyle bir coşku, öyle bir heyecan ki yer ve gök sarsılır. Gel gör ki böyle sıradan bir memur olarak çalışmak, gün boyu gelen ve giden evrakları kaydetmek her şeyi dizginleyiverdi.

Bu nedenle yürümek, sıkılan ruhuma, gün boyu oturduğum sandalyeden sonra iyice ağırlaşan vücuduma iyi geliyor. Bir nevi egzersiz yapıyorum. İşten çıkıyorum, bir saat kadar yürüdükten sonra birkaç parça bir şey alıp evin yolunu tutuyorum. Gerçi eve dönüş kısmını pek sevdiğim söylenemez ama artık ona da alışıverdim.

Aslında hanımı, çocuklarla birlikte memlekete göndermiş olduğum için eve gidesim yok. Alışkanlıktan olsa gerek, gidiyorum işte. Rafet’e göre bu fırsatı değerlendirmeliymişim. Bütçemize uygun bir yer biliyormuş. Kendimize zaman ayırmalıymışız. O anda yeniden anımsayıverdim. Ben hayatın yegâne öznesiydim. Biricik bir gerçeklik olarak kendime zaman ayırmalı, üç kuruş memur maaşımı bana bu gerçeği hatırlatanlara hediye etmeliydim. Bunun bir görev ve sorumluluk olduğu gibi garip bir duyguya kapılarak gitmek için kendimi zorladım. Kendimi ispat etmek için memur maaşını gözden çıkarmalıydım. Ama yapamadım. Taşralı hissiyatım baskın çıktı. Annemden kalan cimrilikten dolayı kendimi ispat edemedim. Tabi Rafet buna çok kızdı. En kısa zamanda bir psikiyatra görünmemi, çocukluğumla hesaplaşmam gerektiğini söyledi.

Haklıydı. Pek de parlak sayılmayacak bir çocukluğum vardı. Yedi kardeş bir arada, işçi bir babanın imkânları ve eli sıkı bir annenin kısıtlamalarıyla yetişiverdik. Sonra okul yılları başlardı. Yoğun bir eğitim süreciydi. Çok çalışıyorduk. Okul binaları eskiydi. Fakat biz tarihin önemini bilen bir nesil olarak bu emektar binalarda sathı aşan bir hissiyatla çalışıyorduk. Fırsat eşitliği ilkesi gereğince her sınıfa altmış yetmiş kişi olarak doluşuveriyor, altmış yetmiş yürek çelik bir duvar gibi bir bütün oluveriyorduk. Tek olmanın, bir olmanın hayatın özü olduğunu, farklı olmanın ise nifak olduğunu öğrenerek büyüyorduk. Çok çalışıyorduk. Her sabah toplu olarak yemin ediyor, yılın belli zamanlarında hazır kıta yürüyorduk. Varlığa ve hayata yeni bir nazarla bakarak muasır düşler görüyorduk. Gel gör ki bu ağır eğitimden sonrada sadece memur olabildik. Ama yok, gene de psikiyatra görünmeli, memur maaşından arta kalana ne varsa onunla paylaşmalıydım. Ne de olsa o bana çocukluğumun önemli olduğunu öğretecekti.

Sanırım bu gün fazla düşündüm. Şimdi Hatice olsa hemencecik fark ederdi. “Gene yüzün sararmış. Ne düşünüyorsun böyle anlamıyorum!” derdi. Hatice’ye göre düşünme hastalığına yakalanmışım. En kısa zamanda -tabi belli etmeden- Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesindeki arkadaşıma görünmeliyim diye düşünüverdim. Fakat onun uzmanlık alanının dışında olmam nedeni ile başka bir servise yönlendirildim. Sırada bekledim, evrak işleri ile uğraştım ama inancımı yitirmedim. “On yıldır Muhekemat Müdüriyetinde çalışmakta olan Abdullah GÖZÜPEK “düşünme hastalığına” yakalanmıştır.” Böyle bir rapor çıkabilirdi. Birkaç tanıdığı araya koydum. Ama doktor önce muayenehanesini ziyaret etmemi istedi. Tabi ziyarette hayır var diyerek yola koyuldum. Tanıştık, konuştuk, dertleştik. Çocukluğumdan pek bahsetmedik ama manik depresif hallerim olduğuna, bu anlamda çağın hastalıklarından birine tutulduğuma dair bir yargıya vardığını söyledi. Ben ne kadar hastalığım “düşünmek” desem de doktor, böylesi bir hastalığın toplumumuzda görülmesinin uzak bir ihtimal olduğuna dair uzun uzun konuştu. Sanırım durumun yasal olmayışından dolayı çamura yatıyordu. Üstelemedim; ama bir yüzlük vermeden de çıkamadım.

Akşamın ölgün ışıkları ıslak kaldırımlarda kaybolurken, yerini sarı lambalardan yansıyan soluk ışımalara terk ediyordu. Bense yürüyordum. Bir anda her zamankinden daha uzun süredir yürüdüğümü fark ettim. Eve gitmediğim kesindi. Yürüyordum ama adımlarımın beni nereye götürdüğünü de bilmiyordum. Sadece hareket etmek gibi bir şeydi yaptığım. O anda transa girdiğimi düşünüverdim. Düşüncelerimden, hislerimden, arzu ve isteklerimden arınarak bir Hint racası gibi bu haris kentin ihtiraslarından arındığımı duyumsadım. Bu iyi bir şey olmalıydı. Zaten düşünce hastalığına tutulmuş biri olarak çok çaresizdim. Biraz olsun dinlenmek hiçte fena olmazdı. Önce ayaklarımı yavaşça kaldırıyor –tabi bacaklarımı da- sonra biraz ileriye doğru uzatıyordum. Sanırım gövdem de ileriye doğru atılıyordu.

Böylelikle yürüyordum. Sadece hareketi takip ediyordum. Ama düşünmemeye çalışıyordum. Bunu başarmanın bir yolunun olduğunu keşfettiğim için bir anda seviniverdim. Düşünmekten kurtulmuş olmam nedeni ile mutlu olduğumu düşünüyordum ki bir şey oldu. Sanki birileri bir yerlerden bir şeyler fısıldadı. Hiç olmadık yerlerden bir şeyler söyleyerek huzurumu kaçırdı. Kaçarı yoktu. Ne yaparsam yapayım ruhumun en derin yerine zerk ettiği mikropları ile beni kendine mahkûm eden bu hastalıktan kurtulamıyordum. Oysaki okul yıllarında ne kadar da uğraşmıştım. Toplumsal yapının memleket sathında göstermiş olduğu bütüncül yapının, aykırı hisler tarafından kirletilmesinin yaratacağı felaketi önceden hesap eden büyüklerim tarafından uyarılmama rağmen buna engel olamadım. Her şey tek olmalıydı. Kaynaşmış bir bütün olarak tek olmanın, bir olmanın üstün yetenekleri ile donanmalıydı. Ama öyle olmadı. Olamadı. Hiçbir şey öngörüldüğü gibi yürümüyordu. Planlar, kısa bir süre sonra kendisi için yapıldığı her neyse ona benzeyip duruyordu. 

Yabancı uzmanların desteğinin de alındığı bir dizi bilimsel çalışmayla bu durumun nedenleri araştırıldı tabi. Bilimin bu konuda söylemesi gereken sözler olmalıydı. Araştırma heyetinin başına tayin edilen profesör, yaptığı açıklama ile toplumda görülmekte olan ve bir türlü önüne geçilemeyen “hayalciliğin” insanları yanlış alanlara çektiğini, hayal ve rüya karışımı düşüncelerin insanların gerçeklik algısını yok ettiğini, bu durumun ise toplumsal alanda ciddi kırılmalara neden olduğunu ifade ediyordu. Aslında başıbozuk hayallere maruz kalanları rehabilite etmek istiyorlardı. Önlemler de gecikmedi. Konferanslarda, panellerde, televizyon programlarında uzun uzun tartışıldı. Mitinglerin ve sokak gösterilerinin gecikmesine anlam veremiyordum ama bekliyordum. Kitlesel direnişin temsili mahiyetinde yapılacak gösteriler, kökü dışarıda olan hayallere er ya da geç haddini bildirirdi.

İtiraf etmeliyim ki bu açıklamalardan sonra aylarca rahat yüzü göremedim. Her an için bir laboratuar faresi olacağımı düşünerek gece gündüz demeden kendimi gizledim. Ama müdür bir şekilde benden şüpheleniyordu. Olmadık yerde olmadık sözlerle beni tahrik ediyordu. Fakat ben temkinli bir adamdım. Doğal bir yetenek olarak gelişiveren düşünsel reflekslerim vardı. Mesela her durumda söylenmesi gereken sözleri ezberlemiştim. Onları söylediğim zaman her şey bir anda süt liman olur, bütün sorunlar hallolurdu. Maharet o sözleri ezberlemekte gizliydi. Üzerine ağdalı birkaç söz ekleme kabiliyetiniz varsa şayet, ikbal basamaklarını bir anda çıkabilirdiniz. Dikey hareketlilik bu denli kolaydı. Tek yapmanız gereken o sözleri ezberlemekte gizliydi. Bu durum sözel zekâsı ağır basan benim için hiçte zor olmamıştı. Okul yıllarında hepsini yemiş yutmuştum.

Fakat müdürün şüphelerine, imalı bakışlarına bir türlü engel olamıyordum. Ezberlerinin ötesinde, garip amentüleri olan bu bilinç halini törensel bir cehaletle taçlandırmalıydım. Mesela aptalın teki olmam her şeyi halledebilirdi. Oysa ben hastaydım. Düşünmek gibi bir hastalığa tutulmuştum. Ve bu hastalık her geçen gün artıyordu. Ruhumun her bir noktasını istila ediyordu. Her bir zerresine kendi kodlarını zerk ediyordu.

Ama bir şekilde kendimi gizlemeyi başardım. Saklanmak, gizlenmek ve tabi ki temkinli olmak doğal bir yetenek gibi verilmişti bura çocuklarına. Yakın zamana kadar bu konuda pek mahirdim desem yeridir. Sonra birden her şey değişti. Yani aynı kalamadım. İçimde biriken hastalık, kendisine masum kurbanlar arıyordu. Çaresiz boyun eğdim. Artık pek dikkat etmiyordum. Ezberleri ise bırakmıştım. Garip bir cesaret, anlam veremediğim bir duygu belirivermişti. O anda hastalığa tamamen yenildiğimi fark ettim. Başka doktorlara da göründüm; fakat çare olmadı. Böylesi bir hastalığın tıp tarihinde yeri olmadığı gibi tanım olarak da yasal olmadığını söyleyerek, yasal bir tanım yapılıncaya kadar beklememi ve fazla konuşmamamı öğütlemişlerdi. Müdür bile pek dikkate almıyordu artık. Bir imalat hatası olmam muhtemeldi.

Sonra aradan yıllar geçti. He şey kendi seyrinde devam etti ve memleket sathında giderek yayılan hayalciliğin beslediği düşünce kirliliği, beni de kötü emellerine alet etti. Hastalığım kesindi. Ama zamanla alışıverdim. Ne yalan söyleyeyim etrafımdakiler de alıştılar. Daha doğrusu tanımlanmış bir durumun vereceği rahatsızlığı kontrol edebildiklerinden, cürümüm kadar günahım olabilirdi. Bu nedenle pekte tehlikeli sayılmazdım. Artık ifşa olmuştum.

Yavaşça saate baktım. Saat akşamın sekiziydi. Bir hayli acıkmış olarak köşe başındaki çorbacıya giriverdim. Bu yere ilk defa geliyordum. Kasada oturan kısa boylu adamın beni tanımadığı kesindi. Hava çoktan kararmıştı…

Neredeyse sabahtan beri bir şey yememiştim. Gün boyunca unuttuğum şeylerin arasında nedense açlık birinci sırada geliyor. Bir de bakıyorum ki evdeyim ve yemek yiyorum. Önüme konan tabağı birkaç lokmada yutuveriyorum. Sonra hiçbir şey olmamış gibi kalkıveriyorum. 

İstediğim çorbayı genç bir garson getiriyor. Haline bakılırsa sabahtan beri ayakta… Biraz yorgunluk, biraz bıkkınlık ve biraz da öfkeyle bırakıyor kâseyi. Buhar bulutlarının yükseldiği çorba kâsesinde kızgın dalgalar oluşuyor. O duvardan o duvara çarpıyor. Kâsenin içinde olmadığım için seviniyorum. Fakat içerinin havası kâseden yükselen öfkeyle biraz daha ısınıyor. Çok geçmeden nedenini bilmediğim bir hararetin yükselmesi ile bedenimin titremeye başladığını fark ediyorum. Tavan alçalıyor, duvarlar yaklaşıyor, lambalar yanıp sönüyor ve sonra içerde bulunan her şeyle bir bütün oluyoruz. Sağımdaki masada oturan yaşlı adam nedense pek tanıdık geliyor. Köşedeki çiftin ise Hatice ile ben olma ihtimali fazlasıyla mümkün. Daha fazla dayanamıyorum ve pardösümü çıkarıyorum. Her yemek öncesi yapılması gereken bir davranış biçimi olduğunu o anda hatırlıyorum. Bu durumu hastalığıma hamlederek yavaşça kaşığı alıyorum ve bir kâse dolusu öfkeyi mideye indirmek için hazırlanıyorum.

Beş dakikaya kalmadan bitiriyorum çorbayı.  İçim ısınıyor ve sinir katsayım yükseliyor. Bir kâse dolusu öfkeden sonra rahatlıyorum. Bir anda uyum sağlıyorum her şeye. Kısa süreceğini bildiğim bu duygunun tadını çıkarıyorum. Etrafta bulunan her şeyden bir şey olmak, her şeyde bir olmak ve bir olarak her şey olmak gibi bir duyguyu tadıveriyorum. O anki duygularımın mevcut tanımlara uyduğunu bilmiş olmak yeniden hastalığımı hatırlamama neden oluyor. Her şeyin ayırdına varma hissini bir kopuş anı olarak yaşadığım bu durumlarda, garip bir sancı ile irkiliyorum. Bütün bedenim zıtlıklar arasında bir muhacir, yeri ve yurdu olmayan bir mülteci gibi iğreti duruyor. Sanırım manzarayı bozuyorum. Oyunbozanlık ettiğim da söylenebilir. Bu nedenle alınacak tedbirleri uzun zamandır merak ediyorum. Bekliyorum, günü ve saati aşan bir şuurla bekliyorum. Bir hastanın hissiyatıyla, bir ahir zaman peygamberinin vakarıyla bekliyorum.

Belki rüya görüyorum. Anlamsız, boş ve tanımsız sanrılar içinde doktorun dediklerini haklı çıkaran bir halim var. Belki diyorum ve belkiden geri kalan her ne varsa oralara sığınıyorum. Sonra yeni bir rüya görüyorum. Kimsenin görmediği, kimsenin bilmediği, kimsenin dilemediği bir rüya… Sonra rüyanın kendisini sorguluyorum. Gerçeklik tanımlarına uymadığına göre yok olduğunu kabul etmem gerekiyordu. Fakat içimden bir ses boş ver diyordu. Bunun dışında daha pek çok şey söylüyordu. Genellikle de aykırı şeyler oluyordu bunlar. Devam eden bir sızı gibi kendini yeniliyordu ve söyleyecek bir şeyler buluyordu. Bu sesi bir türlü engelleyemiyordum. Bir türlü susturamıyordum. Her şeyin nedeni olarak onun hakkında bir dilekçe yazmayı bile düşünmüştüm ama yardım ve yataklıktan içeri atılmaktan korktuğum için bu ihbardan vazgeçtim. Bu sırrı hep gizledim. Hatice’nin bile haberi yoktu içimdeki bu sesten. Kökü dışarıda hainler, işbirlikçiler gibi sıfatların yanına “yardım ve yataklıkta ileri gidenler” gibi yeni bir sıfatın eklenmesini istemediğimden bundan vazgeçtim.

Her zamanki gibi içime atarak bekledim. Çünkü ağır kitaplarda, gelecek günlerin daha güzel olacağına dair mutlak yargılar vardı. Gelecek bir gün gelecekti ve o gün her şey altın güneşin huzmeleriyle dirilecekti. O gün her şey daha bir güzel olacak, kırgınlıklar son bulacak, çatışmalar sona erecek, insanoğlu ihtiraslarından arınarak özündeki cevheri keşfedecekti. Buna yakın şeylerdi yazılanlar. Tabi bunun için biraz beklemek gerekiyordu. Kitaplar bunu da yazıyordu. Ama biraz küçük harfler kullanılmıştı. Hastalığım nedeniyle fark etmiştim. İlerliyorduk. Zamana rağmen, hayata rağmen, varlığa rağmen ilerlemeye devam ediyorduk.

   Birden irkildim. Karşımdaki duvara öylece iliştirilmiş televizyondan bir takım haberle geçiyordu. Hastalığımın belirtilerinden olan takıntılı tavırlarla sarı saçlı, soluk benizli spikerin okuduğu haberleri dinlemeye başladım. “ Sağlık Bakanlığından yapılan açıklamaya göre nedeni hala belirlenemeyen koşullara bağlı olarak yurdumuzun belli bölgelerinde zihinsel kirlenme sorunu görülmüştür. Her geçen gün arttığı belirtilen hastalığın kökü dışarıda olan şahıslar tarafından yurda sokulduğu düşünülmektedir. Hastalığın giderek yayıldığını açıklayan uzmanlar bu konuda Adalet ve Savunma bakanlığı ile koordineli çalışmaların yürütüldüğünü, hastalığın teşhis ve tespiti için geliştirilen yöntemlerin önleyici tedbirlerle devam edeceğini bildirdi.” Şaşırmıştım. İlk defa resmi ağızlardan açıklama yapılıyordu. O anda ne yapacağımı bilemedim. Karşımda birisi olsa, betim benzimin sarardığını, ruhumun çekilip alındığını söyleyebilirdi. Birden bayılacak gibi oldum. Fakat buna bir şekilde mani oldum. İçine düştüğüm boşluğun beni yutmasına mani olmak için zaten orada olduğumu fakat bunu örten hayaller ve uğraşılar nedeni ile bunu unuttuğumu hatırlayarak mani oldum. Fakat bu durum dahi beni tatmin etmedi. Ruhum titriyordu. Bedenim yerine ruhum bu görevi üstlenirken kendimi gizlemeye çalışıyordum. Ama kayıtlar vardı değil mi? Hastane kayıtları, istihbarat kayıtları... Manik depresif olduğum dışında başka şeyler de yazıyordu mutlaka.

Ne yapacağımı bilemeden usulca oturduğum sandalyeden kalktım. Ücreti ödemek için kasaya doğru yaklaştım. Cebimden çıkardığım buruşuk paralardan en düzgün olanını seçtim ve kasada oturan adama uzattım. “Bir çorba” dedim ve yarım ağızla teşekkür ettim. Sanırım yaranmaya çalışıyordum. Fakat oralı olmadı. Uzattığım parayı alıp kasaya koydu. Sonra bir avuç bozukluğu avucumun içine boca etti. Teşekkürümü bir kez daha yineledim. Sanırım duyuyor. Usulca başını kaldırıyor ve ne olduğuna anlam veremediğim bir bakışla bakıyor.

Bakışıyoruz. İçerinin soluk ışıkları arasında garip bir sessizlik büyüyor ve kirli duvarların arasında kalan tüm boşluğu dolduruyor. Beni tanıdığını düşünmeye başlıyorum. Bir şeylerden şüphelendiği kesin. Daracık alnında biriken çizgilerin gizlediği yorgunluk, biraz olsun içimi rahatlatsa da tanındığımı, etrafımın sarıldığını, dört bir yandan kuşatıldığımı düşünmeye başlıyorum. Hastalığım giderek depreşiyor. Kasadaki adam bu halimi fark etmiş olacak ki kasanın hemen yanında duran kirli telefonun ahizesini usulca kaldırıyor. Yavaşça numaraları tuşluyor. Öfkeli bir tavırla mutfak tarafına bakıyor. Garson hemencecik fark ediyor bu bakışı. Tabakları daha dikkatli yerleştiriyor.

“Bol Kepçeye yirmi ekmek”

Kasadaki adamın ağzından duyduğum son cümle bu oluyor. Yirmi ekmek, bol ekmek, sepet dolusu somun ekmek… Koşmaya hazırlanırken duyuyorum bu sözleri. Ama bir dizi şifre olma ihtimalini de hesaba katarak hızlı adımlarla Bol Kepçe Çorba Salonundan uzaklaşıyorum.

Serin hava iyi geliyor. Üzerimdeki ağırlık birden kalkar gibi oluyor. Yeniden yürüyorum. Yalnızlık, korku ve endişe gibi duygularla evden biraz daha uzaklaşıyorum. Sokak lambalarının altında biriken günahları, suça bulanmış kaldırımları, gürültülü dükkânları ve bir gölge kadar gerçek olan insanları geride bırakarak ilerliyorum. Sığınacağım bir yer ararken kendimi bir bankın kenarında buluyorum. Usulca oturuyorum. Etrafın tenha oluşunu biraz garipsiyorum ama birbirini tanımayan insan selinden uzaklaşmış olmak beni mutlu ediyor. Bir müddet oturuyorum. Ne var ki güvenli olmadığını düşünerek tekrar yürümeye koyuluyorum. Etrafımı kontrol ediyorum. Ara sıra dönüp arkama bakıyorum ama bunu yaparken tanıdık birisini görmüş gibi davranıyorum. Başımı kaldırmadan, kimseciklere çarpmadan en kısa zamanda eve gitmek istiyorum.

Korkuyorum. İçimi kaplayan ve bütün varlığıma hükmeden hisler tarafından sarsılıyorum. Dışarının soğuk havası ruhuma gizlenen titreme nöbetlerini azat ediyor. Kayıtsızca, umarsızca titriyorum. Bilindik korku nöbetlerine tutulduğumu sanan etraftakiler bu halimi dış düşmanların, kökü dışarıda işbirlikçilerin, satılmış hainlerin kirli emellerine karşı yürütülen onurlu direnişin bir parçası olarak algılıyor. Bazıları imrenen bakışlarla geçiyor sağımdan solumdan. Anneler çocuklarına gösteriyor. Evet bir kahraman olmak istiyorum. O anda içimde coşkun seller gibi taşan sözler birikiyor. Bir anda kendimi bir masanın üstünde buluyorum ve coşkulu bir nutuk okuyorum.  Herkesi korkutuyorum ve şehrin gürültüsüne karışan alkışlar arasında bir kahraman olup çıkıyorum.  Korkuyorum ve korkarak kendime geliyorum. Usulca başımı gökyüzüne kaldırıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Her nefeste iki parçaya ayrılıyormuş gibi bir hisle varlığımı yadırgıyorum. Her nefeste biraz daha kayboluyorum. Ve sonra bir oluyorum. Tek yürek, tek ses oluyorum. Küçülen benliğim ikbal basamaklarını, gelecek günlerin umut dolu anlarını muştuluyor. Fena buluyorum. Yok oluyorum. Sonra bir diriliş anı gerçekleşiyor. Korkulardan mülhem bir varlık doğuyor. Yeni bir gün, yeni bir hayat başlıyor. Fakat içimdeki o ses her zamankinden daha emin bir tonda “Bir gölge kadar gerçek olan bu kentte, her şey iğreti her şey emanet” diye sesleniyor.