๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:43:08



Konu Başlığı: Felsefi sadalar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:43:08
Felsefi Sadalar


Mehmet Doğan

Ve insan sualle tanıştı: Neden bu linet, bu lanet ve kovuluş? Neden bu rahmet, bu ziynet ve kayboluş? Acep böyle soruları sormanın imkanına malik miyim ben? ''Düşünüyorum, varım...'' Geçelim efendim... Descartes'i de, Reid'i de buradan görmeli. Soran, iradi bir eyleyendir; eyleyen olmak, eyleyen olmanın karanlık dehlizlerinde deste deste, yumak yumak bir gizi aramak... Düşünce ve düşünce tarihinin hülasası... Çünkü evvela homo-scepticus yoktu, önce ''soru'' vardı. Soru işaretleri, ey soru işaretleri, ey meçhulün askerleri! Nereye böyle, nereye?

Bu topraklar neden bu muzdarip soruların çarklarına düşüverdi? Kimimizin derdi bu. Niçin daha evvel savrulmadık bu bela ovasına? Kimimizin de bu. İman ve aksiyonla var olmuş, iman ve aksiyonu var etmiş kimlerdik. Ne içsek yuduma gelirliği vardı. Ne yesek lokma olurdu bize. Türkiye, düşünceyi düşünecek olgunluğa varmadı henüz. Batı'nın imtiyazı devam ediyor hâlâ. Bu ülkenin hikâyesindeki plot kopukluğu düşünce söz konusu olunca tam anlamıyla caridir. Millet, (çok lazımsa) her yabancı fikri bünyeye intibak ettiren organizma olsa gerekti. Ama ulus?

Akademiyamız bir sirktrajedi. Üniversite, ilimler anası demek. İlim? İrfan? Akademiyamızın kapılarından ebediyen kovulmuş birer Mefisto. Bir siyasi parti akademiya. Batılı anlamda da değil! Şark Kurnazlığı İlim Kompartımanı Siyasi Partisi gibi bir şey. Gırtlağına kadar çıkmazlara bürünmüş bir memleketin semalarında en parlak renklerimiz, alâim-i semamız, akademiyamız.

Emel. Bir memleketin bir, milletin var oluş fikri; sebebi, saiki, programı, neticesi. Akademiya neden vardır? Emelin, ülkünün muhafazası için. Ne emel ne ülkü, koltuk kavgalarının harp seferleri; sefer teraneleri, sefer teraneleri, sefer teraneleri.

İranlı asker Krezüs'ün kellesini uçuracağı zaman, Krezüs'ün dilsiz oğlu askere: ''Hey asker, o Krezüs.'' diye haykırmış. Civanmert insan dehşete sükut edemez. Hacı Mustafa Açıköz, üniversitemizin saygıya layık bir adamdır. O, Merza Fakur’un (1419) Bir Ülkede Önce Ulema ve Kavramlar, Sonra Umera ve Kurumlar Bozulur tespitinde olduğu gibi, her cinayeti bize haber verecek bir adamdır. Nefsini hakka karşı ubudiyet, halka karşı insaf makamında bulundurmayı vazife addeden genç bir ilim adamıdır O. Parlak biri ve zaten sıkça gördüğümüz ismi, daha da gür bir sedâyla zikredilecek gibi görünüyor.

En belirgin vasfı tevazu, Mustafa Hoca'nın. Herhangi bir ortamda ona bir şeyler öğretirken görürsünüz kendinizi. Yaşınız ne olursa olsun, bulunduğunuz makam ve mevkii ne olursa olsun, sizinle bir sofraya bile oturmadan, henüz tanışma faslında, ürettiği eserlerin hacmi ve kıymeti hakkında bir fikriniz bile yokken... Bütün bunları düşünmeden ve hesapsızca aranızda en tabii bir biçimde, aynı iki yabancı arasında olduğu gibi, var olabilecek Berlin duvarlarını gönülden kucaklaşmalarla ve iltifatlarla, tevazuun surda gedik açan askerleriyle yıkan bir adamdır ki, kendisi bunun farkında bile değildir.

Nitekim ilmi bir çalışmasının sağanaklarını sizin ikliminize yağdırmadığı sürece onun gökte olduğunu anlayamazsınız ve bu adam neden aşağıda oturuyor? Dersiniz. Sonra anlarsınız ki, o kurgu sizin zihin marangozunuzun bir hatasıymış.

Bunlar övgü mü? Ne münasebet. Onun için de, kendim içim de: Tenzih. Ancak bu toprakların çamuruyla yaratılmış bir irfanın ufkundan medet umabiliriz diyorum. O toprak ki ruhuna üflenmiş olsun. Bizim ruhumuzdan ve ilmi, irfanı namusla elde etmiş, erdemle saçan ve bu sebeple belalara talebe.

Sedâlar, bir dehanın göklerinde çakan birkaç şimşek. On üç metinden oluşuyor. Acaba on üçün özel bir sebebi var mı? Öğrendiğime göre yokmuş. Ama biliyoruz ki on üç, Batı düşüncesinde bir mit, uğursuz bir mit, sebebi ve sonucu olan bir mit... Peygamber Mehemmed, beş yüz yetmiş bir; toplam onüç. Ebu'l feth Sultan Mehemmed, bin dört yüz elli üç; toplam on üç....ilh.  Sedâlar, Mustafa Hoca'nın diğer felsefe eserlerinden daha aktüel, daha konjonktürel, daha hayati (canlı). Parıltılı bir zihin sıçraması, serazat bir haykırış. Hem seküler düzlemde yelpazelenen ilmi bir tecessüs, hem de katırürküten beyin gıdıklamalarıyla vazife telkin eden bir fikr-i namus konsepti.

Sedâlar’da bir sel felaketi var. Latife değil, bu büyük tecessüsün ruh ve fikir kalıplarında, mahzunum ki bazı sel felaketlerinin açtığı müphem gedikler mevcut. Lisan. Bütün Türk (Türkçe) irfanının ezeli ve ebedi meselesi. Neden sel ekini bu kadar çok kullandığını anlamak, benim uzak olduğum portakal bahçeleri… .

Gök kubbede hoş bir sedâ bırakmak için kaleme alındığı bilinen mezkur felsefi metinlerin Türk irfanına yapacağı katma değer tartışılamaz. Mustafa Açıköz, yemek yemek ve çalışmak söz konusu olduğunda uçsuz bucaksız imparatorluklar fethetmeye alesta bir iştihanın kalender ve derviş tabiatlı mimarıdır. Öteki eserleriyle, ilminin hazineleriyle bizi taltif eden müellif, bu eserle bize kendinin; zaaflarının, duygularının, marifetlerinin, erdemlerinin, telaş ve heyecanlarının da kapılarını açmaktadır. Bu eserde kal ve hal örtüşmüş.

Eser için müellifinden evvel söz söylemek erdemi ve sorumluluğu bana düştü. Derim ki: Kendi gök kubbemizi çınlatacak sedâlarla bir beyin sörfüne hazır olun, bir de acısı tatlısıyla filozofun fildişi kuleden gördüklerini görmeye. İlk sözü söyleyen olmanın onuru ve mesuliyetiyle bir sedâ işitiyorum; hür ve mahur. Bilge ve rindane. Bu vesileyle, sadece tarihini öğrenmek ve öğretmek zorunda bırakıldığımız felsefe disiplininin hayatımıza intibakını yaratıcı bir çalışmayla daha realize ederek, irfan soframızı şereflendiren muhterem Hoca'mıza teşekkür etmek evvela benim vazifem.

Hasılı;

Hasılı Ey Şeh-i İklim-i Vefa

Sana Canım Da Feda Ten De Feda