๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 16:22:43



Konu Başlığı: Evrenden İnsana
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 28 Nisan 2010, 16:22:43
Evrenden İnsana

İnsan, görünen yapısından kat kat daha fazladır. Kendi varlığının ufuklarını ve sonsuzluğunu keşfetmiş insanın görünmeyen yanı, görünen yanından çok daha derindir. İnsanı anlama çabası, görünen yanını da dikkate almakla birlikte daha çok onun bâtınından başlamalıdır.

Biz mi evrenin bir parçasıyız, evren mi bizim bir parçamız? Bir başka ifadeyle, biz insanlar evren yaratıldıktan sonra mı yaratıldık?

İlerlemeci bir dünya görüşüne dayanan modern antropolojiye göre, önce evren var olmuştur, sonra var olanlar arasından süzülerek insan ortaya çıkmıştır ve bu süreç Yaratıcı’nın olmadığı fizikî aşamalardan oluşmuştur. Vahye ve dinî geleneklere dayalı bilgilerimize göre ise, Allah her varlıktan önce Elest Bezmi’nde bizim ruhlarımızı yaratmıştır.

İnsan varlığının başlangıcı da dünyada değil, cennette gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bizim anavatanımız cennet diyarıdır. Bu dünya hayatında adeta sürgündeyiz; gurbeti yaşıyoruz. Yaptığımız iyilikler, kabul olunan ibadetlerimiz ve hepsinden önemlisi kalbimizde taşıdığımız Allah sevgisi ve korkusu, anavatanımıza kavuşmamızı sağlayan temel etkenlerdir.

Büyük âlem

Evren ne kadar büyük olursa olsun ve biz evrende ne kadar gezinirsek gezinelim, insanda daima fazlasını buluruz. Çok yüksek bedeller ödeyerek uzay araçlarıyla evreni görmek isteyen insanlar, günlük hayatlarını vahyin ve hadis-i şeriflerin ışığıyla nurlandırarak kendilerini tanıma çabasına girebilseler, evrendeki her şeyin insanın varlığında olduğunu göreceklerdir.

İnâyet Han, insan-evren ilişkisini şöyle anlatmaktadır:

“Gök ve yer insanın içinde aranmalıdır. İnsanın içinde olmayan olarak, dünyada ne vardır ki? Eğer sen sadece onu araştırırsan, çok şeyin insanda olduğunu görürsün.” (Yedi İklim Dergisi, sy. 104, s. 56)

Divan Edebiyatımızın zirvesinde oturan Şeyh Galib de, evrenin insanda dürüldüğünü söyler:

“Bir baksan, yer, gök, cennet ve cehennem sende;

Arş, Kürsü ve melek sende, elbet sendedir.” (Osmanlı Şiiri Antolojisi, s. 618)

Yokluktan varlık makamına yükselerek ‘âdem’ olabilen insan, âlem-i kübra’dır, yani en büyük âlemdir. Bu kavram, insanın hem yükselme ve sonsuzluğu keşfetme kapasitesini hem de evrendeki her şeyin özünü kendi bünyesinde barındırma gerçeğini ifade etmektedir. Şeyh Galib’in insanın serüvenini anlatan Terci’-Bend’inin hepimizce bilinen nakaratının mısralarında, âlemin özüne vurgu yapılmaktadır:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i ‘âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen.”

Bu mısraları bugünkü konuşma dilimize şöyle aktarabiliriz:

“Kendine dikkatle bak, çünkü sen âlemin özüsün.
Sen kâinatın gözbebeği olan insansın.”

Zerrenin taşıdığı yük

İnsanı keşfetmek, evreni keşfetmektir. Evet, evrenden insana yol vardır ama insandan kâinata açılmak, zaman kaybımızı önleyici en kestirme yoldur. Mevlâna Hazretleri de bu gerçeği şöyle anlatır:

“Kâmil insan, bir zerre içine gizlenmiş bir güneştir; o zerre ansızın ağzını açar.

Böyle bir can nasıl olur da bu tene, bu bedene layık olur? Ey ten, ey beden! Aklını başına al; kendinin ne olduğunu bil de, gerçek cana layık olmaya gayret et; bu hayvanî ruhtan vaz geç!

Ey canın evi olan beden! Yeter artık; deniz hiç bir su tulumuna sığabilir mi?

Ey gönlünde binlerce Cebrail bulunan kâmil insan; senin denizsiz görünen bedeninde Mesihler gizlenmiştir.

İnsan topraktan yaratıldı ama göründüğü gibi bir suretten, bir gölge varlıktan ibaret değildir. Gözlerini ovuştur da iyi bak; onda celâl nuru, ilâhi nur parlamada, göz kamaştırmadadır.” (Mesnevî, c. 6, 4580-4584, 4588. beyitler)

Necip Fazıl da, insanın bir zerre olduğunu, ancak bu zerrenin bütün bir arşı kucaklayabilecek kadar ilâhi bir donanıma sahip olduğunu mısralarında dile getirmiştir:

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kaf Dağı,
Bir zerreciğim ki, arşa gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı! (Çile)

En kıymetli bilgi

“Nefsini bilen Rabbini bilir” sözü de bu gerçeğe işaret ediyor. Nefsimizi bilmek, yedi kademede onun safiyetini, özünü idrak edebilmekle mümkün... Nefsin özünden nice farklı âlemlere açılan kapılar ve yollar vardır. İnsanı, uzay aracına ihtiyaç olmadan evrenin derinliklerine götüren yollar... Salih ve muhlis insanı Rabbine götüren yollar... İşte bütün bu yolların başı olan kavşak, kalbimizdedir.

İnsan, ilâhi bir soluktur; çünkü Allah insana kendi ruhunu üflemiştir:

“Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın!” (Hicr, 29).

“Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde, 9).

“Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın!” (Sâd, 72).

Seyahat kalpten başlar. Kalbimizin güzelliğiyle Rabbimize varılır. İşte o zaman Yüce Yaratanımız bizi birtakım üstünlüklerle donatarak yeryüzünde kendisini temsil edecek ‘halifeler’ olarak tayin eder:

“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” (En’am, 165).

“Sizi yeryüzünde halifeler yapan O’dur.” (Fâtır, 39).


Görünenle yetinmek

19. yüzyılda aydınlandığını sanan insan, aklıyla tek başına ayakta durabileceğini zannederek otorite olarak gördüğü her şeyden ve tabii ki kendisini yaratandan uzaklaşmış ve imtihanı kaybetmiştir. Böylece felsefî ve sosyolojik anlamda modernleştirilmiş günümüz insanı, yörüngesini kaybetmiştir. Kendi özünden de, evrenin bütünlüğünden de kopmuştur.

İnsan, evrenin özünü kendi kalbinde barındırırken kalbinin değerini unutması ve tamamen aklına güvenmesiyle birlikte artık kendisini dünyaya hapsetmiştir. Onu anlamsızlığa sürükleyen temel etken, ruhundan bu kopuş sürecidir. Böyle bir insanın, kendi galaksi sisteminden kopmuş göktaşı gibi nereye çarpacağı, nerede dağılacağı belli değildir.

Ayrıca bu insan, kendisini durdurmak isteyen bir güçle karşılaştığında, onu da kendi yok oluşuna ortak etmek ister. İhyanın gerçekleşmesi için İslâmî geleneğimize dönüş düşüncesini ısrarla savunan Seyyid Hüseyin Nasr, bu düşüncesinde tarihsel ve toplumsal olarak geleneğe sahip çıkmamız gerektiğini vurguladığı gibi, ilk yaratılış anına kadar bizi götürecek gelenek halkalarına kendimizi ekleyebilmemizi de öngörmektedir.

İnsan, görünen yapısından kat kat daha fazladır. Kendi varlığının ufuklarını ve sonsuzluğunu keşfetmiş insanın görünmeyen yanı, görünen yanından çok daha derindir. İnsanı anlama çabası, görünen yanını da dikkate almakla birlikte, daha çok onun bâtınından başlamalıdır. Karşımızda duran kişi, acaba ‘olduğu gibi mi’ görünmektedir? Derûnunda sakladığı iç sırlarının derinliğini keşfedebilmek için, yüzüne akseden işaretlerinin farkına varmak lazımdır. İnsanın zahirî boyutunu fazlasıyla aşan bâtinî boyuta nüfuz etmedikçe, insanı tam anlamıyla idrak edemeyiz.

Kendimizi tanımamız, insanlığı ve evreni tanımamızı sağlayacaktır. Kendi varlığımızdan yola çıkarak, tarihin bittiği zaman dilimine, hatta zaman ötelerine kadar uzanabilecek bir bilinç seviyesine ulaşmamız mümkündür. Eşyanın hakikatini, yaşadığımız olayların arkasında yatan gerçek sebepleri, ancak zaman ve mekân ötesini zorlayabilen bu bilinç seviyesiyle idrak edebiliriz.

İşte insan, bu aşamada varlığının ötesini veya varlığının en derûnunu keşfetmiş ve özünü Allah’a teslim etmiştir. Keşfettiği bu gerçeklikle insan, her türlü korku ve hüzünden arındırılmış olarak âlemlere sultan olmanın mutluluğuna ermiştir.

“Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 112)