๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 09 Ekim 2010, 21:51:57



Konu Başlığı: Ekonomik refahın manevî sebepleri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 09 Ekim 2010, 21:51:57
Ekonomik Refah Ve Sıkıntının Manevî Sebepleri Üzerine


Bu yazıda insanların yaşadıkları maddi refah ve sıkıntının manevi sebepleri üzerine Kur’ân perspektifinden bir inceleme yapmayı hedefliyoruz. Gayemiz de insan hayatını en çok etkileyen ekonomik durumumuz üzerine doğru bir bakış açısı geliştirmektir.

Ekonomik Refah Ve Sıkıntıda İlahî İradenin Etkisi

Allah’ın mutlak iradesi, insanların maddî durumlarının farklı seviyelerde olmasını istemiştir. Yani ekonomik refah veya darlığın mutlak sebebi İlâhî iradedir. Allah insan hayatını bunlarla malul kılmıştır. Dolayısıyla insanların imkânları ekonomik bakımdan eşit seviyede değildir. Nitekim, “Dünya hayatında insanların geçimliklerini biz taksim ettik. Bir kısmının diğer bir kısmını çalıştırması için kimini kimine derecelerle üstün kıldık” (Zuhruf, 43/32) ayeti bu gerçeği dile getirir. Bu farklılığın hikmeti de ayette söylendiği gibi insanları birbirine muhtaç kılmak suretiyle toplumsal hayatın çarkını döndürmektir. Böylece geliri dar olanlar, ihtiyaçlarını gidermek için başkalarının işinde çalışacak, geniş olanlar da işlerini gördürmek üzere başkalarını çalıştıracaktır.

İnsan Davranışlarının Rolü

Hayatımızı en çok etkileyen ekonomik durumumuz hakkında çeşitli yorumlar yaparız. Bu yorumlara bakıldığında genellikle esbap dairesinde oldukları, yani ekonomik refah ve sıkıntı durumlarının hep maddî sebepler çerçevesinde izah edildiği görülür. İnsanlar çalışmayla kazanma arasında doğru orantılı bir ilişki kurmak suretiyle maddî sebeplere bağlı olarak, kazandıklarını veya kazanamadıklarını, zenginleştiklerini veya fakirleştiklerini söylerler. Bu bir yönüyle doğrudur. “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.” (Necm, 53/39) ayeti bunu ifade eder. Ekonomik metaı Allah yaratmıştır, insan da sebeplerine müracaat ederek elde eder. Bu, meselenin yaratma ve talep etme çerçevesinde cereyan eden tabii yönüdür. Buna göre insanlar çalışıp çalışmama ölçüsünde ekonomik refah ve sıkıntı halleri yaşarlar. Ancak mesele bununla sınırlı değildir. Hadisenin bir de manevî yönü vardır. Bu, insanın davranışları karşısında Allah’ın muamelesi şeklinde cereyan eder.

İnsanların bazı davranış ve amelleri, Allah’ın hoşuna giderek rızıklarının genişlemesine sebep olabileceği gibi, diğer bazı davranışları da Allah’ın hoşuna gitmediği için daralmasına sebep olabilir. Burada meselenin anlaşılmasına katkı sağlayacağını düşündüğümüz dört grup ameli, örnek olmak üzere kısaca konu edineceğiz. Bunlar, takva ve fısk, şükür ve nankörlük, cömertlik ve cimrilik, sıla-i rahim ve sıla-i rahimi terk etmektir.

Takva ve Fısk: Mümin harama düşmekten sakınır, Allah’a karşı saygılı davranır, düşüncede, duyguda ve amelde dini yaşayışını değiştirmezse Allah da ona iyi muamelede, ihsan ve ikramda bulunur. Allah kendisine karşı böyle davranan bir kulunu hüsrana uğratmaz, sıkıntıda bırakmaz. Bilakis onu görüp gözeterek sıkıntılarını giderir ve ummadığı yerden rızıklandırır. Çünkü Allah hiç bir ameli zayi etmez ve karşılıksız bırakmaz. Allah’ın sünneti budur. “Allah kendisine karşı gelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu hazırlar ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talâk, 65/23) âyeti bu gerçeği ortaya koyar. Allah’ın mümine yaptığı ihsanlar bazen insanın gözle göremeyeceği bir şekilde malına bereket, kendine salih evlat vermek, hastalıkları, bela ve musibetleri defetmekle olur, bazen da gözle görülen bir ikram şeklinde olur. Hatta bazı durumlarda kul maddi sebeplere müracaat etmese de Allah ona ihsanda bulunabilir. Nitekim Allah’ın, ibadethanede Hz. Meryem’e yaptığı ikram bunun bir misalidir. (bkz. Âl-i İmrân 3/37; Meryem 19/25). Hz. Meryem’in yanına Hz. Zekeriyya (a.s) her girişinde bir takım yiyecekler bulurdu. Bunlar kışta yaz meyveleri yazda da kış meyveleri olurdu. Hz. Meryem onların Allah tarafından verildiğini söylerdi. (İbn Kesir, Tefsir, 1/360). Bu ikramın sebebi Hz. Meryem’in muttaki ve saliha oluşu idi. Demek ki hoşuna giden davranışları sebebiyle Allah kullarına sebepli veya sebepsiz ikram ve ihsanlarda bulunabilir.

Bunun aksine mümin günahlarla Allah’a karşı saygısızlık eder ve tövbe ederek durumunu düzeltmezse Allah da onu maddi sıkıntıya düşürür. Bu hususta Kur’ân başımıza gelen musibetlerin, kendi yaptıklarımızdan kaynaklandığını, yine de Allah’ın çoğu hatalarımızı affettiğini beyan etmekte (bkz. Şûrâ, 42/30), “Benim zikrimden yüz çeviren için sıkıntılı bir hayat vardır” (Tâhâ, 20/124) ayeti bunu anlatmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s)’de, “Kişi günahı sebebiyle rızıktan mahrum olur.” (İbn Mace, Mukaddime 10), “Zina fakirliği getirir.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, I/141) ve “Yiyecek maddelerinde müslümalara karşı ihtikar (stokculuk) yapanı Allah cüzzam ve iflas ile cezalandırır.” (İbn Mâce, Ticâret 6) buyurmuştur.

Şükür ve Nankörlük: Şükür kendisine verilen nimetler karşısında insanın yapması gereken bir vazifedir. Kul bununla Allah’ın hoşnutluğunu kazanarak rızkının artmasına sebep olur. “Eğer şükrederseniz andolsun ki nimetlerimi arttırırım.” (İbrahim, 14/7) ayeti şükrün nimeti artıracağını haber vermektedir.

Bunun aksine verilen nimetlere karşı umursamaz davranmak, görmezden gelmek, nankörce bir tavır sergilemek ise, nimetin elden gitmesine, ekonomik bakımdan sıkıntı yaşanmasına sebep- Dr. Muhsin TOPRAK* Ekonomik Refah Ve Sıkıntının Manevî Sebepleri Üzerine 20 tir. Bu konuda “Eğer nankörlük ederseniz bilin ki azabım çok çetindir.” (İbrahim, 14/7) ayeti umumi olarak hem dünya hem de ahiretteki azabın şiddetli olacağını haber verirken, “Allah size güven ve huzur içinde olan bir kasabayı misal verir. Her taraftan oraya bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, bu yüzden Allah, yaptıklarına karşılık onlara açlık ve korku belasını tattırdı.” (Nahl, 16/12) âyeti de dünyevî cezalandırmanın nasıl olduğunu dile getirmektedir.

Cömertlik ve Cimrilik:
İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderme, başkalarına yardım etme anlamına gelen cömertlik Allah’- ın hoşuna giden davranışlardandır. Bu sebeple Allah cömert kulunun rızkını eksiltmez bilakis artırır. Bu artış ya Allah’ın malını bereketlendirmesiyle veya verdiğini aynen ya da daha iyisini vermesiyle olur. Allah’ın bu âdetini Kur’ân; “De ki: Doğrusu Rabbim, dilediğinin rızkını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir. Sarf ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O, daha iyisini koyar.” (Sebe, 34/39) âyetiyle anlatmaktadır.

Cömertlik ve Cimrilik:
İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını giderme, başkalarına yardım etme anlamına gelen cömertlik Allah’- ın hoşuna giden davranışlardandır. Bu sebeple Allah cömert kulunun rızkını eksiltmez bilakis artırır. Bu artış ya Allah’ın malını bereketlendirmesiyle veya verdiğini aynen ya da daha iyisini vermesiyle olur. Allah’ın bu âdetini Kur’ân; “De ki: Doğrusu Rabbim, dilediğinin rızkını hem genişletir ve hem de ona daraltıp bir ölçüye göre verir. Sarf ettiğiniz herhangi bir şeyin yerine O, daha iyisini koyar.” (Sebe, 34/39) âyetiyle anlatmaktadır.

Bunun aksine cimrilik yapmak hoşuna gitmediği için Allah cimrinin malını eksiltir, bereketini giderir, ahirette de vermekten sakındığı malını kendisine bir ceza olarak sunar. Nitekim Kur’ân-ı kerim’de bu hakikat, “Allah’ın kendilerine bir lütuf olarak verdiklerine cimrice sarılanlar bunun kendileri için hayır olduğunu sanmasınlar. Kıyamet gününde sarfında cimrilik ettikleri şeyler onların boyunlarına takılacaktır” (Al-i İmran, 3/180) ayetiyle ifade edilmektedir (ayrıca bkz. Nisa, 4/36-37).

Sıla-i rahim ve Sıla-i rahimi Kesmek: Akraba ile ilişkisini devam ettirmek, onlara ihsanda bulunmak, iyilik yapmak, gönüllerini almak anlamına gelen sıla-i rahim de Allah’ın hoşuna giden davranışlardandır. Bu yüzden akraba ziyaretlerinin de rızkın artmasına sebep olacağı Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından, “Kim rızkının artmasını ve ecelinin gecikmesini isterse akraba ziyareti yapsın.” (Buhârî, Büyu’ 13) hadisiyle bildirilmiştir.

Sıla-ı rahimi terk etmek anlamına gelen kat’-ı rahim Allah’ın hoşuna gitmeyen davranışlardandır. Kutsi bir hadiste “Rahim, Rahman’dan bir daldır. Allah ona (hitaben) buyurmuştur ki, sıla-i rahim edene ben de rahmetimi eriştiririm, sıla-i rahimi kesenden ben de rahmetimi keserim” (Buhârî, Edeb 13) buyurulmaktadır. Bu hadis, biraz önce zikrettiğimiz hadisle birlikte düşünülürse buradan sıla-i rahimi kesenin rızkının daraltılacağı sonucu çıkarılabilir. Sıla-i rahim Allah’ın çok önem verdiği bir ameldir. Kur’ân, Allah’ın bu konuda nasıl tehditkâr bir ifadede bulunduğunu şu ayetiyle dile getirmektedir: “Demek siz eski halinize dönecek, yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve akrabalık bağlarını koparacaksınız öyle mi? İşte bunlar Allah’ın kendilerini lanetlediği, sağırlaştırdığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir” (Muhammed, 47/22-23).

Maddi Refah ve Sıkıntının Hikmeti: İmtihan


İnsanın dünyada bulunmasının asıl gayesi kulluktur. Kulluğun hangi seviyede olduğunun tespiti de imtihanla mümkündür. Bu yüzden insanın dünyada bulunmasının bir hikmeti de imtihandır. Allah insanı çeşitli şeylerle imtihan eder. Bu bazen biraz açlık, biraz korku, biraz mal, can ve ürünlerden eksiltmek şeklinde olur (bkz. Bakara, 2/155), bazen de ihsanda bulunmak, mal ve evlat vermek (Enfâl, 8/28 Enbiya, 21/35; Âli İmran, 3/186) şeklinde olur. Kısacası hem bela ve musibetler hem de iyilik ve güzellikler bizler için bir imtihan vesilesidir. Demek ki, nerede, ne zaman, ne ile imtihan olacağımız belli değildir. Bu belirsizlik, insanın her an her şey ile imtihan olabileceği düşüncesiyle hareket etmesini, bu noktada şuurunu uyanık tutmasını sağlar. Aksine insan ne ile imtihan olacağını bildiğinde, imtihan olduğu hususlar dışında gaflete düşer.

Bu imtihanın vesilelerini menfî ve müspet olmak üzere iki guruba ayırabiliriz. Menfî olanlar belâ ve musîbetlerdir. Müspet olanlar ise hayır ve ihsanlardır. İnsanlar genelde bela ve musibetlerle imtihan olunduğunu bilir, fakat çoğu zaman hayır ve iyiliklerle imtihan olduğunu idrak edemezler. Kur’ân, kendisine kitaptan ilim verilen kişi Kraliçenin tahtını göz yumup açıncaya kadar getirdiğinde Hz. Süleyman’ın (a.s.) söylediği, “Bu, Rabbimin, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi ortaya çıkarmak üzere beni denemek için verdiği bir lütfudur.” (Neml, 27/40) sözünü örnek göstererek lütufların da bir imtihan vesilesi olduğunu bildirmektedir.

İmtihan bir ayırma, arındırma, seviye kazandırma işlemidir. “İnsan imtihanlarla saflaşır ve özüne erer. Hayat, imtihanlar sayesinde yeknesaklıktan kurtulur ve renklilik kazanır. Ruh imtihan gördüğü nispette olgunlaşır ve büyük işleri göğüsleyebilecek hâle gelir. Geçirilen imtihanın ağırlığı ve soruların terleticiliği nispetinde, ferd, insanlık mektebinde sınıf geçmeye ve yükselmeye hak kazanır.” (F. Gülen, “İmtihan”, Sızıntı, Temmuz 1982). İmtihan ile insanın dinî yaşantısında yani imanında, amelinde, ahlâkında, sabrında, Allah’ın taksimine rıza göstermesinde vs. sadık olup olmadığı tespit edilir. İhlaslı hareket edenle, menfaatleri icabı işin içinde bulunanlar ortaya çıkarılır. Bu, tıpkı madenleri ateşe sokarak cürufla saf madeni ayırmak gibi bir işlemdir. Kur’ân bu hususu çeşitli âyetleriyle dile getirmektedir (Ankebût, 29/2-3; Âli İmran, 3/142; Mâide, 5/94; Kehf, 18/12; Sebe’, 34/21; Muhammed, 47/31; Hadid, 57/25.)

Allah, aslında ezelî olan ilmiyle insanın durumunu bilmektedir. Fakat imtihanla bir insanın ne durumda olduğunu kendisine veya diğer insanlara göstermek, insanları kendilerine ve birbirine şahit tutmak ister. Bunu da, ahirette insanın kendini savunmasına veya itiraz etmesine meydan vermemek için yapar.

Maddi Refah ve Sıkıntıyı Yorumlamanın Âdâbı

Başına gelen bu tür durumları mümin nasıl yorumlamalı, hangi şeyin gerçekten ikram, hangisinin de gerçekten musibet olduğunu nasıl anlamalı ve anlamlandırmalıdır? Tabii ki bunları yorumlama tamamen insanın aldığı tefekkür terbiyesine, hayata bakışına, dünya görüşüne bağlıdır. “İmtihana konu olan hadise aynı olduğu halde etkileri onu yaşayanların hayat ve dünya görüşlerinin farklılığı oranında değişik olur. Nitekim Müslümanların başına sıkıntı ve darlık geldiğinde Allah’ın onunla ilgili hikmet ve merhametini düşünerek Allah’a daha çok sığınır ve daha çok yalvarır. Ondan daha çok korkar. Diğer taraftan benzer bir olay fasık ve münafığı Allah’tan daha çok uzaklaştırarak mesafeyi artırır ve onu çılgına çevirir. Yine bolluk ve rahatlık, takva sahibi bir müminin uyanıklığını, hassasiyetini ve şükrünü artırırken fasık ve münafığı şımartarak yoldan çıkarır.” (S. Kutup, Fî zılali’l-Kur’ân, 1/51).

Bu itibarla mümin hem ekonomik bolluğu hem de darlığı ikrâm-ı ilâhî olarak değerlendirmelidir. Zira “derece-i hararet gibi her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp Allah’a şükretmeli” (Nursî, Hakikat Çekirdekleri). Ekonomik sıkıntıyı her zaman kötü, refahı da iyi saymamak gerekir. Rızıkların bol olması her zaman Allah’ın hoşnutluğunu, dar olması da gazabını göstermez. Başımıza gelen her iyiliği ikram görüp sevinmek, kötülüğü de ceza görüp üzülmek doğru değildir. Bu noktada başımıza gelen hadiseleri, “Hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayır, hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216) ayetinin ikazı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla bunları imtihanın bir çeşidi olarak görüp, iyilik ve ihsan geldiğinde şükürle, kötülük ve musibet geldiğinde ise sabırla karşılayıp, imtihanı kazanmaya çalışmak lazımdır. Bu bir müminlik vasfıdır, mümin böyle yapmalıdır. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) nurlu beyanlarıyla böyle davranmayı müminin bir niteliği olarak tavsif etmektedir: “Müminin işi ne kadar hayret vericidir ve bu, müminden başkası için söz konusu değildir. Ona bir iyilik dokunduğunda şükreder, o onun için hayır olur, bir zarar dokunduğunda ona sabreder o da onun için hayır olur” (Müslim, Zühd, 64). Hadis-i şerifin vurguladığı gibi önemli olan husus, başına gelen şeyin niteliği değil, müminin onu değerlendirmesidir.

Burada insanın başına gelen iyiliğin mi hayır, yoksa musibetin mi hayır olduğu hususunda bir netlik olmadığı açık biçimde ortaya çıkıyor. “Kim bilir şu sevimsiz görünen işlerin belki ne güzellikleri vardır ve dış görünüşleri ile güzel olan şeylerin de arkasında ne çirkinlikler yatıyordur. Şüphesiz bu işlerin hakikatini, hadiseleri bütün yönleriyle gören, işlerin gizli olan akıbetlerine vakıf olan Allah bilir.” (Kutup, Fî zılal, 1/225). Bazı musibetler var ki, insan için sonuç itibariyle hayır, bazı nimetler de var ki sonuç itibariyle musibet olabiliyor. Mesela, insanı Allah’tan uzaklaştıran nimet, en büyük musibettir. Kehf suresinde anlatılan adamın durumu (bkz. Kehf, 18/32-44) bu meseleye çok güzel bir misal teşkil etmektedir. Bu kişi bir başkasıyla bahçelerinin başına gelmiş seyretmektedir. Allah’ın ona bahşettiği etrafı hurma ağaçlarıyla çevrili, içinde üzüm bağları ve ekinler olan ve içinden sular akan o iki güzel bahçe karşısında böbürlenerek arkadaşına: “Ben senden zengin ve nüfusça üstünüm, bu bahçenin batacağını da kıyametin kopacağını da zannetmem” der. Arkadaşı onu ikaz etmesine rağmen gafletten uyanmaz ve Allah bir afetle bahçeleri alt üst eder. Bu hadiseyi gözler önüne seren Kur’ân, bazı kimselere yapılan ikramların kendi davranışları sebebiyle sonuçta onlar için nasıl bir musibet haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.

İnsanlar bela ve musibetlerden şikâyet etme yerine bunları iyi değerlendirirlerse kendileri için ne büyük birer ikrâm-ı ilâhî olduğunu görürler. Zira Allah (c.c.) bunları, onların günahlarına, kusur ve hatalarına keffâret saymak suretiyle müminlere ikrâm etmiş olur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Müslümana isabet eden yorgunluk, hastalık, üzüntü, keder, ezâ, cefâ hatta diken batmasına varıncıya kadar her şeyle Allah onun günahlarını siler.” (Buhâri, Merdâ, 1), “Müslümanlara dokunan bir musibet ve eziyetle Allah, tıpkı ağacın yapraklarının dökülmesi gibi onun günahlarını döker.” (Buhârî, Merdâ, 2) buyurmak suretiyle bu hakikati dile getirmektedir. Rızık darlığı da mümini hatalarından, günahlarından temizleyen böyle bir musibet olabilir. Mümin için rızkın daraltılarak fakirleştirilmesinin sebebi bazen hatalarından dolayı ona bir ikaz da olabilir. Zira insan yaptığı hatalardan dolayı genelde musibetlerle ikaz edilir. Bu aynen başkasının arazisine giren koyunlara çobanın taş atması gibidir. Dolayısıyla mümin bunu da Allah’ın kendisine bir rahmeti, bir ikramı olarak görmelidir.

Maddi sıkıntıların, bela ve musibetlerin kötüler için kötülüklerinden dolayı Allah’ın bir cezası olduğu hemen herkes tarafından tahmin edilen bir husustur. “Kul azmayınca Allah yazmaz” atasözümüz bu hakikati çok veciz biçimde dile getirmektedir. Ancak kötülere yapılan ihsanlar onlara bir ikram değildir. Bunlar istidrac olarak değerlendirmelidir. İstidrac, Allah’ın kâfirlere veya azmış, doğru yoldan sapmış insanlara nimetlerini artırmasıdır. Allah o kimselere nimetlerini artırdıkça onların azgınlık ve taşkınlıkları da artar. Azgınlık ve taşkınlıkları belli bir seviyeye ulaşınca da helâk olmaya müstehak olurlar. Dolayısıyla kötülere yapılan ikramlar bir mükâfat olarak algılanmamalı, bunlar bir istidrac olarak kabul edilmelidir. Bu durumu Kur’ân, “Ey Muhammed! Kur’ân’ı yalanlayanları bana bırak. Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. Onlara mehil veriyorum.» (Kalem, 68/44-45), “O kâfirler kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. (Âl-i İmran, 3/178) ayetleriyle dile getirir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) de, “Allah’a isyanına rağmen bir kulun kendisine dünyada sevdiği şeylerin verildiğini görmesi istidraçtır.” buyurmuş ve “Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her şeyin kapısını açtık (ekonomik bolluk verdik). Kendilerine verilenlere sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuzca kalakaldılar.” (En’âm, 6/44) âyetini okumuştur. (İbn Hanbel, Müsned, 4/145). Kur’ân şahsî bir istidrac örneği olarak Kârun’u anlatır (bkz. Kasas, 28/76-84). Allah Kârûn’a öyle bir zenginlik nasip etmişti ki, hazinelerinin anahtarlarını bir grup insan ancak taşıyabilecek kadar zenginliğini artırmıştı. Ama o, zenginliği arttıkça şımarmış ve zenginliğini kendi ilim ve maharetine dayandırmıştı. En sonunda Allah onu da, malını da, mülkünü de yerin dibine geçirmiştir. İşte bu, bir istidracdır.

Sonuç

Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak, ekonomik hayatta Allah’ın bir taksimi vardır ve bu taksim herkes için eşit değildir. Bunun hikmeti insanların birbirlerine muhtaç kılınmasıyla ekonomik hayatın çarkının döndürülmesidir. İnsanların davranışları, hal ve hareketleri karşısında Allah’ın onlara bir muamelesi de söz konusudur. İşte bunlardan Allah’ı memnun edenler daha dünyadayken iyi, memnun etmeyenler de kötü bir karşılık görürler. Kâinatta hiçbir şey ilâhî iradenin dışında cereyan etmediğinden, ekonomik hayatta yaşanan bazı sıkıntı ve refah durumları da bu iradenin dışında cereyan etmez. Allah varlıklar içinde kendisine muhatap aldığı insanı bu gibi durumlarla imtihan etmektedir. Dolayısıyla insan başına gelen bela ve musibetleri, hayır ve ihsanları imtihanın bir parçası olarak görmelidir.



Dr. Muhsin Toprak