๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:09:46



Konu Başlığı: Ehli sünnet mi ehli millet mi?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:09:46
Ehli Sünnet Mi Ehli Millet Mi?


Gazze’de İsrail oğullarının Filistin halkına yönelik yeni katliamı üzerine Yeryüzü Müslümanları müthiş bir çaresizlik içerisinde kaldılar. Kalplerinde hala biraz merhamet taşıyanlar sokaklara dökülüp infial göstermekten başka bir şey yapamazlardı. Ama vicdanı kirlenmiş, fıtratı bozulmuş Arap ülkelerinin yöneticileri, zalimlerle işbirliği yapmışçasına sessiz sedasız olan biteni seyretmekteler. Göstermelik itirazları, cılız biçimde güya dillendirmeye kalkışanların ise samimiyetsizlikleri dudaklarının kenarındaki uydurma üzüntü kırışıklıklarında gizliydi.

 

Ne olabilir, neler yapılabilir diye düşünmenin vakti çoktan geçti. Ama yine de düşünmek, tartışmak zorundayız. Hatırladığımız kadarıyla Filistin’in seçilmiş yöneticileri Hamas örgütü içerisindedir. Onlar bu durumda en sağlam duruşlu kesimi oluşturuyor. Bunun haricinde bir yanda Mahmut Abbas ve El Fetih, öte yanda Şii kökenli Hizbullah duruyor. Her biri Filistin hakkında farklı kurtuluş (beklide kurtulmayış) reçetelerine sahipler. Her birinin istikameti bir diğerine aykırı görünüyor. Hülasa Müslüman coğrafyaların hemen bütün bölgelerindeki ahlaki zaaf, bizzat ve maalesef Filistin’de de göze çarpmaktadır. Yani düşmanın zulmünü görüp, anlatıp bundan ötürü hayıflanmadan önce, Müslümanlık iddiası taşıyan halkların, kendi içerisinde ciddi bir öz eleştiriye ihtiyacı olduğu aşikârdır.

 

Şu soru herkesin hatırını kurcalamaktadır: İran niçin bu sefer beklenildiğinden daha sessiz davranmaktadır? Arap ülkeleri de keza her zaman olduğundan daha kayıtsız görünmekteler. Besbelli hem İran hem de diğer Araplar, özellikle Hamas örgütünün tasfiyesinden gizli bir memnuniyet duyacaklarmış gibi bir izlenim bırakıyorlar. O halde anlaşılan bu sefer de Müslüman dünya kendi içerisindeki köklü ihtilafların kurbanı olmaktadır.

 

Biz bu yazıda Müslüman coğrafyayı kasıp kavuran bölünmüşlük, parçalanmışlık ve mevcut yaralı bilinç ihtilafları üzerine bir sesli düşünme denemesi yapmak istiyoruz. Ses nerede, diye sorulacak olursa, son günlerdeki haykırışlardan ötürü onu kaybettiğimi, bu sebepten sesimi yazıya döktüğümü belirtmeliyim. Biliyorum ki hala vicdan taşıyan her Müslüman bugün benim haleti ruhiyemi yaşamaktadır.

 

Yeryüzünün, Son Allah Resulünü izleyen Müslümanları arasında, tarihî başlangıcından bu yana, türlü ihtilaf zümreleri oluşmuştur. Kimisi akidevi, kimisi siyasi, kimisi ideolojik görünen kümelenmeler arasından tarih, kültür hatta folklorun tadı ve çeşnisi ile birleşerek karşımıza büyümüş şekilde çıkan ana bölünmeyi Şia ve Ehli Sünnet meydana getirmektedir. Zaman içerisinde kemikleşmiş kimi fıkhi farklılıklar, mezhep başlığı altında incelenmektedir. Esasen bu adlandırmaların tamamının Allah Elçisi’nin vefatından sonra ortaya çıktığı inkâr götürmez bir gerçektir. Yani Allah Elçisi’nin gözetiminde oluşmayan bu ve benzeri ayrışmaların, yürürlükteki haliyle İlahî Vahye referansı da çok mümkün gözükmemektedir. Elbette, İslâm, mensubuna son derece geniş bir düşünme ve seçme alanı sunmaktadır. Hatta bu alan onun imanından başlayarak en nafile davranışına kadar bütün hayatıdır. Ve elbette insanlar eşit ve birbirine benzeyen fabrikasyon bir yaradılışta olmadıkları için farklı eğilimler içerisinde bulunacak, farklı kanaatler taşıyabilecek ve hatta bu kanaatler etrafında kümelenebileceklerdir. Ancak bu kümelenmeler, fikirler etrafında değil de seçilmiş zannedilen insanlar etrafında gerçekleşirse işte o vakit tehlike çanları çalmaya başlar. Zira temel referansı İlahî olan bir Din’in mensupları, kendileri gibi bir beşere bağlılık iddiasında olamaz, böyle bir görüntü veremezler. Olur ve verirlerse işte o zaman ana caddeden kopma, ayrılma ve hatta sapma tehlikesi onları beklemektedir.

 

Görünen odur ki, yeryüzünün yegâne Hak taraftarları olması gereken Müslümanlar arasından hatırı sayılır oranda büyük bir kitle, tarih ve zaman içerisinde kimi itikadi, siyasi ve ideolojik zaaflar sonrasında, kendilerini, tıpkı diğer beşeri din mensuplarını taklit ederek, birer insana veya insani öğretiye mensup ve bağlı gösterme kolaycılığına sapmışlardır. İlahi Vahyin rehberliği ve referansına dönük çabalar zorluk, zahmet ve külfet isterdi. İlahi Vahyin model şahsiyeti Allah Elçisi’nin hayatına dair bilgi ve birikim sahibi olmak, O’nun ortaya koyduğu ilke ve prensipleri anlamak, anlamlandırmak ve o izi takip etmek, hiçbir aracıya itibar etmeksizin son derece şahsi bir mükellefiyetti. Oysa kişinin kendisinden daha önce bu konuda bilgi ve birikim sahibi olandan kopya almak, zaaflarının mağlubu tembel ruhlu insanların muhtemelen daha çok işine gelmiştir. Gerçi insani zaafları hesaba katarak baktığınız vakit, bugün aramızda yaşayan benzer kolaycı ve kopyacıların da aynı tepkiyi verdiklerini görürsünüz. Kendileri düşünmek, üretmek ve hele yaratmak yerine neredeyse şahsi davranışlarını bile kendisine seçtiği bir kanaat veya siyaset önderine havale edenler hala parmak sayısı itibariyle çoğunluğu oluştururlar. Ve hala özellikle de kendisini İslâm’a nispet eden kalabalıklar arasında, şahsi davranışların kaynağını çözenlerin sayısı son derece sınırlıdır. Ve maalesef insanın hayat yolunu seçiş ve buna göre davranışlarının, ana karnında kırk günlük bir ceninken alınlarına yazıldığına inandığını iddia eden şaşkınlarla doludur, Müslümanların yaşadığı bu dünya. İnandığını iddia eden dememin sebebi onların inanma’yı bile açıklayamaz bir zavallılıkta bulunmalarından ötürüdür.

 

Sözünü ettiğim ayrışma ve sapmalara şöyle kabaca bile bir nazar atfedildiğinde görülecektir ki fırkalar arası farklılık, çatışma ve kavgalar çok büyük bir oranda insan taraftarlığı ile alakalıdır. Bu taraftarlıklar Allah tarafından seçilen elçilere yönelik de değildir. Hem siyasi ve hem de fıkhî bölünmelerin merkezindeki şahsiyetler, tıpkı kendilerine bağlanan kimseler gibi mükelleflerdir. Fıtri bir avantaj ve imtiyazları bulunma ihtimali de yoktur. Hatta öncekiler, bazı hususlarda, yeni zamanlarda yaşayanların kimi bilgi ve birikimlerinden de yoksundurlar. Buna rağmen onlar bir merkeze oturtulmakta, insanlar manen onların etrafına kümelenmeyi sürdürmektedirler. Manen dememin sebebi, o kişilerin ölmüş bulunmaları ve artık tarih olmaları hasebiyledir. Gerçi onların bağlıları arasında bu kişilerin ölmediğine, kendilerini hala görüp gözettiklerine hatta üzerlerinde tasarruf edebildiklerine inananlar da az değildir. En ılımlı bağlıların, o kişileri kendilerinden daha âlim, muttaki ve veli saydıklarını görürsünüz. Velayet ve takvayı ölçecek aleti nereden temin ettikleri ise meçhuldür.

 

Malumdur ki Şia kelimesi taraftarlık manasına gelmektedir. Ve yine malumdur ki tarihteki bir siyasi ihtilaf sonrasında ilk defa Hz. Ali taraftarları için kullanıldığı söylenmektedir. Başlangıçta belki masum bir eğilimden başka bir şey ifade etmeyen bu sözün, bugün neye mal olduğu orta yerdedir. Elbette tarihin bir diliminde, bir insandan yana siyasi tavır koymayı, asırlar boyunca süren bir taraftarlığa dönüştürmenin, sadece İslâm dairesinde değil, tüm insanlık nezdinde izah edilir bir tarafı bulunmamaktadır. Hele bunu tarihi bir kinle sürdürmek nasıl bir kopuşun, ayrılışın ve sapmanın göstergesidir? Bu bahiste çok aşırı bağlılar ile ılımlı bağlılar bulunduğu bir vakıadır. Ilımlı tutum içerisindekilere ses çıkartmayıp yalnızca aşırıları eleştirmek gibi bir lüksümüz var mıdır? Taraftarlığın tek bir meşru çeşidi vardır; o da Hak taraftarlığıdır. Denebilir ki insanlar o tarafı zaten Hak bildikleri için seçiyorlar. Evet, burada bir paradoks var gibi gözükmektedir. Ancak ben de diyorum ki asla Hakkın merkezinde bizim gibi bir beşer bulunmaz. Zaten bütün sorun da buradadır. Değimli ki biz Müslümanlar batılıların bize taktığı Muhammedî lakabından da son derece rahatsız, olmaktayız. Zira Allah Elçisi Hz. Muhammed de sonuçta bizimle birlikte aynı mesuliyeti taşıyor ve aynı Allah’a bağlı bulunuyordu.

 

Peki, insanlar niçin kendilerini ehl-i sünnet tarafgirliği içerisinde göstermek istemişlerdir? Şia’ya bir tepki olarak mı doğmuştur ehl-i sünnet? Yoksa öğretilerinin esasında mı vardır böyle bir adlandırma? Baktığınız vakit bu adlandırma da masum gözükmektedir. Öyle ya elbette Müslümanlar Allah Elçisi’nin izinden gideceklerdir. Sünnet kelimesi de iz takibi anlamı taşıdığına göre, böyle adlandırmada ne mahsur vardır, diye sorulabilir. O zaman insanın hatırına hemen bir karşı soru gelmez mi? Acaba, İlahî Vahiy, kendisini rehber edinenlere bir ad vermiyor mu ki; insanlar kendilerine yeni ve farklı kimlikler ve adlar ediniyorlar? Mümin veya Müslüman ad ve kimliği yeteri kadar açıklayıcı değil midir? Bir ikincisi hem Şia ve hem de Ehl-i Sünnet adlandırmaları, kendilerine İlahî Vahiy’den bir referans bulmuşlar mıdır? Yani kim, hangi Hakla bir grup Müslüman’a ehl-i sünnet demiştir?

 

Bu hadiseleri yeniden sorguladığınızda karşınıza net cevapların gelmesi ihtimali son derece zayıftır. Çünkü yalnızca bu adlandırmalar da değil, öteki tüm tarihi sınıflandırmalar sonuçta hep benzer sapmaların tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ehl-i sünnet bağlılarını Şia karşısında avantajlı kılıyor gibi görünen husus, merkezdeki şahsiyetin Allah Elçisi olmasıyla açıklanabilir mi? Birilerinin kalbini müsterih kılacak gibi görünen bu açıklama, Müslümanların mevcut bölünmüşlüğü hatırlandığında, hala o zanni meşruiyetini korur mu acaba? Ayrıca İlahî Vahiy, Allah Elçisi’nin yolu anlamında sünnet kavramını acaba niçin hiç kullanmamaktadır? Allah Elçisi’nin yoluna/ izine ilk defa sünnet diyen kimdir? Bildiğimiz kadarıyla İlahî Vahyin Hikmet kavramını Sünnet şeklinde anlayan ilk kişi İmam Şafii’dir. Bu ifadeyi Allah Elçisi’nin Hicretinden yüz yıl sonra kullanan bir zatın kültürümüze eklediği bu terminoloji, ardılı bulunan Müslümanları ne kadar, hangi ölçüde bağlayıcıdır? Söz konusu adlandırmanın yüzyıllar boyunca kullanılmış bulunması, bağlılarının milyonlarca sayıya ulaşması, haklılık ve doğruluğunun geçerliliği için yeterli midir?

 

Geçmişlerine körü körüne bağlı bulunan asabiyetçi toplumlar, cahiliye âdetini sürdürüyorlar demektir. Nüfusu bir buçuk milyarı geçen mevcut Müslüman dünyanın hali hazırdaki kuşatılmışlığı ve mezelleti üzerinde derinliğine düşündüğümüz vakit, ne zaman ihtilafları Allah ve Resulüne götürme buyruğunu hatırlayacaksınız diye sormak gerekmiyor mu? İhtilafları ortadan kaldırmanın en güvenli yolu, edinilmiş alt kimliklerle iftiharı bırakmak ve Allah’ın adlandırmasına yani evrensel asgari müşterekimize sahip çıkmaktan geçer. O nedir; diye sorulacak olursa, İlahî Vahyin muhtelif vesilelerle birçok kez ihtar buyurduğu hanif olan İbrahim’in milletindenim demektir.

 

Malumdur ki tevhidi anlamda İlahî Vahiy, bütün Allah Elçilerinin ana tebliğlerini Allah’a ve Ahiret gününe iman ile Salih amel’de toparlamıştır. Sosyolojik anlamda ise Son İlahî Vahiy, Allah’ın Son Elçisini de Hanif olan İbrahim’in Milleti’ne çağırmaktadır. Son Allah Elçisi’ni izleyen bizlerin de bu mensubiyet ve aidiyete sahip çıkmamız gerekmez mi? Peki, niçin çoğu kimsenin hatırına bile gelmemektedir İslâm Milleti’ne ehliyet kesbetmek? Çünkü insanlar mevcut fırkaları arasında yitip gitmişlerdir. Kendilerini kaybetmişlerdir. Sınırlarını kendi elleriyle daraltmış fırka fırka olmuşlardır. Ve her fırkanın mensubu kendi partilileri arasında mutlu ve huzurludur. Daha fazla düşünmeye, araştırmaya, çevreyi genişletmeye, böylece mükellefiyet ve külfetini çoğaltmaya yanaşmamaktadır. Herkes kendi miskinler tekkesinde memnun ve müreffehtir. Ne var ki fırka mensubu memnunken Müslüman halklar mustariptir; bu nasıl bir denklemdir ki ferdi memnun cemaati huzursuz?

 

İslamî düşünüş noktasında, yeryüzünde iki millet ama bir medeniyet vardır. Milletlerden birisi İslâm milletidir ve o millet yeryüzü medeniyetinin de sahibidir. Çünkü medeniyet, yeryüzüne Allah Elçilerinin eliyle taşınan Hak Din’inin yaşanması sonrasında ortaya çıkar. Medeniyet, Din’in topluca yaşanmasından doğan terbiye, nezaket, görgü ve hürmeti kapsayan bir olgunlaşmadır çünkü. İkinci millet küfür milletidir. Onların mensupları bencil ve nankördür. Onların toplu yaşamalarından medeniyet değil ancak vahşet doğar. Onların,  insanlığın ortak keşifleri olan teknolojilere sahip bulunuşu kimseyi aldatmasın. Teknolojik güç medeniyet demek değildir. Üstelik onlar, İlahî Mesaj’ın terminolojisi ile düşünerek söylersek, asla Akleden bir millet de değildirler. Sadece heva ve heves peşinde koşan şeytan partisinin ehlidirler.

 

Hülasa medeniyete ve İslâm Milleti’ne mensubiyetten daha şerefli ne vardır? Öyleyse ey Müslümanlar, bütün mezhepler, fırkalar, tarikatlar, kavimler yeniden İslâm Milleti’nin ehli olmak için ne bekliyorsunuz? Hala nedendir şia, ehl-i sünnet, hanifi, Şafii, kadiri, Rufai, vahhabi, selefi ve bunlara benzer yüzlerce uydurulmuş kimliğe sahip çıkmak? Yoksa İslâm Milleti’ne ehliyetiniz mi yok? O halde sorgulayın amentülerinizi, akait kitaplarınızı; sorgulayın geçiştirerek yerine getirdiğiniz ve alışkanlıklara dönüştürdüğünüz amellerinizi. O zaman İsrail oğulları karşısındaki mağlubiyetin sırrı ve şifresi de çözülecektir inanın. Allah en doğrusunu bilendir.



Metin Önal Mengüşoğlu