๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 30 Nisan 2010, 01:32:37



Konu Başlığı: Edep Yâ Hü!
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 30 Nisan 2010, 01:32:37
Edep Yâ Hü!

Okumuş yazmış, önemli mevkilere gelmiş kişilerin bazen statülerini siper ederek millete ve onun değerlerine saldırı mahiyetinde sözler söylemesi, insaf sahibi herkesin canını sıkıyor. Bu türden kabalıklara yeltenenlerin sözde büyük olsa da özde büyük olmadıklarını görmemiz gerekiyor.

Amerika’daki meşhur Columbia Üniversitesi’nin rektörü, geçtiğimiz Eylül ayında Birleşmiş Milletler (BM) genel kuruluna katılmak üzere bu ülkede bulunan İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ı bir konferans vermek üzere üniversitesine davet etmişti. Hadiseyi medyadan takip edip hatırlayanlarımız vardır: Ev sahibi rektör, İran cumhurbaşkanına hakaretler yağdırmış, misafirini “dar kafalı zalim bir diktatör, utanmaz bir kışkırtıcı, şaşırtıcı derecede eğitimsiz biri” sözleriyle takdim ederek kürsüye çağırmıştı.

Burada tarafların birbirleriyle ilgili kanaat ve değerlendirmeleri bizim konumuz değil. Önemli bir üniversitenin rektörünün, velev ki suçladığı gibi biri olsun, bizzat çağırdığı misafirine reva gördüğü ve en basit insanların bile kendine yakıştıramayacağı bir nezaketsizliğe dikkat çekmek, bunun sebepleri üzerinde durmak istiyoruz. Zira son zamanlarda bizde de yüksek katlarda bulunan bir kısım zevatın benzer nezaketsizliklerine çokça rastlanır oldu.

Cehaletin Katmerlisi

Okumuş yazmış, önemli mevkilere gelmiş koca koca adamların bazen devletin adab-ı muaşereti olan protokol kaidelerini alenen çiğnemesi, eleştirilemez statülerini siper ederek millete ve onun değerlerine saldırı mahiyetinde sözler söylemesi, insaf sahibi herkesin canını sıkıyor. Kabalığın, saygısızlığın, nobranlığın bu kadarını “koca koca adamlar”a yakıştıramayıp şaşırıyoruz.

Şaşkınlığımız, bu nezaketsizlikleri sergileyenlerin “büyük” ve “adam” oldukları ön kabulünden kaynaklanıyor. Halbuki basit, cahil, nadan tiplere mahsus kabalıklara tevessül edenlerin sözde büyük olsa da özde
büyük olmadıklarını görmemiz gerekiyor. Mevkiin yüceliği, o mevkide oturanı yüceltmiyor her zaman.

Osmanlı devlet nizamının bozulmaya yüz tuttuğu, küçük insanların büyük ünvanlar taşıdığı bir dönemde yaşayan Bursa Mısrî Dergâhı şeyhlerinden Zâik Mehmed Emin Efendi, bu tipleri şöyle vasfediyor: “Ya âlim-i
bî-vâye, yahud cehl-i mürekkeb / Hayfâ, der-i devletde ser-i kâre gelenler.”

Mısrî Şeyhi bugünkü Türkçe ile, “Yazık ki devlet kapısında iş başına gelenler ya ilimden nasipsiz, bî-behre alimler ya da katmerli cahillerdir” diyor. Cehaletin “cehl-i mürekkeb” denilen ve okumuşlara mahsus katmerli kısmı, ancak tahsille, modern eğitimle kazanılabiliyor ki bu tür cahillerin bazı yüksek kurullarda bol miktarda bulunduğu artık herkesin malumudur.

Kâmil İnsana Yakışan

Lafın gelişi “büyük insan” diyoruz ama, bizim kültürümüzde bu niteleme ile kemal mertebesi kastedilir ve büyük insan yerine daha çok da “insan-ı kâmil” tabiri kullanılır. Büyüklüktehlikeli bir kavramdır; sahibini kibir batağına çekip telef edebilir. Kemâlât, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanın, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmasında, onun sıfatlarıyla vasıflanmasındadır.

Esasen, insan da bütün kâinat gibi Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfatlarının tecellisi olduğundan, özünde zaten güzel ve kâmildir. Demek ki insan varoluş bakımından asil ve seçkindir. Bu sebeple insanın kendini
bilmesi, kendine gelmesi, varlık sebebini unutmaması, kulluk vazife ve sorumluluklarının farkında olması, kemâle ermesi demektir.

Kendini bilmek gibi bir irfanın olgunlaştırdığı insanlar, adam kadrini bilir âdemlerdir. Kim olursa olsun bütün insanların âdemiyetine duydukları hürmet ve muhabbet, insan-ı kâmili nezaketle, kibarlıkla, hüsn-i muamele ile davranmaya sevk eder. Aldığı tahsil ile fıtratından uzaklaşan, bulunduğu yüksek makamda kendini kaybeden, hevasının peşinde cehaletini ziyadeleştiren kimselerin nezaketsizlikleri, hakaretleri, hatta edepsizlikleri karşısında kâmil insan “Edeb Yâ Hû!” der.

Söyleyenin kırgınlığını yahut kızgınlığını da yansıtmakla beraber, “Edeb Yâ Hû!” sözü aslında bir duadır. “Ey Allahım, şu densizlere, şu kendini bilmezlere edep ihsan eyle” demektir. Zira, müşahade ettiği nezaketsizlik değil, o nezaketsizliğin, neticede bir insan olan failini küçük düşürmesi kâmil insanı incitir. Nitekim ulema “edeb”i, “ona sahip olan kişiyi küçük düşürücü durumlardan kurtaran meleke” diye tarif etmiştir.

Nezaketsizlikler, hakaretler, kabalıklar karşısında tepkisiz kalmayalım ama muhataplarımızın seviyesine de inmeyelim. Biz de “Edeb Yâ Hû!” diyelim. Rabbü’l-Âlemîn nasılsa adamı edeplendirir, terbiye eder. Ama cemâl sıfatıyla, ama celâl sıfatıyla...

    Büyüklük ve Nezaket


    Nazik, ince, görgülü, terbiyeli kimselere “kibar” deriz. Arapça “kebir” kelimesinin çoğulu olan kibar, aslında “büyükler, ulular” anlamındadır. Arapçadan aldığımız bu kelimeye “nazik” anlamını biz yüklemişiz. Bir millet başka bir dilden aldığı kelimeye yeni ve farklı anlamlar yüklüyorsa, kelimenin asıl anlamıyla ona sonradan verdiği anlam arasında mutlaka bir bağ kuruyor, böylece bir düşüncesini
    veya kabulünü ifade ediyor demektir. Mesela, yine Arapça olan ve “iman esaslarını inkâr” anlamına gelen “küfür” kelimesini, buna ilaveten “sövmek, şetmetmek” anlamına da kullanmak bize özgüdür. Bu, sövme fiilinin bizim kültürümüzde ne kadar kerih görüldüğüne delalet eder. Aynı şekilde Arapça aslında “tercih etme, doğru olanı seçme” anlamını taşıyan “ihtiyar” kelimesine, “ancak yaşı kemale ermiş,
    tecrübe kazanmış kişilerin doğru tercihler yapabileceği” kabulüyle olsa gerek, “yaşlı” anlamını biz vermişiz.

    İşte “büyükler” anlamındaki “kibar”ın “nazik” sıfatını karşılayacak şekilde kullanılması da bunlar gibi zımnî bir kabulü yansıtır. O da şudur: Nezaket büyüklere mahsustur. Özü itibariyle hakikaten büyük olan insanlardır ki bütün davranışlarında nezaket ölçülerini ve inceliği gözetirler. Yahut ne kadar yükseğe çıkarlarsa çıksınlar, küçük ve basit insanlar nazik olamazlar. Nezaketsizlik; bayağılığın, seviyesizliğin, cahilliğin işaretidir.