๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 06:08:39



Konu Başlığı: Duyarsızlaşma
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 06:08:39
Ölümcül Bir Hastalık: Duyarsızlaşma

Mü'min için duyarsızlaşma, gerek şahsî gerekse ictimâî hayatı adına hassasiyet göstermesi gereken konularda titizliğini yitirmesi ve etrafındaki olumsuzluklara karşı da bîgâne kalması şeklinde özetlenebilir. Aynı zamanda onun için bu, kimliğini yitirip silikleşmesi ve renk atıp matlaşması mânâsına gelmektedir. Zira bu mânâdaki bir insan, mü'mini mü'min yapan husûsiyetlerden de uzaklaşmış demektir. Halbuki mü'min, dünyayı güzelliklerle bezemek ve onu Allah ve Resûlü'nün çirkin gördüklerinden dezenfekte etmek için vardır ve olumsuzluklar karşısında en azından buğzetmek, onun için alt sınır olarak kabul edilmektedir. Kur'ân ve Sünnet, münkerât karşısında bir mü'minin duyarsız kalamayacağını her fırsatta ilân eden ediyor. Zira emr-i ma'rûf ve nehy-i münker, mü'minin en önemli vazifesi. Aksi hâlde sonuç, hem kendisi hem de içinde yaşadığı toplum için ölüm demek. Bu mânâda olumsuzluklara 'dur' diyebilmek, canlanma sebebi olurken duyarsızlık, insanı ölümün eşiğine getiriyor. Belki de insan, lâtifeleriyle öldüğü için duyarsızlaşıyor! İşin özü, ortada fâsit bir daire söz konusu; hassasiyetlerini kaybedip kalben ölenler duyarsızlaşıyor, duyarsızlaşanlar ise, ölümün pençesinde can çekişiyor demektir!

Öyleyse kimler duyarsızlaşır? Tabiî ki ölülerden böyle bir duyarlılık beklenemez; zîrâ o, kalb ve gönül itibariyle canlı olanların işidir ve duyarsızlık da zaten bu tür insanlar için söz konusu olan bir hastalıktır. Evet o, bir noktaya kadar kendini işin merkezinde gördüğü hâlde zamanla solup pörsümeye başlayan insanların hastalığıdır; dünkü hassasiyetlerine bugün duyarsız kalan ve sükût durmak suretiyle etrafında yeni yeni olumsuzlukların yeşermesine zemin hazırlayanların hastalığı!

Bulaşıcı bir hastalıktır duyarsızlaşma; tedavi adına adımların atılmadığı yerde birbirine bakarak kararan üzümler misâli kitleleri kırıp geçirir! Onun içindir ki Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, bu hastalığın umumiyet kesbettiği yere musibetlerin sağanak olup yağacağını ifade edip herkesi ikaz ediyor.1

Dünyada güzel gelişmeler var; düne nispetle bugün insanlar, semavî olanla daha çok ilgili ve ahlâkî olana duyulan ihtiyaç her geçen gün artıyor. Dünyanın merkezinden dört bir yana süzülen bir aydınlık kaplıyor yeryüzünü. Şüphesiz üzerinde yaşadığımız topraklar da bundan nasibini alıyor. Belliki insanlık, bedeni yanında bir de onu harekete geçiren ruhunun olduğunu yeniden keşif arayışında! Ruhumuz adına incelip mânânın enginliğine yönelen insan sayısının her geçen gün artıyor olması elbette ayrı bir ümit kaynağı. Dünya kabuk değiştiriyor ve değişen dünyanın dışında kalanın, çağının dışında kalacağı da aşikâr!

İşin burasında rehberliğin önemi kendini gösteriyor; kitlelere keyfiyet adına iyi rehberlik yapıldığı takdirde dünyanın kıvamı, Allah ve Resûlü'nün müjdelediği çizgiyi işaret ediyor. Kısaca ifade etmek gerekirse bu kabuk değiştirme, işi rehberlik olanların kıvamına bağlı. Başladığı noktadaki hassasiyetini sonuna kadar koruyabilen ve her geçen gün kendini yenileyip istikbale ümitle koşmasını bilen rehberlerin kıvamına!
İşte bu kıvamı tehdit eden ölümcül bir hastalıktır duyarsızlaşma. O, iç âlemi itibariyle şahsın renk atıp matlaşmasını ifade ettiği gibi aynı zamanda etrafında olup biten olumsuzluklara kulak asmaması şeklinde de kendini gösteriyor. Belki burada da bir fâsit dâire söz konusu; iç âlemi itibariyle matlaşanlar, demek ki dışarıdakilere karşı da duyarsızlaşıyor! Zaten iç dünyası itibariyle aşınıp karbonlaşan birisinin, dış dünyadaki olumsuzlukların farkına varması düşünülemez ve farkına varılmayan kusurun giderilme ihtimali de yoktur!
Belirtileri nelerdir, nasıl teşhis edilir?

Her hastalık gibi duyarsızlığın da çok açık belirtileri vardır. Bilindiği gibi din muâmeledir ve bir mü'min, mü'minliğini muâmelesiyle belli eder. Duyarsızlığa müptelâ olmuş bir mü'minin oturmasından kalkmasına, giyiminden kuşamına, yemesinden içmesine kadar hemen her adımında bu hastalığın belirtisini görmek mümkündür. Meselâ yeme ve içme, mü'minin duyarsız kalamayacağı hayatî bir konudur. Zira Allah (celle celâlühü), kesim esnasında besmele çekilmeyen etin yenmeyeceğini Yüce Beyanı'nda açıkça ve defalarca ifade etmektedir.2 Aynı zamanda kazancını helâl yollarla tedarik etmesi, bir mü'min için en temel meseledir. Sarhoşluk veren maddeleri kullanmak da onun, aynı titizliği göstermesi gereken bir husustur. Zira dinin yasak kılmış olmasına rağmen haram yolla boğazdan girenler, sadece maddî bedeni tahrip etmekle kalmaz, aynı zamanda kalb ve ruh dünyamızı da perişan eder. Onun içindir ki, "Haramla beslenen vücudun yeri Cehennem'dir!" buyuruyor Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem).3 Yediği ve içtiği haramdan müteşekkil birisinin, duasının kabûl görmeyeceği hususu da yine Efendimiz'e ait bir ikaz.4 Hâlbuki dua, mü'minin en büyük silâhı.5 Hak nezdinde kabûl görmenin şartı o ki, "Bana dua edin ki duanıza cevap verip kabul edeyim!" (Mü'min sûresi, 40/60) buyuruyor Yüce Mevlâ.

Bugün helâl de belli, haram da; nüzûl süreci çoktan sona erdi ve yeni bir hüküm yok! Domuz eti yemek ve içki içmek ne kadar haram ise besmelesiz kesilen hayvanın etini yemek de aynı hükmü taşıyor! O hâlde yeme ve içme meselesinde Allah ve Resûlü'nün hassasiyetini hayatına taşıyamayan bir mü'minde bu hastalığa ait çok emare var demektir.

Giyim kuşam ve tesettür gibi konulara da aynı gözle bakabiliriz; zîrâ bu hususta da, hem erkek hem de kadın için dinin belirlediği kurallar bellidir. Aynı zamanda örtünmek, insana değer katan bir medeniyet nişanesidir ve Allah ve Resûlullah'ın çizdiği sınırlar içinde olduğunda insana ayrı bir kıymet kazandırır; âdeta Cibrîl-i Emîn onu, semâvî bir merasimle getirmiş ve mü'mine lutfetmiş, mü'minliğinin alâmeti olarak ona giydirmiş gibidir! Bu açıdan örtünmek, sadece vücudu kapalı kılmak değil, Allah ve Resûlü'nün emirleri karşısında Rahmânî bir duruşun ifadesidir.

Bilindiği gibi tesettür, mutlak mânâda vücudu örtmek değil, vücut hatlarını da belli etmeyecek şekilde bir giyinişin adıdır. 'Moda' denilen içi boş bir kavramın esiri olarak daralan pantolonlarımıza, vücudumuzu sarıp hatları olduğu gibi ortaya koyan giyinişimize ve dışarıdakilerin dikkatini çekebilmek için içine düştüğümüz rengârenk hâle şöyle bir bakıversek, hastalığımızı teşhiste hiç zorlanmayız.

Bu durumda olanlar için Allah Resûlü, "giyinik çıplaklar" ifadesini kullanmakta, kırıta kırıta ve kendilerini hissettirerek yürüyen, başörtülerinin altına değişik maddeler koyarak başlarına garip şekiller veren bu insanların, onca yakınlığına rağmen Cennet'in kokusunu duyamayacaklarını anlatmaktadır.6 Bunların, âhiret yurdunda da çıplak muamelesi göreceklerini beyan eden Efendiler Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem),7 kendi tercihleriyle lânete kapı araladıkları için onlara lânet edilmeyi mübah gördüğünü de açıkça ifade etmektedir.8

Bu konudaki duyarlılığın nasıl olması gerektiğini de yine Allah Resûlü'nden (sallallahü aleyhi ve sellem) görmekteyiz; günün birisinde Ashâb-ı Kirâm'dan birine Mısır işi keten bir kumaş vermiş ve diğer yarısından da hanımının elbise dikmesini istemişti. Ardından şu tembihte bulunmayı ihmal etmedi:

- Ona söyle; vücut hatlarının belli olmaması için dikeceği elbisenin altına bir şeyler giymeyi ihmal etmesin!9

- Daha ilk dönem diyebileceğimiz yıllarda Âişe Validemiz'i ziyarete gelen kadınların, değişmeye başlayan giysilerine şahit olan Annemiz, gördüğü manzarayı garipseyerek onları uyaracak ve şöyle diyecekti:

- Nûr sûresine inanan bir kadın böyle örtünemez! Eğer sizler mü'minler iseniz, bilin ki üzerinize almış olduğunuz bu giysiler inanmış hanımların giysileri değil!10

Başka bir zaman huzuruna giren yeğenlerinden Hafsa Binti Abdurrahmân'ın, başına aldığı örtünün inceliğini fark etmiş ve onu alarak ikiye katlamış, ardından da:

- Allah'ın Nûr sûresinde indirdiğinden haberin yok mu, diyerek onu uyarmış ve daha sonra da yanındakilerden daha kalın bir başörtüsü isteyerek yeğeninin başına onu örtmüştü.11

Duyarsızlığımızı test edebileceğimiz alanlar elbette yeme içme ve giyim kuşamla sınırlı değildir; bunu görebilmek için kadın erkek arasındaki münasebetleri belirleyen kurallardan alışverişlerimizde zaman zaman üzerimizi kirletip elbisemize bulaşan olumsuzluklara, hak ve hukuk adına attığımız adımlardan hemen her çeşidiyle faiz uygulamalarına kadar geniş bir alanda aynı teşhisi koymak mümkündür. Unutmamak lâzım ki, ihlâl edilen her bir kural, yeni bir arızanın başlangıcıdır ve ne yazık ki, Allah ve Resûlullah'ın beyanlarına kulak vermeyenlerin rehberi çoğu zaman nefis ve Şeytan olmaktadır. Rehberi nefis ve Şeytan olanın âkıbeti de bellidir.

Duyarsızlıklarımızda nefis ve Şeytan'ın işini kolaylaştıran unsurlar da yok değil; sebebi ne olursa olsun, ekran ve sayfalarına taşımak suretiyle haramın reklâmını yapan, hâl ve hareketleriyle onu daha sevimli gösterme gayreti içine giren, pazar payını artırmak için defileler düzenleyip dinin onay vermediğini dinden onaylı gibi gösteren, hastalığın toplumu kemirmeye başladığını gördüğü hâlde sükûtu tercih eden kişi, kurum ve kuruluşlar bu açıdan oturup bir kez daha düşünmek durumundadır!

Unutmamak gerektir ki harama duyarsız kalmak, muharrematın irtikâb edildiği zeminde sessizliği tercih etmek veya günahların işlendiği zeminlerde bulunmak suretiyle onun işlenebilir olduğunu fiilen tescil edip haramın yaygınlaşmasına zemin hazırlamak da ayrı bir mesuliyettir ki, bu durumda olanları Kur'ân, o işi yapan mücrimlerle aynı kefeye koymaktadır.12 Yine hatırdan çıkarılmamalı ki inanan bir insan, '..mış gibi' davranamaz! Zaten o, inandığı için mü'mindir! Vaziyeti idare, bu hastalığın kemikleşmiş ve kangren hâline gelmiş şekli! Kur'ân'ın ifadesiyle, kazandığını düşündüğü yerde bir insanın iflâsla baş başa kalması ne kadar acı.13 Efendiler Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem), gözü namazda olmadığı hâlde verip veriştirerek namaz kılan kimsenin gereksiz yere uykusuz ve yorgun kaldığını anlatıyor. İçinden gelmediği ve inanmadığı hâlde etrafındakilere bakarak oruç tutmaya çalışan kimsenin boşuna açlık ve susuzluk meşakkatini çektiğini ifade eden de O (sallallahü aleyhi ve sellem) değil mi?14 Aksi hâlde kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: O zaman bunca meşakkatin mânâsı ne?

Duyarsızlık, uzun soluklu ve sinsi bir hastalıktır; seyri yavaş olduğu için çoğu zaman farkına bile varılamaz! Onun için hiç kimse, "Bana bir şey olmaz!" dememelidir; zîrâ bu da onun açık bir belirtisidir! Tıpkı kapalı bir mekâna girmeden önce fark edilenlerin, daha sonraki girişlerde sıradan hâle gelip çoğu zaman fark edilemez bir hâl alması veya hava akıcılığı iyi sağlanamamış toplantı salonlarında, salona geç giren birisinin hemen fark ettiği ağırlığı ve olumsuz kokuyu, içinde oldukları hâlde aynı mekânı uzun süre paylaşan kimselerin farkına varamamaları gibi insan, içinde bulunduğu toplumun telâkkilerine zamanla alışıyor ve ilk günkü tepkisini çoğu zaman veremez hâle geliyor ki, benzeri bir durumla karşı karşıya kalmamak için, zaman zaman meseleye dışarıdan bakmak veya dışarıdan başka gözlere baktırmakta fayda var.

Tedavisi nedir?
Bu hastalığın tedavisi, sürekli hareket etmek, kolektif şuurdan ayrılmamak ve beslenme kaynaklarından uzak kalmamaktır. Bilindiği gibi olduğu yerde sâbit kalan bisikletin düşmesi mukadderdir. Aynı şekilde ateşi sönen sobanın, bir müddet sonra ortama ayak uydurarak içinde bulunduğu ortamla hararette eşit hâle geldiğini bilmeyen yoktur. Kendini yenileyemeyenlerin, kendileri olarak kalmaları da öyledir! Hususiyle hassasiyetler söz konusu olduğunda, işin merkezini tutan ve bugün dünyanın ümidi hâline gelenlerin, dünyevîlik karşısında eşitlenerek aynîleşmemesi için sobadaki ateşlerini hiç söndürmemeleri, hattâ her daim hararetlerini daha da artıracak çareler bulmaları gerekiyor. Burada bilinen bir gerçeği hatırlatmakta fayda var: Önünde yeni alanlar açan her fetih hareketi, muhatap olduğu kültürlerin istilâsıyla da karşı karşıyadır! Habeşistan'a hicret eden öncülerden Ubeydullah İbn Cahş örneği asla unutulmamalıdır. İbn Cahş, Efendimiz'in halaoğlu ve Ezvâc-ı Tâhirât'tan Zeyneb Validemiz'in de kardeşidir. O günün şartlarında Ebû Süfyân'a damat olacak bir statünün de sahibidir. İlk Müslümanlardandır ve dinini daha rahat yaşayabilmek için o da Habeşistan'a hicret etmiştir. Bir farkla ki, durmuş ve ateşi sönmüştür; yani Mekke ile olan irtibatı kesilmiş, ne Vahiy ne de Efendimiz'den gelecek haberler onun için önem arz etmez hâle gelmiştir! Üstelik Habeşistan'da bulunan yol arkadaşlarıyla da yollarını ayırmış; selâm ve sabahı keserek yalnızlığı tercih etmiştir. Habîb-i Kibriyâ Efendimiz'in beyanlarına göre yalnız kalanın arkadaşı Şeytan'dır15 ve Ubeydullah İbn-i Cahş da, Şeytan'ın hedefi hâline gelmiş ve kendini içkiye vermiştir. Yine Fahr-i Kâinat Efendimiz'in beyanlarına göre içki, bütün kötülüklerin anasıdır16 ve artık İbn Cahş, her türlü kötülüğün potansiyel hedefi hâline gelmiştir. Ve çok geçmeden o, uğruna hicret ettiği düşünceyi terk etmiş ve yeni muhatap olduğu kültürün tesirinde kalıp onu benimseyerek Hristiyan olmuş ve ne acı ki bu hâl üzere Habeşistan'da vefat etmiştir.17

Hâdisenin mesajı açıktır; beslenme kaynaklarından uzaklaşanların, arkadaşlarıyla selâm ve sabahı kesip yalnızlığı tercih edenlerin ve belli periyotlarla bir araya gelip yeniden durum müzakeresi yapmayanların ne kendileri olarak kalmaları ne de etraflarındakilere faydalı olmaları söz konusudur.

Fark edilmez veya geç kalınırsa ne olur?
Teşhiste gecikme ölüm sebebidir. Hattâ bu durumdaki insan, öldüğünün farkına bile varamaz! Hele bir de mesele umumiyet kesbetmiş ve toplumu oluşturan fertlerin çoğunluğu aynı hastalığa dûçâr kalmışsa artık iflâh olunmaz bir kerteye gelinmiş demektir. Ehl-i hamiyyetin güçsüz kaldığı, ıslahçıların acziyet içine düştüğü, duyarsızlığın etrafı kırıp geçirdiği ve ehl-i küfrün ehl-i imana galebe çaldığı beldelere Allah (celle celâlühü), gazabıyla tecelli eder.18 Hangi alanda olursa olsun duyarsız kalmanın sonu çıkmaz sokaktır ve böyle bir gidişin sonu herhalükârda felakettir. İşte misâli:
"İsrâiloğullarından küfre sapanlar hem Davud'un, hem de Meryem oğlu Îsâ'nın lisanı ile lânetlendiler. Bunun sebebi, onların isyan etmeleri ve taşkınlık edip haddi aşmaları idi. Onlar kötülük yaptıkları zaman, birbirlerini kötülükten vazgeçirmeye çalışmazlardı. Ne çirkin davranıştı bu tutumları!" (Mâide sûresi, 5/78–79)
Bu âyeti tefsir ederken Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve selem), İsrailoğullarının duyarsız tavırlarını da nazara vererek şu tavzihte bulunmaktadır:

İsrâiloğulları arasında zuhûr eden ilk kusur ve ortaya çıkan sosyal çöküntü şöyle gerçekleşmiştir: Onlardan birisi bir diğerini olumsuzluk üzerinde ilk gördüğünde, "Ey filan! Allah'tan kork ve yapageldiğin bu kötülükten vazgeç! Çünkü o, senin için helâl değil." derdi. Ancak ertesi gün olup da yine aynı adamı aynı kötülük üzerinde görünce bu onun, dün ikaz ettiği aynı şahısla oturup eğlenmesine, yeyip içmesine de mâni olmazdı. Artık o da onunla birlikte yer içer, dostluğunu devam ettirir ve aynı cürmü birlikte irtikab ederdi. İşte onlar, kendi iradeleriyle böyle bir yanlışlığa saplanıp bu duruma dûçâr olunca Allah (celle celâlühû), onların kalblerini birbirine karşı hâle getirdi ve bundan böyle aralarında ne bir huzur ne de ahenk kaldı. Bu beyanından sonra yukarıda mealini verdiğimiz âyeti okuyan Habîb-i Kibriya Hazretleri duracak ve aynı akıbete dûçâr kalmamak için ümmetine şu tembihte bulunacaktır:

Hayır! Vallahi de sizler, marufu emredip münkerden nehyetme vazifenizi yerine getirmeli ve zalimin elinden tutarak onu da hak çizgisine çekmelisiniz.19
Velhasıl duyarsızlık, bir düşünce kaymasıdır; başkalarıyla aradaki farkı tüketmenin adıdır ve bu durumdaki insanlar, kendileri için takdir edilen misyonu tamamlamış demektir. Yani onlar, artık 'kendileri' olarak yok olmuşlardır ve akıbetleri de yok olmaktır. Bu bir başkalaşmadır ve Allah (celle celâlühü), yolda giderken yolunu değiştireni değiştireceğini ifade etmektedir:

"Bir toplum (değişik iç deformasyonlarla) kendi kendini değiştirmedikçe, Allah ona lütfettiği nimetlerini değiştirecek değildir." (Enfâl sûresi, 8/53)
Demek ki değişen, değiştiriliyor. Öyleyse duyarsızlığımızı imanın enginliğinde tedavi edip değiştiğimiz yönlerimizi değiştirmek, bizim için en önemli vazife. Unutmamak gerektir ki dünyayı değiştirecek olanlar, yürürken herhangi bir değişikliğe maruz kalmayanlardır! Öyleyse duyarsızlığın pençesinde can vermemek için Hazreti Yunus'un (aleyhisselam) kavmi misâli20 bir teveccühle yeniden o kıbleye yönelmek ve yürekten iman edip bu çizgideki değerleri yeniden değişilmez kılmak gerekiyor!

Dr. Reşit Haylamaz