๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 20 Eylül 2010, 17:32:03



Konu Başlığı: Düşüş ve miraç arasindaki insan
Gönderen: Sümeyye üzerinde 20 Eylül 2010, 17:32:03
DÜŞÜŞ ve MİRAÇ ARASINDA İNSAN

İmanla, Allah'a intisabla insan, "hadiselerin dağlarvârî dalgaları içinde emniyetle seyeran eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder ve saâdet-i ebediyeyi kazanır." "Beni dünyaya çağırma; ona geldim fenâ gördüm. Bütün eşyâyı mevcûdât, birer fânî muzır gördüm. Vücud desen, onu giydim; âh, ademdi, çok belâ gördüm. Hayat desen, onu tattım; azab ender azab gördüm" diyen gaflet ehline karşı, "Dema gaflet zeval buldu; ve Nûr-u Hak ayan gördüm. Vücud, bürhân-ı Zat oldu: Hayat, mir'ât-ı Hakk'dır gör. Akıl, miftâh-ı kenz oldu; Fenâ, bâb-ı bekâdır gör" inancıyla, saadeti için elzem olan iç dengesini sağlar ve sonra da aile, cemiyet ve insanlık çapında da dengeyi temine çalışır.
İbn Sina, Ruhun Kasidesi'nde insanın yeryüzündeki hayatını şöyle özetler:
Neden atıldı böyle yükseklerdeki yuvasından
Nadirin en alttaki karanlık çukuruna ve zindan?
Allah değil mi atan hikmetli bir gaye için.
Gözlerin göremediği, hem de en keskininin?
Terbiye içindir inişi, hikmet dolu, fakat zor:
Bilmediği şeyleri belki böyle öğreniyor..
Kader'dir onu soyan; yıldızı ki, ne zaman
Batar uzaklarda bir yerde, biter her şey o an!
Otlar üstünde çakan bir şimşek parıltısı gibi,
Hiç var olmamıştı veya bir andı sanki...

Gerçekten, "otlar üstünde çakan bir şimşek parıltısı" ya da hadisin ifadesiyle, "bir ağaç gölgesinde birkaç dakikalık bir konaklama anı" keyfiyetindeki dünya hayatında insan için en mühim bir mes'ele, 'hürriyet' meselesidir. Tevhid'in birinci derecede lâzımı olarak Zât-ı Ulûhiyet'in sahip olduğu mutlak istiklâliyet, bütün isimlerinin tecelligâhı kıldığı insanda hürriyet şeklinde yansımaktadır.
Diyalektik materyalizm adlı felsefesi ve komünizm adlı içtimaî sistemiyle tarihin çöplüğüne atılmış bulunan materyalizm ve onun anası mevkiindeki liberalizm, pozitivizm, kaba-mekanik materyalizm ve benzeri maddeci akımlar ne kadar iddia ederse etsin, insanın sırf 'ekonomik' sâiklerle ölümün üzerine yürüyebileceği idrakime hep ters gelmiştir. Ebedî bir hayata, mükâfat ve mücâzata inanmayan insanların, yegâne hedefleri olması gereken dünya hayatını, bu hayatı yaşamanın vasıtaları mevkiindeki 'ekonomik' unsurlara bile bile fedâ edebilecekleri, aklın kabûl edebileceği şeylerden değildir. O halde, bu insanları dünyanın şurasında ve burasında bir zaman hayatlarını fedâya yönelten daha başka faktörlerin bulunması lâzım gelir ki. bu da, mükerrem bir varlık olarak hidayeti arayan insanın, insanlık benlik, hürriyet ve haysiyetinin, düşüş ve mi'rac gel-gitinde dalâlet yönündeki istismarı neticesinde düştüğü fasit daire girdabı içindeki çırpınışı olsa gerektir. Temelde insan ekmeksiz yapabilir ama, hürriyetsiz yapamaz; benliğini kolay kolay fedâ edemez; haysiyetinden vazgeçemez.

İNSANIN ONTOLOJİK KARAKTERİ:

İslâmî terminolojide kâinât, bir 'kitab' olarak mütalâa edildiği gibi, bir 'ağaç' olarak da mütalâa edilegelmiştir; bu manâda, Muhyiddîn-i Arabi'nin ifadesiyle, bir 'şeceretü'l-kevn'dir kâinât. Ağaç, önce bir tohum veya çekirdek halindedir; bu tohum veya çekirdekte ağacın bütün hayalı; kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve çiçekleriyle bütün maddî yanı, yani cismi ve ayrıca 'hayat programı', yani kaderi saklıdır. Tohumun ya da çekirdeğin uygun toprakta ve uygun şartlarda bir ağaç olup meyve vermesi için Yaratıcı tarafından konulan kanunlar, ağacın 'ruhu' mesâbesindedir. Çekirdek veya tohumun toprağa ekilmesiyle, hedef olan 'meyve' istikametinde ağacın hayatı başlar ve neticede çekirdekte başlayan hayat, yine çekirdekte son bulur.
Şeceretü'l-kevn"in asıl varlığı 'ma'nâ'dan ibarettir; nasıl bir yazı veya kitabın asıl varlığı manâsından ibaret olup, harfler ve kelimeler, manânın tezahüründe kullanılan birer vasıta olma haysiyetiyle, silindiklerinde manâ kaybolmayıp, yine varlığını devam ettiriyorsa, aynı şekilde kâinat ağacının asıl varlığı da, manevî keyfiyetiyle Yaratıcının ilminde vardır ve daimîdir. İşte, kökü yukarda olup, dallarıyla aşağıya doğru uzanan yaratılış ağacının manâ kökünde hakikat-ı insaniye yatar. Bu hakikatin madde âleminde insan olarak tecellîsinin üzerinden çok uzun bir süre geçmiş (İnsan Sûresi: 1) ve bu süre içinde Arş, Kürsî, melekler ve Ceberût, Lâhût ve Misâl Âlemi gibi âlemler ve bilâhare Şehadet Âlemi'nde göklerle yeryüzü, yeryüzünde de 'mâdenler (elementler), bitkiler ve hayvanlar', yokluk karanlığında Esmâ-i İlâhî'nin tecellileriyle varlığa ermişlerdir.
Nasıl yazarın zihnindeki manâyı dışta gösteren maddî harf ve kelime kalıplarından teşekkül eden yazı, yazarını bir bakıma tanıtırsa, -teşbihte hatâ olmasın -İlm-i İlâhî üzerinde irade ve Kudret-i İlâhiyenin tecellileriyle haricî varlık kazanan yaratıklar da, Yaratıcı'yi tanımada (ma'rifet) birer işâret (âyet) olma mevkiindedirler. Dolayısıyla, bu âyetlerin işareti altında ma'ritet-i İlâhiyyeye ulaşacak şuurlu bir varlığın bulunması, yaratılıştaki hikmetin icabıdır. Melekler, her ne kadar belli mertebelerde ma'riret-i İlâhiyyeye mazhar olsalar da, bu mazhariyet, bütün esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin tecelligâhı olabilmeyi içine almamaktadır; çünkü, melekler saf rûhânî varlıklar olarak, irâde ve Meşîet-i İlâhiyyeden gelen, iyi ve kötü arasında seçim ve tercihte bulunma manâsında irâdeden mahrumdurlar; ayrıca, hakîkat-ı eşyâyı kavrama ve eşyanın âyet olma keyfiyetinden istifâdeyle ma'rifete ulaşma noktasında belli bir ilmî nâkîsa noksanlık içindedirler. Bu bakımdan, yaratılıştaki hikmet, şeceretü"l-kevn'in hedefi, yani meyvesi olarak, ilim ve irade dahil bütün Esmâ-i İlâhîye mazhar bir varlığın zaman çizgisinin son halkasında ortaya çıkmasını gerektirmiştir ki, bu varlık, insandan başkası değildir. Ve manâ kökünde hakikat-ı insaniye ile başlayan yaratılış ağacı, madde âleminde meyve olarak yine insanı vermiş ve yaratılış, insanla hedefine varmıştır.
İzahına çalıştığımız esrarlı yaratılış gerçeği, insanı ilmî ve irâdî üstünlüğe sahip bir normo-âlem yapmıştır ve kâinât ağacının hem çekirdeği, hem meyvesi olarak, kâinatta ne varsa, misâl-i müsağğarı (küçültülmüş-yoğun misâli) ile insanda da vardır. Rûhaniyetiyle meleklerin, hattâ daha da ötesinin, hâfızasıyla Levh-ı Mahfûz'un, tabiatı ile kâinattaki unsurların (hava, su, ateş ve toprağın), duyularıyla yıldızların, vesvesesiyle cin ve şeytanların veya nefs-i emmâresiyle şeytanın.. yakalama gücüyle arslanın, kiniyle devenin, kurnazlığıyla tilkinin, yırtıcılığıyla kurdun, hırsıyla farenin... karşılığıdır o.
Evet, insanda bir yanda melekleri de aşan duru, saf ve ruhânî bir cihet, bir yanda da "dünyanın çocuğu" olması itibariyle elementlere, bitkilere ve hayvanlara bakan bir başka cihet vardır. Dünya hayatını yaşaması için yeme, içme ve tenâsül gibi fonksiyonların menşei kuvve-i şeheviye kuvvet kullanma, bir öfke, tecavüz ve müdâfaa gibi fonksiyonların kaynağı kuvve-i gadabiye ve bütün bunların üstünde kuvve-i akliye verilmiştir ona.
İnsan, ayrıca acelecidir, -tabir yerindeyse- peşincidir, nankördür, unutkandır, neyi nereye koyacağını bilemez, yani zâlimdir, cedelcidir, câhildir; hayır ve şerrin, iyilik ve kötülüğünün nerede olduğunu bilemez ve çok zaman şerre talib olur. Sonra, yaşamak durumunda olduğu dünya hayatı temelde bir oyun ve eğlenceden ibarettir; çoğaltmanın ve dünyalık mallarla karşılıklı övünmenin hayatıdır. Ve bu hayatı yaşamanın vasıtaları olan mukabil cins, evlâd, altın, gümüş, para, kazanç, ekin ve bineklere karşı büyük bir tutkusu vardır insanın. Nasıl bütün bu menfilikler, kendileriyle mücadele ede ede tekâmül basamaklarını en zirveye kadar tırmansın diye Yaratıcı tarafından kasden yaratılış hamuruna katılmışsa, aynı şekilde, kendisine verilen kuvveler de aynı maksatla sınırlandırılmamış ve hepsinin üstünde, kendisini hep menfiliklere çeken ve kuvve ve istidatlarını serler yönüne kanalize etmeğe çalışan nefs-i emmâre ve şeytan gibi iki müdhiş şer güç de irade ve rûhu üzerine musallat kılınmıştır.

DÜŞÜŞ ÇİZGİSİNDE İNSAN:
Hilaire Belloc. "Avrupalı geçmişimizin hangi alanında araştırma yaparsak yapalım, ikibin yıl Öncesinden şimdiye kadar bütün toplumun dayandığı tek bir müessese görürüz. Bu temel müessese, köleliktir" der.
Gerçekten muharref Hristiyanlık, insanı, taşıdığı bilme arzusunu hiçbir işe yaramayan, düşüncesini de ma'rifet ve muhabbetullahdan uzaklaştıran faydasız ve boş hevesler telâkkî etmekle bilmekten; arzın semâvî değer ve vasfını bütünüyle 'dinî' keyfiyetteki kilise, manastır ve üniversitelere vermekle 'tabiat'tan, Allah karşısında iradesine hiç yer vermemekle (fatalizm) hür iradeden ve 'kefaret' inancıyla da gerçek iman ve amelden koparıyor, ayrıca 'ilk günah' doktriniyle, onu daha doğuştan kirli ve günahkâr kabûl ederek, karamsarlık ve ümitsizliğin içine itiyordu. Bütün bunlara, Roma'nın resmî dini haline gelmekle Roma"ya hizmetin kendisine hizmet şeklini alması ve Şarlman'la birlikte imparator-papa ittifakının gerçekleşmesi neticesinde Roma idare sisteminden gelen aristokratik ve zalim idarecilerle aynîleşmesi de eklenince, Hristiyanlık, zulme ortak ve siyâsî hürriyeti de gasbeden bir mâhiyete bürünmüş oluyordu.
Buna karşılık, Rönesans hareketi, nasıl Hristiyanlığın şekil verdiği eşyaya bakış, dünya görüşü, hayat, insan ve san'at anlayışını karşısına almışsa, Reform hareketleri de, doğrudan kilisenin temsil ettiği Hristiyanlığa cephe aldı. İnsanı bîçâre, iradesi felç, doğuştan kötü ve ümitsiz bir varlık olarak gören katolik hristiyanlığa karşı Reform hareketlerinin doğurduğu protestan hristiyanlık, ona bu mevzûlarda hiçbir hürriyet bahşetmemekle kalmadı, bilakis, Max Weber'e göre, doğuştan kötü ve kurtuluşu için ameli hiçbir işe yaramayan zavallı bir varlık olarak telâkkî ettiği insanı, tamamen kendi dışında ve önceden belirlenen kurtuluşun göstergesi olarak çalışmayı kabûl etmekle, mütemâdiyen çalışmanın ve neticede kazanıp biriktirmenin mahkûmu bir varlık yaparak, boynuna, zamanla kalınlaşacak ve paslanacak yeni bir zincir daha takmış oldu.
Batıda Rönesans'tan sonra, Aldous Huxley'in 'cesur, yeni dünyası' kuruldu. "CH3C6H2(NO2)3-Hg(CNO)2" türü formüllere dayanan ve formüllerle anlatılan bu dünyada insanlar, Pavlovian şartlandırma odalarında cemiyetin yapısına ve yeni kıymet hükümlerine göre Alfa, Beta, Gama, Delta, Epsilon gibi sınıflar halinde şartlandırıldı. Her şeye rağmen babalar, anneler, sadık ve vefakâr eşler, amcalar, tezyeler, dayılar, aşk, sevgi, fedâkârlık, diğergâmlık, iffet, nâmus gibi duygu ve değerlerle dolu eski dünya, 'Ford'un bütün haçların başını kesip 'T' modelini bulmasıyla sona erdi. Din, ahlâk, düşünce, san'at, az üretim ve paylaşma vardı eskiden; bütün bunlardan kurtulan (!) yeni dünya tüketim, eğlence ve istikrar temelleri üzerine oturtuldu.
Evet, insanın omuzları üzerindeki insanlık benlik hürriyet ve haysiyetinden müteşekkil insanlık emaneti öylesine ağır bir yüktür ki, insanın aklı, irade-i cüz'iyesi ve kuvveti bunu çekmeğe yetmez. Bugün, bilim adamlarının kılavuzluğunda mühendislerin kurduğu yenidünyada insan dev kentlerde yaşamakta olup, fabrikalar kurmuş, bürolar açmış, okullar yapmış ve her türden eğlence vasıtaları icad etmiştir. Oturduğu evler ve çalıştığı bürolar, temiz ve aydınlıktır. Isıtma ve soğutma cihazları, ısıyı istenilen seviyede tutabilmekte, güneş ışınlarının girmediği yerlerde ultraviyola ışınlar istenilen ışığı sağlamakta, hava değişimlerine karşı her türlü tedbirler alınmış bulunmaktadır. Artık ne eskiden olduğu gibi soğuk fırtınalar bağrında şaklamakta, ne de boğucu sıcaklar kendisine ter banyosu yaptırmaktadır. İşine gider veya evine dönerken ayaklarını kullanma zahmetine de katlanmamaktadır artık insan. Mesâfeler kısalmış, yeryüzünün iki ucu arasındaki nakil ve haberleşme, akıl almaz buudlara ulaşmıştır. Geniş yollar, süslü-konforlu evler, soğutucular, çamaşır makinaları, her türden elektrikli ev aletleri, banyo salonları... yalnız şehirlerde değil, köylerde bile modern insana 'zafer' şarkıları söyletmektedir; eskiye ve 'tabiat'a karşı verilen yüzlerce yıllık kavganın neticesinde elde edilen zafer şarkılarını!..
Bütün bunları yapmıştır insan ve daha çok şeyler de yapacaktır. Ama benliğinin sırlarını çözememiştir; geniş planda kâinatın, dar planda kopmaz bağlarla bağlı bulunduğu tabiî çevrenin bir parçası olduğunu kavrayamamıştır; Geothe'nin Mefistosu'nun ifadesiyle, herhangi bir canlıyı tanımak istediğinde, ilk iş olarak onun ruhunu kovar kale gelmiştir. İkbal'in o çok yerinde tasviriyle, "tabiatın leşine üşüşen ve her biri bir et parçasını kapıp kaçan bir akbaba sürüsüne benzeyen" tabiî bilimler, artan sun'î ihtiyaçları karşılamak için geliştikçe gelişmiş, fakat insan, bir otu, sineğin kanadını, tek bir canlı hücreyi bile yapamayacak acziyette olduğunu idrak edememiştir. Kimi zaman dünyayı akıldan, göğü duygudan ve varlığı manâdan yoksun ve intiharla fedâkârlığı aynı görerek, kendisini "dünya çölüne fırlatılmış gayesiz bir taş" gibi telakki etmiş, hayatın tehdit ve endişelerinin bir arada yaşama ve işbirliği ile giderilebileceği zehâbına kapılmış, ama maddeciliği ve ferdiyetçiliği buna da imkân tanımamıştır. Allah karşısında "Sen Sensin, ben benim" şeklinde ortaya koyduğu benliğini, neticede eşyaya, hürriyetini sınır tanımaz arzularına ve önceden doğmuş olma, açıkgözlülük, rahat yalan söyleyebilme, zenginlik gibi birtakım 'imkanları' kullanıp, ekseriyet üzerinde kurdukları zulüm, gasp ve haksızlığa dayalı otoritelerini 'parmak hesabı'yla devam ettirmek isteyen dolayısıyla hakikati kemiyet ölçüsüne vuran düzenbaz bir azınlığın eline, haysiyetini ise tüketim, lüks hayat ve faydacılığa teslim etmiştir. Bundan daha tabiî bir şey de olamazdı fıtrattan kopan, Allah'a kulluktan uzaklaşan insan için. Kur'ân-ı Kerim, bu tür insanı "ehli hayvanlar gibi hattâ daha da yol bilmez, daha da güdülmeğe muhtaç" olarak tavsif etmektedir. Nitekim, bugün batıda insan, "sorumlu bir hayvan, simgeleştiren hayvan, devrimci bir hayvan, sosyal bir hayvan, iki yüzlü bir hayvan, hayal kuran hayvan.." gibi, hep hayvan olarak tarif edilmektedir.
Allah'a kulluktan uzaklaşmakla kendini bulacağım, Erich Fromm gibi psikanalizcilerin iddiasıyla "kendini gerçekleştireceğini" ve gerçek hürriyetini elde edeceğini sanan insan, fıtrî gerçeklerden kaçamamış ve içindeki ibadet etme ihtiyaç ve duygusunu giderememiştir. Erich Fromm'un da itiraf ettiği üzere, modern insanın dış görüntüsünün altında ferdileştirilmiş yığınla ilkel inanç şekli vardır. İlkel insanın dini diye küçümsediği pek çok putları ilahlaştırmış durumdadır modern insan. Her bir sebep, her bir arzu, nefsin her isteği bir ilâh mesâbesindedir onun için. Fetişizm, totemizm, ritüalizm, kendini bir partiye ya da devlete adama, kişileri putlaştırma onun dininin çeşitli vecheleridir. Bu dinde güya peygamber yoktur ama, peygamber yerine konan politikacılar vardır, sporcular vardır, aktörler vardır, modacılar vardır. Kendi hayatına kendisinin yön verdiğini sanan modern insan, kitle haberleşme vasıtalarının ve onları kullanan bir avuç mütegallibenin programlanmış robotundan başka bir şey değildir. Bankalar, sinemalar, üniversiteler, gece kulüpleri, spor sahaları, fabrikalar... bu 'dinin' mabedleridir.
İnsan insanın kurdu ve insan, insandan kopuk hale gelmiştir bugün. İnsanlar arası münasebetler, insanî ve doğrudan münasebetler olmaktan çıkmış ve karşıdaki insanı bir alet, düşman veya rakip telâkki etmekten kaynaklanan bir keyfiyete bürünmüştür. Her türlü içtimaî ve insanî münasebetlerde pazar veya piyasa kanunları geçerlidir artık. Sermaye sahibi, bir makineyi kullanır gibi kullanmaktadır emrindeki insanı. Tüccar, müşterisini ihtiyacı karşılanacak gerçek bir şahıs olarak değil, istismar edilecek bir nesne gibi görmektedir. Bir kısım malları sattığı gibi, kendisini de satmaktadır modern insan. El işçisi bedenî enerjisini, iş adamı, doktor, büro memuru şahsiyetini satmakta; "mesleği ne?", "kaç parası var?" sorularına verilen cevaplar, kişinin değerini ortaya koymaktadır. Benlik duygusu, yalnızca başkalarının kişi hakkında düşündüklerini ifade etmektedir. Kimse tarafından beğenilmeyen insan, yok demektir.
Dün, ailesi, kardeşleri ve kabilesiyle bir arada yaşayan insanın yerini, bugün, güçsüzlüğünü yenmek için ya sendikalara, ya tekelci sermayenin gücüne, ya silahların gölgesine, ya da daha başka şeylere sığınan insan almış bulunmaktadır. Beynelmilel şirketler, daha fazla kazanmak için tüm insanlığı alabildiğine kemirmekte, kocaman mağazalarda kaybolan insan, şehrin kalabalıklığı içinde basit bir eşyadan daha değersiz görülmekte ve apartmanlarla gökdelenler arasında yok olup gitmektedir. Artık radyonun, televizyonun, teybin sesi onun konuşmasına imkân tanımamakta, hislerine hitab eden reklâmlar, bir yandan tüketimi kamçılarken, bir yandan da zevk ve tercihini tayin etmektedir.
Evet, bu sefer İlâhiyat değil de, modern bilimleri okumuş yeni bir 'Faust'u oynayan modern insanı ne 'çağdaş' san'atlar, ne kılık değiştiren içtimaî-siyasî sistemler, ne eksiztansiyalizm ve yapısalcılık gibi felsefeler, ne sınıf şuuru, ne üstün ırk teorisi, ne sınıfsız toplum idalleri, ne yeni düzen-yeni dünya hayalleri, ne de dinmek bilmez tahripkârlığı doyurabilmektedir. Böyle bir vasatta Selâm Lucifer, Şeytanın Köleleri, Şeytan ve Kutsal Kitabı, Şeytanların Dünyası gibi best-seller olan kitapların ifade ettiği şeytana tapma, ruh çağırma ve tenâsüh gibi sapık akımlar, falcılık, büyücülük gibi sözüm ona mistik hareketler ve yüzbinlerce Avrupalı ve Amerikalının uğraştığı sahte "gizli" bilimler, hiçbir zaman gerçek Din'in yerini alamayacak ve insanî benliğini, hürriyetini ve şahsiyetini kaybetmekle esfel-i sâfilîn'e düşen modern insana, gerçek insanlık semâsına urûc imkânı vermeyecektir.

FITRÎ GERÇEKLER VE İNSANIN Mİ'RÂCI
İbn Sina'nın başta verdiğimiz kasidesinde ifade edildiği gibi, insan terbiye için yeryüzündedir ve yine bunun için kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyesi sınırlandırılmamıştır. Nefis ve şeytan, bu kuvveleri ifrat ve tefrit, yani fücûr ve hümûdet, tehevvür ve cebânet, cerbeze ve hamâkat noktalarına çekip, insanı, sonu gelmez tutkularının, biri giderildikçe binlercesine kapı açan tatmin edilemez ihtiyaçların, hevâ ve hevesinin ve kendisi gibi insanların kölesi kılıp (modern dünyada her köle, modem şartlarda kendi üstünde bir kölenin de kölesidir), ehlî hayvanlardan daha yol bilmez ve güdülmeğe mahkûm zavallı bir mahlûk haline getirme gayreti içindedir. Dünya hayatı, nefis ve şeytanın bu tür gayretlerine karşı insanın, sözünü ettiğimiz üç kuvvesini ruhâniyetinin desteğinde iffet, şecaat ve hikmet dengesine çekip insanî miracını gerçekleştirme yönündeki mücadele ve mücâhedesinin deveranıdır. Hayat, bu mücadele ve mücahedenin kutlu çileleri, mukaddes ızdırapları ve inciden terleriyle güzeldir. Düz yolların verdiği bir tad yoktur insana; güçlükle, sabırla, azim ve iradeyle tırmanılan yokuşların sonunda inişler görüldüğü zaman alında birikmiş terleri silmenin verdiği hazzı, inişler hiçbir zaman veremez. Kışın şiddeti olmasa, bahar tad vermez; baharın tohumlarını sinesinde saklayan ve besleyip büyüten de esâsen kışın karları, yağmurları ve soğuklarıdır.
İnsan, yeryüzüne teşrifinde hayat şartlarını ve kendi yapısını tamamen yaşamaya muvafık bulur. Hemen yanı başında cemâdât, nebâtât ve hayvanâtın vazifelerini yaptığını ve neyi, niçin yaptıklarının şuurunda olmasalar da, yaptıklarından herhalde kendilerine göre bir zevk aldıklarını görür. Bu üç âlemden alttakinin üsttekine basamak ve üsttekinin alttakini kuşattığını farkeder ve bu üç âlemin, ayrıca zerrelerin ve kendi hücre ve âzâlarının hem kendi içlerinde, hem de çevreyle lam bir tesânüd ve yardımlaşma içinde olduklarını anlar. Bakışlarını yakın çevresinden uzak çevresine kaydırdığında güneşin her gün doğup battığını, gündüzlerle gecelerin şaşmaksızın birbirini takip ettiğini, yerden buhar olup yükselen suların 'rahmet' halinde yeniden yeryüzüne indiğini: ayrıca, güneşle ayın yeryüzüne ve birbirlerine karşı milimetrik ayarlanmış mesâfesini ve kâinattaki müthiş ve şaşmaz dengeyi müşâhede eder ve bütün bunların mutlak bir irâde tahtında belli bir hedefe yönelik kılındığını sezer. Sonra, hayat denilen ve sırrını modern bilimin çözemediği ve hâl-i hazır tavrıyla çözemeyeceği karıncanın yerküreden, arının dağlardan daha büyük olmasına sebep esrarengiz kuvveti idrake çalışır.
Ardından kendine yönelir insan. Bakar ki, kendine mâlik değil; bedeni tamamen iradesi dışında çalışıyor. Doğumunda, ölümünde, doğum-ölüm yer ve tarihlerinde, renginde, ırkında, şeklinde, cinsiyetinde, mizaç ve fıtratında hiç dahli yok. Nebatî ve hayvani yönleri var, ama nebat da değil, hayvan da. Geçmişin elemleri, geleceğin endişeleri kendisini sarstığı gibi, korkuları ve sevgileri, arzuları ve emelleri, vicdanının baskıları ve iyi-kötü arası iç mücadelesi onu hiç bırakmıyor. Sonra, cemiyet halinde yaşamaya ve bu yaşamanın gereği kendini sınırlamaya mecbur. Fıtratına konmuş cihanşümul kıymet hükümleri var. Evet, yalnızca bedeninden ibaret olmadığı gibi, nebatî ve hayvânî yanlarından da ibaret değil. Duyguları, iç fakülteleri, lâtifeleri, idealleri, rüyaları, hayâlleri.. Dengelenmesi gereken kuvveleri; aczi, za'fiyeti ve ihtiyaçları... Yaratılış ağacının meyvesi olduğundan, ağacın tamamı, yani kâinat emrine müsahhar kılınmış; o olmasa, yaratılış hedefine varmış olmayacak ve her şey manâsız kalacak; ama, kudreti, elinin uzandığı yerden öte geçmiyor... Ölümü öldüremiyor, beka arzusunu yok edemiyor; her türlü teknik imkânlara ve göz kamaştırıcı (veya, göz boyayıcı) başarılarına rağmen bir otu yaratamıyor; aya, güneşe, fırtınalara söz geçiremiyor. Ve, "kimsin, necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, bu dünya yolculuğunda rehberin kim?'" soruları kendisini sürekli meşgûl ediyor.. Ve bu insan, modern yeni dünyada insanlığını unutmak, benlik, hürriyet ve haysiyetinden tamamen vazgeçmek için ihtiyaç girdapları içinde yuvarlanıyor, maddî hayatını daha bir yoluna koydukça iç boşlukları artıyor; sporda, sefahette, tahripte, giyimde, batıl inançlarda.. tatmin arıyor ama heyhât!.
Belli ki, insanın dünyaya gönderilmesinde ve yaratılış ağacının meyvesi kılınmasında bir gaye var; insanın bu gaye yerine geçirmeğe çalıştığı bütün diğer sözde gayeler, onun iç girdabını derinleştirmekten başka bir fonksiyon görmüyor. Dolayısıyla, insanlığı, hürriyeti ve haysiyeti, sadece Yaratan'a kulluktan geçiyor. Öyle bir kulluktur ki bu, insanı Mutlak Kudretin kudretiyle kadir, Mutlak Âlim'in ilmiyle âlim, Mutlak Hayy'ın hayatıyla din, Mutlak Bir'in birliğiyle hür ve Mutlak Azîz'in izzetiyle azîz kılar.. Allah'a kul olabildiği ölçüde başka her şeyin kulluğundan ve köleliğinden kurtulan insan, Allah karşısında birliğini zaaf ve aczini idrak ettikçe de, O'nun kudretiyle kudret, ğınasıyla zenginlik bulur; çünkü, sadakalar, ancak fakirler içindir. İmanla, Allah'a intisabla insan, "hadiselerin dağlarvârî dalgaları içinde emniyetle seyeran eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder ve saâdet-i ebediyeyi kazanır." "Beni dünyaya çağırma; ona geldim fenâ gördüm. Bütün eşyayı mevcûdat, birer fânî muzır gördüm. Vücud desen, onu giydim: âh, ademdi, çok belâ gördüm. Hayat desen, onu tattım: azah ender azab gördüm" diyen gaflet ehline karşı, "Dema gaflet zeval buldu; ve Nûr-u Hak ayan gördüm. Vücud, bürhân-ı Zat oldu: Hayat, mir'ât-ı Hak'tdır gör. Akıl, miftâh-ı kenz oldu; Fena, bâb-ı bekâdır gör" inancıyla, saadeti için elzem olan iç dengesini sağlar ve sonra da aile, cemiyet ve insanlık çapında da dengeyi temine çalışır.
Evet, insanın miracı da buradadır işte.



Literatür:
Kur'ân-ı Kerim.
A!exis Carrel, insan Denen Meçhul.
Yarınlara Doğru,
Aldous Huxley, Braye New Worl.
Abdülkerim El-Cîlî, İnsan-ı Kamil.
Christopher Dawson, Batının Oluşumu.
Jean Dufour,İdeoloji ve İktisadî Hayat.
Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış.
Kendini Savunan İnsan.
Psikanaliz ve Din.
Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı,
Muhyiddin İbn Arabi, Şeceretü'l-Kevn.
Atâullah İskenderf,Hikmetler Kitabı
Lahbâbî, Millî Kültürler ve Medeniyet,
M. Abdülfettah Şahin, Buhranlar Anaforunda İnsan.
Cağ ve Nesil
Yitirilmiş Cennete Doğru
Said Nursî, Sözier, Lem'alar
Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler.
Seyyid Hüseyin Nasr, Three Müslim Sages,
Man and Nature,
İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı.
M. Tevfik Özcan, Angoisse.
Giovanni Scognamillo, Batının İnanç Temelleri.
Vercors. İnsan ve İnsanlar.
Raymond Aron, Sanayi Toplumu.



Taha F. Ünal