๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 08 Mayıs 2010, 01:25:35



Konu Başlığı: Düşünmek bir an
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 08 Mayıs 2010, 01:25:35
Düşünmek Bir An

(http://www.semerkanddergisi.com/DergiResimleri/10742df5f12b0324593.jpg)

Hani o gecenin ağırlaştığı vakittir.
Sus o vakitte. Sus ve duy.
Sesi, sesi var edeni.
Sesi sessizlikte, sözü sükûtta duy.
Sustuğu anda dışındakiler, duy!
İçindekini, kendini…
Sus.
Sus ve gör.
Gör bir kere daha gördüklerini.
Gör gördüklerinde göremediklerini.
Göğün içindeki gökleri, yerin içindeki yerleri, içindeki uzak yakın köşeleri…
Yerleri yere sereni, gökleri üzerine örteni.
Sus. Sus ve bil.
Bil yeniden bildiklerini. Bil bilemeyeceklerini.
Sonra bilmediklerinde asla bilemeyeceklerinde kendini bil.
Sus şimdi. Sus ve düşün!

Zamanın nasibi

Zamanın içinde o bir saati ara.Hani bir yıla bedel olan o bir saati.
Âlemi sana, seni kendine getiren o bir saati... Aklını başına, gönlünü kalbine getiren.
Soruların cevabı;
“Akletmez misin?”
“Düşünmez misin?”
“İbret almaz mısın?”
Aklın şükrü olan ey!
Zamanın nasibi.
Buyurdu en ziyade düşünen, akleden, ibret alan.
Bunun için tedbirli, bunun için telaşlı benden yana, senden yana.
Buyurdu: “Bir saatlik tefekkür bir senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır!”       

Gece gündüz şükür

Hz Aişe r.a. anlatıyor:

“Bir gece Rasulullah benden izin istedi:

– Ey Aişe, izin verirsen geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim.

Ben de şöyle dedim:

– Vallahi seninle beraber olmayı çok sever ve isterim. Ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim.

Allah Rasülü sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu. Öyle ağladı ki mübarek sakalı, elbisesi ve secde ettiği yer ıslandı.

Bu haldeyken Bilal namaza çağırmaya geldi. Ağladığını görünce hayretle sordu:

– Ey Allah’ın Rasulü, Allah Tealâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı halde niçin ağlıyorsunuz?

Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurdu:

– Ey Bilal, Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bana bu gece öyle ayetler indirildi ki onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!

Allah Rasulü s.a.v. sonra Âl-i İmran suresinin 190 ve 191. ayetlerini okudu:

“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde akl-ı selim için (Allah’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar ayakları üzerinde dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allah’ı zikrederler.

Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: ‘Rabbimiz sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tespih ederiz. Bizi cehennem azabından koru.’ derler.”

Ve hatırasını bu ayetle bitirir Hz. Aişe r.a...

Düşünün diyerek. İbret almak için, şükretmek için, kurtulmak için düşünün…

Beni benden çok

Ebu Zer Gifarî r.a. anlatıyor:

“Peygamber Efendimiz bir gece sabaha kadar şu ayeti tekrarlayıp durdu:

‘Eğer kendilerine azap edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Şayet onları bağışlarsan aziz (kudreti ile her şeye üstün gelen), hakim (hikmetiyle her yaptığını yerli yerince yapan) olan sensin.’”

Allah Rasulü s.a.v.’ın dilinden bir gece boyu, üzerinde yürüdüğümüz toprağa tane tane dökülen Maide Suresi’nin 118. ayetidir.

Ve yayılan göklere o gece, bu gece.

Şimdi sen duyarsın Aziz ve Hakim olanı. Ben duyarım bağışla derim.

Rasulü’nün duası hakkı için.

Sen Aziz ve Hakimsin.

Azap etsen yeridir ama bağışla.

Şu gecenin hakkı için, o gecenin hakkı için…

O’nun seni düşündüğü kadar sen seni düşünür müsün?

O’nun beni düşündüğü kadar ben beni düşünür müyüm?

O iklime doğru şimdi

“Allah’ın indirdiğine uyun denildiği vakit de onlar şöyle dediler: ‘Hayır, atalarımızı neyin üzerinde bulduksa biz ona uyarız.’ Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyup gidecekler?” (Bakara, 170)

Ebu Zer Gifarî r.a. daha Hz. Peygamber s.a.v.’ı tanımadan, elini eline koymadan önce iklimini değiştirmişti. Lakin bilmezdi şimdi hangi iklimi soluyacak. Kaybolmuştu. Ama kaybolan arar ve arayan bulurdu.

Onun iklimini değiştirmesi bir anlık ibretle bakması ve düşünmesi neticesiyledir. Şöyle ki:

Ebu Zer, Gifar yurdunun bu delikanlısı zamanında tapındığı putlarına da büyük bir içtenlikle bağlıydı. Bir sabah putlarına yemek götürdü ve yemeği önlerine koydu. Çıkıp gidecekken bir köpek geldi ve putların yemeğini yedi. Sonra da bir güzel üstlerine pisletip çıkıp gitti.

Düşündü Gifarlı Ebu Zer. Neden izin verdi yemeğinin yenmesine, sonra da… Bir köpeğe güç yetiremeyen mi yağmurları yağdıran, geleceğimi ve geçmişimi bilen?

Ona yöneldiğimde bana mı sahip çıkacak, kendine sahip çıkamayan?

Beni mi koruyacak kendini koruyamayan?

Beni mi onurlandıracak kendisi zillete düşmüşken?

Eve gelince durumu eşine anlattı. O da düşündü, hak verdi. Ve o günden sonra bıraktılar inandıklarını.

Bıraktılar dünü. Ama bugünleri de yoktu. Artık kaybolmuşlardı.

Ta ki bir gün bir akrabası gelip de ‘Mekke’de birisi çıkmış senin söylediklerine benzer bir şeyler anlatıyor’ diyene kadar.

Sonrası güzeldir.

Sonrasında kavuşma vardır. İklimini bulmak vardır. Nefes almak vardır.

Öyle bir nefes ki son nefesini vermek istersin uğruna.

Tefekkür hidayetin kapısında asılı anahtardı şimdi. Ve çevirdi Ebu Zer

Allah Rasulü s.a.v.’ın eline ellerini bırakırken tüm bildiklerini de bıraktı.

Dününü bıraktı.

Yarınını bıraktı.

Hayatını bıraktı.

* * *

Senin havan kirlenmez mi, ağırlaşmaz mı zaman zaman?

Bir nefes almak bambaşka bir nefes o vakit.

Akıl erdiremez birilerinden kalmış olabilir mi bu yaptığım diye bir sormak kendine.

Türlü türlü işler işlerken bir lahza düşünmek ve sormak...

Tahtaya vurarak şeytan kulağına derken mesela... Düşünsek niçin yaptığımızı, niçin yaptıklarını?

Ya cahil ataların tahtaya vururken kötü ruhlardan ve şeytandan kutsal bildiği ağaca sığınıyorsa?

Oysa senin sığınacak bir Rabbin var. O’na değil de O’nun yarattığı bir ağaca mı sığınacaksın bilmeden, düşünmeden?

Ve bilmeden düşünmeden neler neler yaparsın sırf öyle gördüğün için. Öyle alıştığın için.

Alıştığın hava ağırlaştı.

Nefes almak için şimdi düşün ve değiştir iklimini.

Her şey sen, her şeyde sen.

Güneş doğar ve batar secdesidir bu onun. Seni birler her sabah ve her akşam.

Gölgeler uzayıp kısalarak sana secde ederler.

Yağmur tıp tıp cama vurur şimdi. Ve ölü toprağa can verirsin onunla.

Seni fısıldar toprak, yağmur, kar…

Seni fısıldar dağlar, seni fısıldar öteler, dağların ardındaki öteler.

İçimdeki öteler.

Ve ben ne kadar küçük olduğumu duyarım. O an senin ne kadar büyük olduğunu…

Sanki hiç yaşamadılar

“Mal sahibi mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi?..”

Gezip dolaşacaksın gece bittiğinde.

Kimlere bitti gece?

Kimlere başladı sabah?

Her gün biraz daha giderken gideceğin yeri duyacaksın. Gidenleri duyacaksın.

“Onlar birer ümmetti. Geldi geçti…” (Bakara, 134)

Bir başka şair seslenecek, ‘şu anda buradaki bizler yüz sene sonra olmayacağız.’

Ne garip!

Oysa nedir ki zamanın elinde yüz sene. Zamanın elinde neyim?

Bir bilinmez âdemim.

İlk adım âdem (insan), ikincisi adem (yokluk).

Hâlâ ibret almayacak mıyım?

“…Kendilerinden evvel gelip geçenlerin akıbetlerinin ne olduğuna bir baksalar ya…” (Yusuf, 109)

“Sanki orada şenlik kurmamışlardı…” (Hûd, 95)

* * *

Akıl nimetinin şükrüdür tefekkür.Ve tefekkürün zirvesi acziyetimizi itiraftır.

Düşünmez misin, düşün!

Akletmez misin, aklet!

İbret almaz mısın, ibret al!

İbrahim’in güneşi gibi senin de nice güneşin var akşam olunca batacak.

Nice ay ve yıldızın var sabah olunca seni terk edecek.

Düşüneceksin o vakitte bir an. Ve batanlardan geçeceksin.

Seni terk edeceklerden geçeceksin. Kendini de terk edip asla seni terk etmeyecek olana varacaksın.