๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 26 Kasım 2010, 11:58:02



Konu Başlığı: Dünyayı mülk mülkü devlet edinmek
Gönderen: Sümeyye üzerinde 26 Kasım 2010, 11:58:02
Dünya’yı Mülk, Mülkü Devlet Edinmek


Modern düşünce kendi özgürlük tanımına dayanarak, başlangıcından itibaren dini, aileyi ve devleti eleştiri konusu yaptı; sanayi devriminin doğurduğu muazzam adaletsizliklerle beraber Marks’tan sonra bunlara mülkiyet/sermaye de eklenmiştir. Yeniçağla beraber üzerinde en çok meşgul olunan meselenin iktisat olması, batılı insanın kendi tarihsel tecrübesi göz önüne alındığında boşuna sayılamaz. Binlerce yıldan beri asla mülk sahibi olamamış ve bu yüzdende mülk/sermaye sahibi olmaya aşırı şekilde susamış bu insanın reformasyonla beraber mülk/sermaye sahibi olmaya başlaması, onu aynı zamanda ciddi bir sorunla da yüz yüze getirmiştir. Çünkü daha sonraları bir sınıf olarak “burjuva” şeklinde adlandırılacak olan bu insanlar mülkiyetle nasıl bir ilişki kurulacağını bilemiyorlardı. Modern dönemin iktisat üzerinde bu kadar çok yoğunlaşmasının sebeplerinden biri de batılı insanın mülkiyetle kuracağı ilişkinin mantığı, kuralları, onu güvenceye almanın yolları, kısacası mülkiyetle ilişkinin “nasıllığı” üzerinedir. Zira mülkiyet hem üretim, hem sermaye hem de kâr demekti; hatta kârın kârını hesap etmek mantığına dayanıyordu. Bu dönem ve bu sınıf insanoğluna kadim zamanlarda asla göremediğimiz türden yeni bir sermaye tanımı ve mülkiyetle kuracağı yeni bir ilişki biçimi “armağan” etmiştir. Kapitalizm dediğimiz bu üretim ve ticaret biçimini yaratacak olan bu ilişki biçimi daha sonraları batı dışındaki bütün toplumların muhayyilelerindeki mülkiyet anlayışını, onunla kurdukları ilişkiyi ve ona yükledikleri anlamın bütünüyle iptal edilmesini sağlayarak kendini onların yerine ikame etmiştir. Bu yeni ilişki biçiminin özelliği, her zaman özünde ahlaktan bağımsız olması ve biriktirmeci/sahiplenici özellik taşımasıdır.

Muhtemelen bugün biz Müslümanların içinden çıkamadıkları önemli meselelerden biri de, sahibi olduğumuz şeylerle, yani mal/sermayeyle kurmuş olduğumuz ilişki ve onları algılama tarzıyla, geçmiş Müslümanların onlarla kurmuş olduğu ilişki ve algılama tarzlarının mahiyet olarak farklılık taşımasıyla ilgilidir. Diğer bir ifadeyle biz mal/sermayeye nasıl bir “gözle”, onlar nasıl bir gözle bakmaktaydılar; gerçek sahibini başkası bilip emanetçi bir ilişki kurmakla, mal ve mülkü, güç ve kudretin kaynağı olarak görmek bizim için iki farklı ilişki biçiminin varlığına işaret eder. O halde sorun bir şeylere sahip olup olmamak değil; elbette ki burada mala/sermayeye nasıl sahip olduğumuz, yani üretirken, satarken ve tüketirken hangi kriterlere göre bu faaliyetlerimizi sürdürdüğümüz önem taşır, ancak esas belirleyici olan, sahip olduğumuz ve olmak istediğimiz mal/sermayeyle aramızda kurmuş olduğumuz ilişkinin mahiyeti ve ona yüklediğimiz anlamdır. Kapitalizmin kurumsal ilişkiler ve anlam dünyası içinde İslami bir iktisadi faaliyetin imkânını arayan günümüz Müslümanları, çelişkili bir şekilde kapitalizm için malın/sermayenin “ne demek olduğunun” çok farkında olmadığı gibi, onun süreçlendirdiği iktisadi faaliyet dünyası içinde malının/sermayesinin, bütün samimiyetiyle kendi emeğinin sistemden bağımsız, katıksız bir ürünü olduğuna inanmaktadır; fazla saklamaya gerek yok, emin olmadığından Müslüman, durmadan aradığı fetvalarla gösteriyor ki aslında inanmak istemektedir. Bugünün Müslüman’ında gördüğümüz bu endişe, ya da kalbin bir türlü mutmain olmama hali, diyebiliriz ki sermayenin devredileceği ikinci kuşakta ortadan kaybolacak, babalarından devraldıklarını, hangi sistemin bir ürünü olduğundan çok, bütünüyle bir hak olarak kutsayacaklardır. Batıda Kalvincilerin başına gelen tamda bu olmuştu; İsviçre’nin bankalar “cenneti” olmasını bir tesadüf sayamayız. Söz konusu endişeye rağmen yinede Müslüman’ın sermayeyi koruma hususundaki ısrarını “sermayenin dini/imanı olmaz” diyerek onu, sahibi olduğu insandan kolayca bağımsızlaştırabildiği gibi; eşzamanlı olarak onun, bize hatırlatıldığı gibi  “fesad”ın kaynaklarından birine dönüşebileceği meselesini de aynı aklın kurnazlığıyla muhayyilesinin periferisine sürgüne gönderebilmektedir. Zira bugün sermaye Müslümana sadece güç vermiyor, vazgeçemeyeceği kadar “özgürlükte” bahşediyor; bu insan fıtratı için çok yabancı bir şey değildir.

Bu durumda acaba günümüzdeki Müslümanlar, sahibi durumundaki mülk/sermayeyle aralarında nasıl bir ilişki biçimi kurmuş haldeler; daha önemlisi bu ilişki biçimini hakikatte onlar mı kurdular, yoksa bu ilişki biçiminin kurumsallaşmış hazır dünyasına gönüllü olarak kendilerini mi ikame ettiler. Unutmamak gerekir ki bu ilişki biçimi, bizim dünyayla ve dünyadaki hayatımızı anlamlandırmamızla ilgili olarak önemli bir bağ işlevi görür. Bu hususu kanımca önemli saymamız gerekiyor; zira ahiretten söz etmek başka, dünyadaki ilişkilerimize/faaliyetlerimize “ahireti katarak” süreçlendirmek başkadır. Biz ahireti kattıktan sonra süreçlendirdiğimiz faaliyetlerimize/ilişkimize bu yüzden “amel” diyoruz.

Ancak burada muhtemelen cevabını aramamız gereken soru şu olacaktır: Ne oldu da Müslümanlar İslamın onay verip sık sık teşvik ettiği, ama kurallarını, değerlendirme ölçülerini ve anlamını kendinin belirlediği ticaret anlayışıyla, yine kendine ait bir mantık temelinde bir mantık geliştiren, kendini sosyal dünyamız içinde “özerk” bir alan olarak gören, iktisadi faaliyet olarak kapitalizm ve dolayısıyla onun üretim, tüketim ve kâr mantığını biribirine kolayca, hatta gönüllü olarak karıştırdılar. Böylece üretim ve tüketimin modernist mantığını içselleştirirken, ahlak gibi toplumsal korunma mekanizmalarından kurtulmayı İslam adına onaylayabildiler. Sonra da gönüllü olarak üretim ve tüketimin “dini”ne kolayca teslim olup, giderek kendi kurallarına göre işleyen “piyasa ekonomisi”ni bütün dünyada yaygınlaştırmakta olan küreselleşmeye kısa sürede uyum sağladılar. Bu; dünyayı kuşatması altına alan teknolojik/iktisadi/siyasi/sosyal bir sistem karşısında sadece Müslüman’ları değil, yeryüzünün bütün “lanetlileri” için İslam’ı umut ve rahmet olmaktan çıkarmak demektir. Hiç kimse kapitalizmi sorgulamadan, onun bayraktarlığını yapan bir avuç Müslümana bu hakkı asla vermeyecektir.

İslam’ın sosyalizm ve kapitalizm dışında “üçüncü” bir yol olduğuna dair geçmişin Müslüman düşünürlerinin sıkça vurgu yaptığını biliyoruz. Bugün sosyalizmin çöküşüyle beraber neoliberalizme teslim olmanın başta felsefi olmak üzere bütün sebepleri üzerinde elbette ki yeniden durmamız gerekiyor. Çünkü burada sorun sadece ticari düzeydeki bir mesele değil, çok daha kapsamlı ve derinlerde olan neoliberal felsefenin Müslüman’ın muhayyilesi üzerinde yaptığı ağır tahribatla ilgilidir. Bu tahribatı günümüzde Kur’an tefsirlerinden, İslam’ı yaşama biçimine kadar uzanan geniş bir alanda, yeni bir İslam anlayışı olarak görebiliyoruz. Müslüman erkeğin, ailenin maişeti meselesinden hareketle kapitalizme, Müslüman kadında, eşitlik temelinde bir özgürlük bulma umuduyla kendi bedeninin dışına çıkarak feminizme teslim olmaya başlaması, sanırım yeteri kadar derslerle dolu bir tecrübedir.

Ne var ki ister iktisadi isterse siyasi özgürlüğü, neoliberalizmin tanımladığı şekliyle Müslümanların kabul etmesi için ortada hayati bir sebep olmadığı gibi, İslam’ın adalet ilkesi de böyle bir düzenlemeye özü itibariyle cevaz vermemektedir. Piyasanın “gizli bir el” tarafından düzenlendiği fikri, iktisadi faaliyetin insan iradesinden ve sorumluluğundan bağımsız işlediği anlamı çıkar. İslam bu tarz bir iktisadi faaliyetin doğru olamayacağını, dolayısıyla insanın bütün faaliyetlerinin ona verilmiş bir iradi tercih ve sorumluluğu beraberinde taşıdığını söylemektedir. İslam’ın Allah “Rezzak’tır” hükmü her türlü iktisadi hesabı ve faaliyeti nihai olarak anlamsızlaştırmaktadır. Müslüman’ın iktisadi faaliyeti de nihai olarak tam da bu inanca dayalı olarak başlatmak durumunda olan bir “insan modeli” olmakla, kapitalizmin öngördüğü insan modelinden ayrılır.

Kapitalizmde sermaye aynı zamanda bir “güç” biriktirmektir; bir kere her şeyden önce kapitalizm sermayeye atfettiği gücü, Müslüman’ın içinde bulunduğu kapitalist ilişkilere rağmen atfedemez. Müslümanlar için bazı şeylerin alternatifini üretmek imkânsızdır; kapitalizmde bunlardan biridir. Müslümanlar kapitalizme karşı alternatif bir model geliştiremezler çünkü buna ihtiyaçta, gerekte yoktur; kapitalistçe bir üretim, Müslümanların hayat tarzına uygun değildir. Ama Müslümanlar kapitalizmin öngördüğü tüketim tarzına alternatif olacak bir model geliştirebilir, bununla kapitalizmin üretim gücünü kırabilir, onun ürettiği emtianın, insan zihni üzerindeki baskısını değersizleştirebilirler. Bu; hayatı, iktisadi faaliyeti daha insani kılmanın bir imkânı olabilir. Bunun ancak ciddi bir iradi tercihle mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. Oysa bugün biz bunun tam tersi bir sürecin içinde yaşamaktayız. Yakın zamana kadar Müslüman muhayyile İslam’ın değerler dünyasının içinde sosyalleşmekteydi; bu dünya ahlakiliğin, tevekkülün, kanaatin, israfa karşı olmanın ve paylaşmanın dünyasıydı. Müslümanlar bu dünyayı ısrarla muhafaza etmeye çalışacaklarına, iktisadi imkânları arttıkça kapitalizmin mantığına göre bu dünyayı yeni baştan yorumlayarak, kapitalizmin dinamik mantığına uygun hale getirmiş oldular. Hatta fazlasıyla ileri giderek bazı nasipsiz akıllarca cihad’ı, Afrika da ticaret yapmak şeklinde yorumlamaya başladılar. Müslüman, kâr ve tüketim modeli olarak yeni, müthiş tüketici bir dünyanın kapılarından içeri girerken, Müslümanların sahibi olduğu mallar ve tükettiği nesnelerle “fani”liği esas alarak kurulu olan “geleneksel” ilişkinin de dönüştüğünü görüyoruz. Kapitalizmin göz alıcı sahte değerleri, Müslüman’ca hayatın tevazu öneren ölçüleriyle değersizleştirilip insan üzerindeki tahakkümcü güçleri azaltılacağına, tersine fazlasıyla değer atfedilip onları hayatlarında hükmedici mevkiye yerleştirdiler.

Şu da bir gerçektir ki, kapitalizm insan arzularına özel bir önem vermiş, kazancı da önemli bir hareket noktası seçmiştir. Kapitalizm insan arzularını kışkırtarak manipüle etmekte bu da arzunun metalaşmasını ve duyumsanmasını gerekli kılmakta, neticede de bu, günümüzde olduğu gibi özgürlük şeklinde nitelendirilmektedir. Bugün arzunun tatmini daha çok özgürlük potansiyelinin açığa vurulması şeklinde anlaşılmakta. Modern özgürlük anlayışı insan nefsinin içinde tanımlanmıştır. Bu bir taraftan doyumsuz şekilde mal biriktirmeyi, diğer taraftan da bu malı hiçbir kurala, ilkeye ve ölçüye bağlı kalmaksızın harcamayı meşru hale getirmiştir. “sahiplenme duygusu” sadece mal sahibi olmakla değil, malı herhangi bir kurala bağlı kalmaksızın harcamakla tatmine ulaşmaktadır; bu mülkiyet üzerindeki mutlak hâkimiyet isteğini açığa vurmasıyla dikkat çeker.

Bu durumda yeni bir Müslüman kişiliğin oluşmakta olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Bu kişilik dini, canının istediği farklı şekillerde anlamayı meşru hale getiren yeni bir dindarlığı temsil etmesiyle dikkat çekiyor. Bu dindarlık modern tüketim dünyasının “nimetlerinden” faydalanan; İslam’la meşrulaştırarak bitmez bir enerjiyle kazancın ve tüketimin peşinde koşan bu yeni kişiliği sürekli yarış içinde görmemiz şaşırtıcı değil. Geç kalmışlığın telaşı içindeki bu kişilik yaptığı her şeye dini bir heyecan katmaktadır. Ne var ki bu heyecan aynı zamanda Müslüman’ın zamanla, mekânla ve eşya dünyasıyla olan ilişkisinin dönüşmekte olduğunu görmesine mani olmakta; bu ilişki, İslam’ın aracılığıyla kurulmuş olmasına rağmen, kapitalizmin öngördüğü bir mantık temelinde, mahiyeti farklı yeni bir ilişki türüne dönüşmektedir. Bu yüzden Müslüman kazanca, sahibi olduklarını farklı bir konuma yerleştirerek farklı şekilde bakmakta; onlarla kurduğu ilişki farklı bir anlam içinde cereyan etmekte; kazandıklarına da artık bir güç kaynağı olarak bakmaktadır. Müslüman’ın yaşamakta olduğu bu tecrübeyi, yeni kentsel mekân hem meşru hale getiriyor hem de teşvik ediyor. Buna rağmen günümüz modern düşünce ve iktisadi faaliyet anlayışının “ahlaki akla” yönelik olumsuz tutumu ve onu sürekli olarak “düzenlenmiş sınırlar” içinde tutma isteği, İslam’la arasındaki çatışma alanlarından birini, muhtemelen en önemlilerinden birini teşkil ediyor. Bunun anlaşılabilir bir tarafı, hayatın ilişkiler dünyasını düzenleyen modernist düşüncenin rasyonelleşmiş bir akıldan yana olmasıdır. Oysa İslam’ın ahlak anlayışı temelde değişmez değerler ve hükümler üzerine kurulmuştur. Onun zamanın akışı içinde değişmesi mümkün olamadığından, her zaman itiraz edici bir boyutu bulunur. Bunun neticesi olarak bugün İslam ahlakının yaptırımcı gücü bir tarafa bırakılırken, yaptırımcı olmayan tarafı “kültürel” bir unsur olarak öne çıkartılmaktadır.

Özellikle 21. yüzyılda zaman ve mekân algısında köklü dönüşümlerin yaşandığı bir çağdayız. Uluslar arası gelişmeler, yeni teknolojiler Müslümanları giderek daha yoğun modernleşme süreçlerinden geçmeye mecbur ederken, Müslüman’ın muhayyilesinde yeni bir zaman ve mekân standartlaşması doğuruyor. Bu, Müslüman’ın en azından ezana ve namaza göre düzenlenmiş hayat telakkisini parçalamakta; bu da Müslüman’ın zamanı ve mekânı iktisadın değerler ve faaliyet dünyasının dışındaki farklı ölçü ve değerlerle algılayabilmesine imkân vermiyor. Bu yüzden mevcut iktisadi faaliyet alanı ve tarzı Müslüman’ın hayatındaki İslam’ın rolünü giderek azaltmakta olduğunu artık inkâr edemeyiz. Bugün sadece mal değil, aynı zamanda üretim meselesi de hiç bu kadar “seremonyal” hale getirilerek ortak bir kutsamanın konusu haline getirilmemişti. Dünyanın her yerinde bu kutsamanın aynı tarzda yerine getirilmesini oldukça yeni bir hadise saymamız gerekiyor. Dün dışında kalmak için yoğun mücadele vermiş Müslümanların aksine, bugünün Müslüman’ı bu “ayine” kendi finans kurumlarıyla katılıyor. Çünkü İslam’ın dediği tarzda ticaret yapmak, “kâr” elde etmek kapitalizmin kavramsallaştırdığı kâr anlayışından farklıdır. Kapitalizmde merkezi bir yer tutan kârın kârını hesaplamak ve paranın bir sermaye olarak biriktirilmesi isteği, aynı zamanda kurumsal bir yapıyı da öngörmektedir. İslami finans kurumları bu kurumsal yapıların bugün muadilleri durumundadır; aynı zamanda da onun teşvik ettiği sermayeyi “yığma” arzusunun maddileşmiş dünyası durumundadırlar. Oysa “iktisadiyata” dair bağımsız bir bilgi kategorisine İslam’da rastlamıyoruz. Bundan dolayı iktisadiyatı, İslam’ın entelektüel mirasında kendi başına bağımsız bir disiplin veya faaliyet alanı olarak bulamamaktayız. Buna rağmen Müslümanlar iktisadi faaliyeti kendi başına bağımsız bir alan olarak kendi elleriyle sürekli inşaya çalıştıklarını, hatta bir ibadet aşkıyla bunu yaptıklarını ısrarla görmek istememektedirler. 




Abdurrahman Aslan