๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 06 Aralık 2010, 17:26:35



Konu Başlığı: Dünya hayatının değeri ve tasviri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 06 Aralık 2010, 17:26:35
DÜNYA HAYATININ DEĞERİ VE TASVİRİ



Mahmut Emrullahoğlu



Dünya hayatı başlangıcı ve sonu belli olan, içerisinde insanların, hay-vanların ve daha başka canlı cansız birçok varlığın bulunduğu bir hayattır. Bu dünya hayatında var olan her yaratık Alemlerin Rabbi olan Allah (cc) tarafından kendileri için tayin edilen sınırlar çerçevesinde hareket etmekle sorumludurlar. Her birinin belirlenmiş bir yaratılış gayesi ve amacı vardır. Bu konuya işaret etmek üzere Alemlerin Rabbi olan Allah (cc) bize şöyle seslenmektedir:

"Size yeryüzünü boyun eğdiren O'dur. O halde yerin sırtlarında yürüyün. O'nun rızkından yiyin, nihayet dönüş O'nadır." (Mülk: 15)

"Görmedin mi ki göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah'ı tesbih etmektedirler. Her biri kendi duasını tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını bilendir." (Nur: 41)


Konu ile ilgili olarak daha birçok ayete baktığımız zaman insanların ve cinlerin dışında kainatta bulunan tüm varlıkların yaratılış amaçlarına uygun olarak hareket ettiklerini görürüz. Hayvanlar ve diğer canlıcansız varlık-lar, hem Allah'ı tesbih ederler hem de Mülk suresi 15. ayette belirtildiği üzere insanların hizmetine hazır halde bulunurlar. Allah'ın kendilerinde yaratmış olduğu özellikleri keşfeden insanoğluna bilgileri çerçevesinde kendilerinden faydalanmaları için boyun eğerler. Kesinlikle bunun tersine hareket etmezler. Ancak insanların kainatta var olan eşyalardan yararlanabilmeleri için Allah (cc) tarafından her bir madde ve eşya ile ilgili özellikleri keşfetmeleri ve buna uygun olarak hareket etmeleri gereklidir. İnsan-lar bu özellikleri keşfettikleri zaman bu eşyalar sünnetullaha aykırı tavır takınmazlar.

Çünkü onların yaratılış gayeleri içerisinde; hem Allah'ın kendilerine öğret-tiği şekilde O'nu tesbih etmek hem de yaratılış özellikleri çerçevesinde insanlara hizmet etmek yer almaktadır. Kainatta var olan cansız varlıkların da birtakım sorumluluk taşımakla karşı karşıya kaldıklarının bir başka delili de Allah (cc)'ın şu sözüdür:

      "Gerçekte biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara sundukta onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve korkup titrediler. Onu insan yüklendi. Doğru-su insan pek zalim ve pek cahil oldu." (Ahzab: 72)

Kainatta var olan mahluklar içerisinde insanların ve cinlerin dışında kalanların yaratılış gayeleri ve sorumlulukları ile ilgili durum budur. İnsanların ve cinlerin yaratılış gayeleri ise ayette şöyle belirtilmektedir:

"İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat: 56)

Ancak cinler meselesi konumuzla alakalı olmadığı için onlarla ilgili durumu burada ele almaya gerek duymuyoruz. İnsan olmamız hasebiyle bizim asıl konumuz insandır. Dolayı-sıyla ciddi bir şekilde ele alınması ve hakkında çözümler ortaya konulması gereken varlık da insandır. Zira cinlerin nasıl bir varlık olduklarını ve detaylı özelliklerini bilmediğimiz için onlar hakkında birtakım değerlendir-meler de bulunmamız kesinlikle doğru olmaz. İnsanların ve cinlerin dışında kalan diğer canlı ve cansız varlıklarla ilgili  çok kısa ve net olarak söylenebilecekleri ise yukarıda belirtmiştik. Öyleyse dünya hayatının değeri ve hayat tasviri konusunu insanla ilgili boyutuyla ele almak gerekmektedir.

Zariyat suresi 56. ayette de belirtildiği üzere insanların yaratılış gayeleri; insanı, hayatı ve kainatı yaratmış olan yüce yaratıcıya hakkıy-la kullukta bulunmaktır. İnsanların bu kulluk görevlerini layıkıyla yerine getirebilmeleri için ise yine Alemlerin Rabbinden gelen emir ve yasaklara kulak vermeleri mutlak surette gereklidir. Ne yazıktır ki Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasının ardından İslâm'ın pratik olarak tüm insanların hayatından silinmesiyle birlikte Müslümanlar pusulalarını şaşırdılar, kendilerine kendi dinlerinden olmayan kimseleri rehber edinmeye başladılar. Sahip oldukları İslâmi düşünceleri yanlış, küfür fikirlerini ise doğru fikirler olarak algılamaya başladılar. İslâm'ın kesin nassıyla bilinen apaçık ve net hükümlerini bırakarak küfür fikirlerine uydurmaya başladılar. Delaleti ve sübutu kati naslarla her türlüsü ile haram kılınmasına rağmen faize cevaz verdiler. Hayata bakış açılarını ve hayat tasvirlerini İslâm'ın istediği şeklin dışında batı düşüncesi çerçevesinde, demokratik normlara göre değerlen-dirdiler. Hayatlarında yapacakları işlerin doğruluğunu veya yanlışlığını şer'i hükümlere göre belirlemek yerine batı düşüncesinde olduğu gibi akla göre, fayda veya zarar kavramlarına göre belirlemeye başladılar. Allah'ın kalplerine yerleştirmiş olduğu imanın gücüne ve üstünlüğüne güvenmek yerine makama, mevkiye, zenginliğe güvenmeye ve değer vermeye başladılar. Güçlü ve kuvvetli olabilmek için bu türden unsurları elde etmek için uğraşırken yaptıkları işlerin şer'i hükümlere uygunluğunu veya uygunsuz-luğunu kesinlikle hesaba katmadılar. Böyle bir şeye gereksinim duydukları zaman ise; ya karşılaştıkları şer'i hükümleri akıllarına göre yorumlama ya da şer'i usullere uygun olmayan çıkarımları kullanarak getirdikleri delillerle ispatlama yoluna gittiler.

Resülullah (sav)'in Medine'ye hicret etmesiyle başlayıp Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasına kadar 13 asır boyuca yeryüzünde hakim olan İslâm devletinin ve İslâm hükümlerinin, hayatın her alanından uzaklaştırılması-nın ardından Müslümanların karşı karşıya kaldıkları sıkıntıların, problemlerin ve hatalı davranışlarının nedenlerini ve çözüm yollarını ortaya koymak istediğimizde sayfalar dolusu yazı kaleme almamız gerekecektir. Ancak biz burada konuyu daha fazla uzatmak istemediğimizden günümüz Müslümanlarının karşılaştıkları bu temel problemlerden bir tanesine; "Dünya hayatının değeri ve hayat tasviri" konusuna burada detaylıca değinmek istiyoruz.

Resülullah (sav)'den gelen bir rivayette Allah Resulü şöyle buyurmakta-dır:  "Ümmetler ve milletler (din men-supları) birbirlerini sofraya davet ettikleri gibi birbirlerini sizin üzerinize davet edecekler ve üzerinize üşüşecek-ler." Bu sözü duyanlardan birisi:

-Bizim azlığımızdan mı?

-"Hayır! Aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat sizin çokluğunuz tıpkı selin önüne katıp sürüklediği çer çöp gibi olacaktır. Allah düşmanlarını-zın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize vehn bırakacak." Yine bu sözü duyanlardan birisi:

-Ya Rasulallah! Vehn nedir?

"Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi."

Bu hadiste Resülullah (sav), adeta günümüz Müslümanlarının durumunu tâ 14 asır önce yaptığı bir tasvirle ortaya koymaktadır. Hadisin sonunda yer olan “Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi” ifadeleri gerçekten bugün karşı karşıya kaldığımız sorunlardan birisidir. Günümüzün Müslü-manları olarak bizler dünya hayatına ne kadar değer vermemiz gerektiğini bir türlü anlayamaz hale geldik. Sahip olduğumuz inancımızdan kaynaklanan düşüncelerden vazgeçip batı fikirlerini benimsemekle dünya hayatına bakışımız da değişti. Zira dünya hayatı, Allah'a ve Resülüne inanmayan, Allah'ın dinini tek din olarak kabul etmeyen tüm kafirler nezdinde yaşanması, nimetlerinden sınırsız bir şekilde en üst düzeyde faydalanılması gereken bir yerdir. Çünkü bu kafirlerin bir kısmı ahiret hayatına kesinlikle inanmamaktadır-lar bir kısmının ahiret inançları ise şekli olmaktan öteye geçmemektedir. Onlar için yaşanabilecek tek hayat bu dünya hayatıdır. Onların ahiretteki nasipleri ise ancak cehennemdir. Konuyu daha da netleştirmek açısından geçmişte bir Müslüman ile bir kafir arasında yaşanan olayı buraya aktarmak istiyorum:

Yaşadığı dönemde belli bir mal varlığına sahip olan ve arazilerinde işçi çalıştırmakta olan Müslümanın birisi; üzerindeki güzel elbisesi ve altındaki muhteşem atıyla güneş altında tarlasında çalışmakta olan işçileri kontrol etmektedir. Bu esnada tarlada çalışmakta olan gayri müslim birisi arazi sahibine dönerek şöyle der:

 -Sizin peygamberiniz yalan söylemektedir.

-Neden?

-Sizin peygamberiniz: "Dünya müminin hapishanesi, kafirin ise cennetidir" demektedir. Oysa şu anda adeta ben cehennemdeyim sen ise cennettesin. Müslüman:

-Hayır. Bilakis benim peygamberim çok doğru söylemiştir. Bu dünya Müslümanlar için gerçekten bir hapishane konumundadır. Çünkü bizleri öbür dünyada içinde gözlerin  görmediği, insanoğlunun aklına ve hayaline dahi getiremediği nitelikte ebedi cennet beklemektedir. Böylesi bir mükafata kavuşmakla karşı karşıya olan Müslümanlar için bu dünya hayatı adeta bir hapishane gibidir. Oysa sizler için, kafirler için ise öbür dünyada içinde ebedi kalınmak üzere hazırlanmış yakıcı cehennem azabı vardır. Bu nedenledir ki sizler şu andaki hayatınızla, dünyanızla adeta cennette yaşamaktasınız. Cehennemle kıyasladığınız zaman bu dünya sizin için cennet gibidir. Cennetle kıyasladığımız zaman ise bu dünya bizim için hapishane gibidir.

Evet gerçekten bu dünya hayatı kafirlere süslü gösterilmiş bir hayattır. Onlar bu hayata sahip olmak için yapamayacakları hiçbir şeyleri yoktur. Çünkü onlar ahirette hüsran içerisinde olacaklardır. Müslüman ise kafirler veya müşrikler gibi değildir. Müslümanlar için ahirette içinde ebedi kalmak üzere hazırlanmış cennet vardır. Dolayısıyla Müslümanın dünya hayatına bakışı da kafirlerin bakışın-dan farklı olmalıdır. Müslümanın gözünde dünya hayatı, ne pahasına olursa olsun her şeyiyle kaçırılmaması gereken bir hayat değil bir imtihan dünyası olarak değerlendirilmelidir. Çünkü insanların tamamı bu dünyaya imtihan için gelmişlerdir. Bu konuda ayette şöyle buyurulmaktadır:

"Hanginizin daha iyi iş (salih amel) işleyeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur." (Mülk: 2)

Tüm insanlar, özellikle de Müslümanlar bu dünya hayatında imtihan için bulunduklarının bilincinde olmalı-dırlar ve dünya hayatına da ona göre değer vermelidirler. Müslümanın gayesi her ne olursa olsun dünyayı kazanmak değil ahireti kazanmak, Allah'ın rızasını elde etmek olmalıdır. Dünya hayatı yalnızca ahireti kazanmak için hazırlanmış bir tarla konumundadır.

Allah'ın kitabında kendilerinden övgü ile bahsettiği, razı olduğunu bildirdiği Sahabe efendilerimizin ha-yatlarına bir bakalım. Acaba onların yaşadıkları dönemin "asrı saadet" olarak isimlendirilmesinin nedeni sahip oldukları dünya zenginliklerinden mi yoksa bundan çok daha değerli şeylere sahip olmalarından mı kaynaklanı-yordu? Aişe (r.anha)'den gelen bir rivayet göre şöyle demektedir: "Üzerinden üç hilal geçerdi de Allah Resülu’nün evlerinde ateş yanmazdı." Yani iki ay üst üste Resülullah (sav)'in evlerinde sıcak yemek pişmezdi. Sahabelerden bir çoğu yiyecek bulama-dıkları için günlerce aç gezerlerdi, günlerini oruçla geçirirlerdi. Suheyb er-Rumi (ra) Mekke'den Medine'ye hicret ederken yolunu kesip Mekke'de kaldığı süre içerisinde sahip olduğu mal varlığını almak isteyen müşrikle-re; Medine'ye hicretine engel olmama-ları koşuluyla malının tamamını bırakmıştır. Medine'ye geldiğinde ise Resülullah (sav): "Suheyb kazandı. Suheyb kazandı" diyerek yaptığı işi tasvip etmiştir. Ebu Bekir (ra) Mekke'de iken sahip olduğu 40.000 ukiyelik mal varlığının 34.000 ukiyelik kısmını Allah için harcamış, Müslüman köleleri alıp azad etmiştir. Müslüman olmadan önce yaptığı ticari seyahatlerin hepsini iptal ederek yalnızca Mekke içerisinde ticaret yapmakla yetinmiştir. Tebük savaşına gidecek ordunun hazırlanması için Resülullah (sav), Müslümanların tasaddukta bulunmalarını istediğinde malının tamamını getirmesi üzerine Ömer (ra), bu sefer de Ebu Bekir'i geçemedim diyerek kendi kendine hayıflanmış ve Resülullah (sav)'a: Ya Resülullah Ebu Bekir evinde çocuklarına hiçbir şey bırakmadı, dediğinde Ebu Bekir (ra) şöyle cevap vermiştir:

- Getirdiklerimden daha hayırlısını bıraktım.

- Ne bıraktın?

- Allah ve Resülünü bıraktım.

İbni Abbas Ömer (ra)'in Hilâfeti zamanında yapılan fetihler sonucunda İslâm Devleti’ne bol miktarda ganimet gelmeye başlamıştı. Ömer (ra) bir yandan önünde yığılı olarak durmakta olan altınlara bakıyor bir yandan da hüngür hüngür ağlayarak şöyle diyordu: "Allah biliyor ya, bunu peygamberinden ve Ebu Bekir'den sakındırdı da bana verdi. Bununla hayır mı yoksa şer mi diledi?" Yani Ömer (ra) önünde yığılı bir halde bulunan altınlara sevineceği yerde bunun kendisi için bir imtihan olduğunu düşünerek, imtiha-nı kaybetmekten korkuyordu. Gerçekten de sahabe efendilerimiz dünya hayatına gerektiğinden fazla önem vermiyorlardı. Onların dünyaya bakışlarının temel esaslarını Allah'ın şu ayetleri oluşturuyordu:

      “İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.”

(Bakara: 86)

      “Kafir olanlar için dünya hayatı câzip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkardan sakınanlar kıyamet gü-nünde onların üstündedir. Allah dile-diğine hesapsız lütufta bulunur.”

(Bakara: 212)

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.”

(Al-i İmran: 185)

“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz? ”  (Enam: 32)

“(Ey Muhammed!) Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah bunlarla, ancak dünya haya-tında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kafir olarak canlarının çıkma-sını istiyor.” (Tevbe: 55)

“Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.”  (Ra'd: 26)

² “Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura: 20)

« “Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir.” (Şura: 36)

 “Fakat siz (ey insanlar!) Ahiret daha hayırlı ve daha devamlı olduğu halde dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” (el-Ala: 16-17)


Evet, sahabe-i kiram efendilerimizin dünya hayatına bakışlarını bir kısmını yazdığımız bu ayetler şekillen-diriyordu. Onların gayeleri dünyayı, dünyanın geçici nimetlerini kazanmak değil alemlerin Rabbi olan Allah'ın rızasını kazanmaktı. Temel felsefeleri bu nokta üzerinde yoğunlaşıyordu. Ahiret yurdunu kazanabilmek için sahip oldukları dünya varlıklarının tamamını feda etmeye her zaman için hazır kimselerdi. Çünkü onlar Resülullah (sav)'in şu hadislerini kendilerine şiar edinmişlerdi:

Ebu Hureyre (ra)'den: “Resülullah (sav) şöyle dedi: "Allah (cc) buyuruyor ki: Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve herhangi bir insanın hatırından dahi geçmeyen (nimetler) hazırladım. Dilerseniz şu ayeti okuyunuz:

 “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” Cennette bir atlının gölgesinde yüz yıl boyunca gideceği ancak yine de aşamayacağı büyüklükte bir ağaç vardır. Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: “Uzamış gölgeler” Sizin cennetteki bir kamçı kadar yeriniz, dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır."  Dilerseniz şu ayeti okuyunuz:

      “Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.”  (Tirmizi, K. Tefsiri’l Kur’an, 3214; Secde:17, Vakia:30, Âl-i İmran:185)

"Allah'a and olsun ki ahirete göre dünyanın durumu birinizin denize parmağını daldırması gibidir. Baksın bakalım parmağı ona denizden ne getiriyor." (Ahmed b. Hanbel, Müs. Şamiyyin, 17326)

Aişe (r.anha)'den gelen bir rivayette Resülullah (sav) şöyle buyurmak-tadır: "Dünya yurdu olmayanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan kimse dünya için biriktirir." (Ahmed b. Hanbel, Baki Müs. Ensar, 23283)

Ebu Musa el-Eşari'den. Resülullah (sav) şöyle buyurdu: “Kim dünyasını severse ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini severse dünyasına zarar verir. Baki kalanı (ahireti) yok olana tercih ediniz."  (Ahmed b. Hanbel, Müs. Kufiyyin, 18866)

 “Kimin derdi dünya olursa Allah onun işini aleyhine darmadağın eder, fakirliği alnına yazar. Dünyadan eline geçen miktar da kendisinde yazılan-dan fazla olmaz. Kimin de niyeti (tek derdi) ahiret olursa, Allah onun işlerini toplar ve zenginliği kalbine koyar, dünya nimetleri ona koşarak (kendili-ğinden) gelir.” (İbni Mace, K. Zühd, 4095)

Sahabeler Resülullah (sav)'in hayatında dünyaya ne kadar değer verdiğini daha doğrusu asla değer vermediğini, Allah'ın razısı uğrunda her türlü sıkıntıya katlanmaya hazır olduğunu, dünyanın her türlü nimetlerini elinin tersi ile ittiğini gösteren şu ifadelerini görüyorlar ve aynen onun peşinden gidiyorlardı:

Mekke'de müşriklere karşı mücadelesini yürütürken, davasından vazgeçmesini, putlarına, Mekke'nin liderlerine, yöneticilerine, sosyal hayat-larına ve ticari ilişkilerine çatmama-sına karşılık kendisini başlarına lider yapacakları, Mekke'nin en güzel kızı ile evlendirecekleri veya istediği kadar para verecekleri teklifini amcası aracılığı ile gönderdiklerinde amcası-na şöyle diyordu:  "Allah'a yemin olsun ki ey amcacığım. Bu işten vazgeçmem için onlar bir elime ayı bir elime de güneşi verseler ben yine bu davadan vazgeçmem. Bu baş bu vücuttan ayrı-lıncaya ya da bu din hakim oluncaya kadar mücadelemi sürdüreceğim." Amcası Ebu Talibin ve eşi Hatice (r.anha)'nin vefatından sonra davet amacıyla gittiği Taif'te ve dönüşünde karşılaştığı kötü muamele karşısında ellerini  kaldırarak şöyle diyordu:

"Allah'ım! Gücümün azlığını, çare-sizliğimi ve insanların bana yaptıkla-rını, beni hakir görmelerini yalnızca sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi. Sen güçsüzlerin, hor ve hakir görülenlerin Rabbi-sin. Benim de Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kütü yüzlü uzak kimselere mi? Yoksa  işlerimi eline bıraktığın bir düşmana mı? Eğer bana karşı öfkeli değilsen ben bunların hiç birisine aldırmam. Senin af ve merhametin bana bunları da göstermeyecek kadar geniştir. Senin gazabına uğramaktan, ilahi rızandan uzak kalmaktan sana, senin o karan-lıkları aydınlatan dünya ve ahiret işlerini yoluna koyan ilahi nuruna sığı-nırım. Allah'ım! Sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allah'ım kuvvet ve kudret ancak senin elindedir."

Evet Rasulullah (sav), Taiflilerden gördüğü bunca hakarete, dönüş yolun-da taşa tutulmasına rağmen Allah'ı razı etmekten başka hiçbir şeyi hedeflemiyordu. Mekke müşriklerinin kendisine teklif ettikleri dünyalıklara hiçbir şekilde tenezzül etmiyordu. Allah (cc)'ın rızasını kazandıracak olan Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılma görevini yerine getirmekten başka hiçbir şeyi kendisine dert edinmiyordu. Onun ne dünyada ne de dünya malında gözü yoktu. Ruhunu Allah'a teslim etmesinden kısa bir süre önce söylediği şu ifadelerle dünyaya bakışını net olarak ortaya koyarak; ashabına ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek tüm İslâm ümmetine en güzel bir örnek olma özelliğini koruyordu.

Abdullah b. Amr, Resülullah (sav)'in kölesi Ebu Müveyhibe'den rivayet ediyor: “Bir gece yarısı Resülul-lah (sav) beni uyandırdı ve bana şöyle dedi: "Ey Eba Müveyhibe! Ben, Baki kabristandakilere mağfirette bulunmakla emrolundum, haydi birlikte gidelim.” Ben de onunla birlikte yola çıktım. Oraya vardığımızda onların aralarında durarak şöyle seslendi: “Allah'ın selamı üzerinize olsun ey kabir halkı sizin şu andaki haliniz insanların içerisinde bulundukları halden daha iyidir. Allah’ın sizi kurtardığı şeyleri (tehlikeleri) ah bir bilseniz. Sonra gelen öncekinden daha kötü olan karanlık geceler gibi peş peşe gelen fitneler olacaktır.” Sonra bana yöneldi ve şöyle dedi: “Ey Eba Müveyhibe! Bana, dünya hazinelerinin anahtarları ve dünyada sonsuza kadar  kalmak ve cennet vadedildi. Bunlarla, Rabbime ve cennete kavuş-ma tercihlerinden birisini seçmek ara-sında serbest bırakıldım.” Dedim ki:

-Anam, babam sana feda olsun. Keşke dünya hazinelerinin anahtar-larını, içinde sonsuza kadar kalmayı sonra da cenneti tercih etseydin.

-“Allah’a yemin olsun ki hayır, ey Eba Müveyhibe. Ben Allah Azze ve Celle’ye kavuşmayı ve cenneti seçtim.” Sonra Baki kabristanda bulunanlara istiğfarda bulundu, oradan da evine gitti.” (Ahmed b. Hanbel, Müs. Mekkiyyin, 15425)

Yeryüzünde yaratılmışların en şereflisi, Allah nezdinde insanların en değerlisi, peygamberlerin sonuncusu, tüm insanlara uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen, rahmet peygamberi, ellerini havaya kaldırıp yapacağı dualarla Uhud dağının altına çevrilmesini sağlayabilecek kerim Resul Muhammed (sav); dünyada sonsuza kadar kalma, dünya hazinelerinin anahtarlarına sahip olma teklifini elinin tersi ile iterek, ebedi olanı, bunlar-dan çok daha değerli olanı, Alemlerin Rabbine kavuşmayı tercih etmiştir.

Kerim Resülun yolundan giden sahabe efendilerimiz de aynı şekilde dünyayı değil ahireti kazanmayı kendilerine düstur edinmişlerdir. Allah'ın rızasını kazanmak, dinini dünyanın en ücra köşelerine taşımak için cepheden cepheye koşmuşlardır. Dünyanın pe-şinden koşmamışlar dünyayı peşlerin-den koşturmuşlardır. Allah'a, Resü-lüne, dinine ve Müslümanlara düş-manlık edenlerden korkmamışlar, aksine onların kalplerine korku salmış-lardır. Allah'ın dinini hakim kılmak için Cebelitarık boğazını geçerek İspanya kıyılarına varmasının ardın-dan tüm gemileri yaktıran Tarık b. Ziyad askerlerine şöyle sesleniyordu:

-İşte arkanızda koskoca ordu gibi bir derya, önünüzde de derya gibi bir ordu bulunmaktadır. Ya Allah yolunda, önünüzdeki derya gibi ordu ile karşılaşır öldürülüp şehadet şerbetini içer veya Allah tarafından zafere eriştirilirsiniz ya da geri dönmeyi arzular arkanızdaki derya ile boğuşursu-nuz. Tercih sizindir. Bu konuşmanın ardından Tarık b. Ziyad komutasın-daki İslâm ordusu iki saat içerisinde Tulaytıla'nın sarayına girerek tüm hazineleri ganimet olarak ele geçiriyor ve Tarık b. Ziyad ayağını Tulaytıla'nın hazinelerine basarak şöyle diyordu:

Ey Tarık! Bir zamanlar para ile alınıp satılabilen bir köle idin, şu anda ise Tulaytıla'nın hazineleri ayakları-nın altında durmaktadır.

Evet, Tarık b. Ziyad İspanya'yı; dünya malına sahip olmak, batı dünyasında olduğu gibi sömürgecilik için feth etmemişti. Tarık b. Ziyad ve onun dışındaki tüm İslâm komutan-ları, sultanları ancak Allah'ın dinin dünyaya taşımak, hakim kılmak için cihad etmişlerdir. Dünyanın peşinde koşmadan dünyayı kendi peşlerinden koşturmuşlardır. Allah'ın rızasını taleb için çalışırlarken  aynı zamanda Allah (cc), dünyanın tüm nimetlerini onların ayakları altına sermiştir.

Halid b. Velid'ler, Tarık b. Ziyad'lar, Selahaddin Eyyubi'ler, Halife Mutasım'lar, Fatihler, Yavuzlar ve daha nice kahraman ve cesur İslâm komutanları; Allah'tan başka hiç kimseden korkmadan, yalnızca Allah'ın dinini tüm dünyaya hakim kılmayı ve Allah yolunda şehit olmayı arzulayarak hareket etmişlerdir. Onların kalplerinde; günümüzün komutanla-rında olduğu gibi dünya sevgisi değil, cennet özlemi vardı. Onlar İslâm düşmanlarından değil İslâm düşman-ları onlardan korkuyorlardı. Ölümden kaçmıyorlar koşarak, seve seve ölüme gidiyorlardı. Çünkü onlar bu dünyayı değil cenneti istiyorlardı. Onların hayata bakış açılarını; fayda-zarar, iyi kötü veya çıkarcılık değil, Allah ve Resülü'nden gelen şer'i hükümler, helaller ve haramlar şekillendiriyordu. Bunun için her şeye bakışları farklıydı. Başları dimdik, tok sesli, cesur, uyanık, dünya sınırlarını aşarak ahireti ve cenneti kuşatan bir ufka sahip ileri görüşlü kimselerdi.

Ancak geçmişte olduğu gibi bugün de İslâm ümmeti içerisinde böylesi komutanlar elbette ki mevcuttur. Ümmet, öncekilerde gördükleri üstün özellikleri bunlarda da görmeyi arzulamaktadırlar. Başlarında; Müslüman görünümlü fakat, Allah’a, Resulü’ne, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapan, yeryüzündeki insanların en alçağı, değersizi olan kişilerin yönetici olmalarına razı olmayacak, korkaklardan korkmayacak kahraman ve cesur komutanları, yöneticileri görmek istemektedirler. Haçlıların egemenliği altındaki Kudüs'ü fethetmeden rahat bir uyku uyuyamayan ve gülmeyen Selahaddin Eyyubileri arzulamaktadırlar. Resü-lün hadisinde belirttiği müjdeye nail olabilmek için gece gündüz İstanbul'u fethetme hazırlıklarını sürdüren ve planlar yapan Fatihleri beklemektedirler. Geçmişte; Filistin'de, Suriye'de, Bosna'da ve Azerbaycan'da şimdi ise Özbekistan'da, Türkiye'de ve Kosova' da ve daha birçok bölgede Müslüman kızlarımızın, annelerimizin ve kız kardeşlerimizin namuslarına, başörtü-lerine el uzatanlara haddini bildirecek Halife Mutasım gibi komutanların çıkmasının özlemini çekmektedirler.

   "Sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamberler ve onunla beraber bulunan müminler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve sıkıntıya uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır." (Bakara: 214)

İlahi Rabbimiz!

Günahlarımızı, işimizdeki aşırılık-larımızı bize bağışla, ayaklarımızı sabitleştir ve kafir topluluğa karşı bize yardım et.

Rabbimiz! Bizim üzerimize sabır boşalt, ebrar sahipleriyle, Müslümanlarla birlikte bizim canımızı al.

Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, katın-dan bize rahmet bağışla; şüphesiz ki sen sonsuz bağışta bulunansın.

Rabbimiz! Peygamberlerine vaad ettiklerini bize de ver, kıyamet günü bizi rezil etme. Sen şüphesiz sözünden caymazsın.

Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et. Bizi muttakilere önder kıl.

Ey Allah'ım! Bizi, senin yolunda şehitlikle rızıklandır. Bizi, sein yolunda şehitlikle rızıklandır. Bizi, senin yolunda şehitlikle rızıklandır. Bize, nimetine eriştirdiğin peygamberlerle, sıddıklarla , şehitlerle ve salihlerle bir arada bulunmayı nasip et.

Rabbimiz! Bize dünyada güzel olanı ver ahirette de güzel olanı ver. Bizi ateşin azabından koru.

Rabbimiz! Bizi ve çocuklarımızı namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Dualarımızı kabul buyur.