๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 18:36:36



Konu Başlığı: Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk
Gönderen: Sümeyye üzerinde 01 Aralık 2010, 18:36:36
"Doğrusu Babalarımızı Bir Din Üzerinde Bulduk,

Biz de Onların İzlerini Takip Ediyoruz1” Ayeti Işığında


Hidayet bayrağı dalgalansın ve insanların başvuracakları bir mazeretleri kalmasın diye yüce Allah onlara peygamberler göndermiştir. İnsanlardan bir kısmı onlara inanmış diğer bir kısmı ise inanmayıp yalanlamıştır. İnkârcıların inanmama gerekçelerini Kur’an-ı Kerim şöyle ifade ediyor: “Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıklıları sadece: "Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz" dediler. Gönderilen uyarıcı: "Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?" dedi. Onlar: "Doğrusu sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz" dediler” (Zuhruf: 23–24).

Bu ayetten, gönderilen peygamberlere karşı çıkanların genellikle o toplumları yönetenler, ileri gelenler ve varlıkları ile şımaranlar olduğu anlaşılıyor. Çünkü bu yeni mesaj hâkim olan değerlerde ve toplumun yaşantısında birçok değişiklik meydana getirecektir. Bu da onların çıkarlarına dokunacaktır. Peygamberlere karşı tavır sergilemelerinin asıl nedeni hep bu olmuştur.  Öte yandan tarih boyunca, sosyal hayatın düzgün işlemesi için insanlar arasında yardımlaşmayı sağlayan ve onları birbirlerine haksızlık etmekten alıkoyan bazı kurallara ihtiyaç duyulmuştur. Onlar atalarından tevarüs ettikleri gelenek ve göreneklerin bunu sağladığını ileri sürmüşler ve yeni gelen mesaja karşı çıkışlarını bununla gerekçelendirmişlerdir. Böylece hayatları, iftihar sebepleri olan atalarının hayatlarını devam ettirmekten bir adım ileriye gidememiştir.

Aslında sonradan gelen bu nesiller, atalardan aldıklarıyla da yetinmemişlerdir. Onları bazı kültürler, felsefeler ve hurafelerle yoğurmuş ve kendi inançlarının temeli kılmışlardır. Böyle yapmaları da normaldir. Çünkü doğru yolun emareleri kaybolunca geçmişteki yanlışlar, atalardan miras kalan gelenek ve görenekler yol ve metot oluverir. Bundan dolayıdır ki, ıslahçıların ilk işi, tarihi mirası doğru çerçeveye oturtmak için çalışmak olmuştur.

Ataları Taklitten Ne kastedilmektedir?

Atalardan alınan her şey kötü değildir. Çünkü tümden kötüdür denilecek hiçbir nesil olmamıştır. Fakat kötü olan, bu mirasa hükmetme gücünü yitirmek, onları mutlak doğrularmış gibi kabullenmektir. Gelenek ve görenekler değerlendirilmeden, doğru mudur yanlış mıdır diye ölçüp biçilmeden alındığı takdirde aşağıdaki sonuçları doğurur:

İnsanlık, peygamberlere ihtiyaç duymadan kültürel deneyimi sayesinde hayatını düzenleyecek bir yol ve yönteme sahip olabilir. Bunu şımarıkların peygamberlere verdiği cevapta açık olarak görmekteyiz: Peygamberler, "Eğer size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş isem de mi bana uymazsınız?" (Zuhruf: 24). Diye sormuşlar, onlar: “Biz size gönderileni inkâr ediyoruz” (Zuhruf: 24). diye cevap vermişlerdir. Bu her türlü delilden yoksun olan cevap, ataları körü körüne taklidin farklı bir niteliğini de ortaya çıkarmaktadır. Oda delilsiz ve mesnetsiz olmasıdır.

Bir diğer sonuç da, insanlığın sosyal hayatla ilgili tüm gerçekleri elde ettiği iddiasıdır. Bu iddia doğru olmamakla beraber hayatı donukluğa götürür. Çünkü ilim ve fikir hareketi, ancak gizli hakikatlerin ve çözüme muhtaç sorunların varlığı hissedildiğinde canlanır. Bundan dolayı da taklitçilik tarihin mantığıyla çelişen bir geriye dönüş hareketi ve bağlıları da kelimenin tam anlamıyla gericiler olmuştur. Doğru yol, bağlılarını yenilemek ve geçmiş kavimlerin hayatlarından ibret almalarını sağlamak için çalışırken, taklitçilik de insanlığın tecrübelerinin gelişmesini ve güçlenmesini engellemek için çalışır. Geçmişi eleştirmek, yanlışlarını tespit etmek atalarının onların gözlerindeki konumlarına halel getirdiği için karşı çıkarlar.

Taklitçilik, geleneği, toplumsal hayatta kendilerine rehberlik edecek mantıklı bir çerçeveye koymak yerine gerici bir şekle sokmak istemektedir. Din ise tam tersi bir görevi ifa etmektedir. Süre gelen deneyimler, taklitçiliğin anlamsız olduğunu göstermiştir.  Atalar yırtıcı hayvanlara karşı kılıç kullanmışlarsa, top tüfek kullanan nesillerin onları taklit etmesinin ne anlamı olabilir? Taklitçilik bir çeşit toplumsal içe kapanıklığı meydana getirmektedir. Bu da yüce Allah’ın evrende vazettiği değişim kanunuyla ters düşmektedir.

Islahçılar ve Atalarını Taklit Edenler:

Peygamberlerin ve onların izinden gidenlerin tarih boyunca karşılaştıkları en büyük sorunun taklitçilik olduğunu söylesek abartmış olmayız.  Çünkü onlar her şeyden önce atalardan kalan yanlışları ortadan kaldırmak sonra da onun yerine rabbani yöntemi koymak durumunda kalmışlardır.  Hidayet önderleri ataları taklit edenlerle bilfiil çatışmışlardır. Çünkü hidayet önderleri kültürü, sanık ve muhakemeye tabi kılınması gerektiğini söylemelerine karşın taklitçiler bizatihi onun malik ve hâkim olduğunu savunmuşlardır.

Bu arada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor: insanlık geçmişten bağını koparabilir ve ondan aldığı tecrübelerden vazgeçebilir mi? Bunun mümkün olmadığı görülüyor. Çünkü bizler bir bakıma geçmişin bir parçasıyız ve bugünkü bilgi ve deneyimlerin birçoğu geçmişten bize miras kalmıştır. Ondan aldığımız bir takım ilkeler ve araçlarla onu eleştirmemiz imkânsızdır.

Bizler bu durumda ne kadar uzman olursa olsun kendini ameliyat etmekten aciz olan cerrah gibiyiz.

Ümmetin ıslahı için çalışan ve geleceğini kendilerine dert edinenlerin bir anda iki mücadeleyi birlikte vermeleri gerekir: Birincisi, hayatı zamanın geçmesiyle meydana gelen yanlışlıklardan ve şüphelerden arındırmak, ikincisi ise fikri alandaki yanlışlıkları düzeltmek, yenilikçiliğin ve taklidin sorunlarını gidermek, aklın ve naklin sınırlarını belirlemedeki zorlukları ortadan kaldırmak için verilen mücadeledir. Birinci mücadele gelenekler, şer’i tekliflere ve ümmetin varlığını koruyan hususlara gereken önemi verme etrafında cereyan etmektedir. Bu bağlamda Müslümanların yeryüzünün değişik bölgelerinde, farklı şartlar altında yaşadıklarını ve bundan dolayı da dini anlama noktasında aralarında büyük farklılıkların olacağını düşünüyoruz. Aynı zamanda etkilendikleri yabancı kültürler, aldıkları eğitim, gördükleri yöntem de birbirinden farklıdır. Bu da dinin istekleriyle dünyanın istekleri arasında denge oluşturma gücünü farklı kılmaktadır.  Aynı zaman da ihtilaf etme hürriyetini ve doğruyu tercih etme yöntemini farklı kılmaktadır. Bu bağlamda değişik hükümetlerin kendi maslahatlarına binaen dinin bazı noktalarını ortaya çıkarmaları ve diğer bazılarını da gizlemeye çalışmalarının oluşturduğu büyük etkiyi de unutmamak gerekir.

Şunu diyebiliriz: Din bilgisi zayıflayınca gelenekler ve hurafeler hemen onun yerini alır. Çünkü insanlar ilahi bir metot, zaman ve mekân üstü olan dini, kendi kültürlerinin yönlendiricisi ve hâkimi görmek yerine kültürlerinin bir unsuru haline getirme eğilimindedirler.  Bunu yaparken de zorlanmazlar. Özellikle de gelenek ve din arasında görünüşte bazı benzerlikler olduğu takdirde bu daha da belirgin bir hale gelir. İbnu Cevzi (rh) şöyle der: “Bazı insanları namaz kılmaları için kamçılasan yine de kılmazlar. Ama aynı insanları oruçlarını yemeleri için dövsen yemezler”. Hâlbuki namaz oruçtan daha önemlidir. Günümüzde birçok Müslüman ülkede insanlar çok evliliğe zinadan daha fazla karşı çıkar olmuştur. Buralarda gençlerin camiye gitmeleri de garipsenir bir hal almıştır. Çünkü buralarda camiler yaşlıların gideceği yerler haline gelmiştir. Yine buralarda kızların fuhşiyata düşmesi kötüleniyor ama erkeklerin özellikle de gençlerin yaptıkları görmezlikten geliniyor.

Günümüzde kandillere, mevlitlere ve ramazanda çarşı ve pazarı eşya ile süslemeye değer veriliyor. Fakat bu perde arkasından İslam’ın temellerine ve ilkelerine saldırılıyor ve İslam davetçileri radikallikle suçlanılıyor.

Bu yanlış algılayışlar ve bidatlere ilim ve takvalarından dolayı insanların kendilerine güvendiği şahıslar katılınca olay daha da vahimleşiyor. Çünkü avam fikirleri tartışamaz, delilleri birbirinden ayıramaz. Ancak sesi daha çok çıkanlara ve tebaası daha fazla olanlara uyar. Tüm bunlar ataları körü körüne taklitçiliği engellemeyi daha zorlaştırıyor. Fakat önümüzde doğru yoldan ve doğru yönteme sarılmaktan başka çare yoktur. Yoksa mesaj nasıl ebedileşecek, peygamberlik nuru dünyayı aydınlanmaya nasıl devam edecektir?

İkinci mücadele çıkış noktası itibarıyla birincisinden pekte uzak değildir. Çünkü ikisi de geçmişin sadece geçmiştir diye takdis edilmesini yoketmek için verilir.  Fakat hasımlar farklıdır. Birincisinde genel halk ve yarı aydınlar iken ikincisinde ise kendilerini ilim ehli ve ıslahçı sayanlardır. Evet, bunlar kendilerini ilim ehli sayabilirler fakat genel halktan pekte farklı değildirler.

İşte bu savaş, içtihat ve taklidin savaşıdır. İçtihat, illet benzerliğinden dolayı nasların hükmünü yeni gelişen olaylara kadar uzatmak ve onları da nasların kapsamına almak için çaba göstermek iken taklit ise nasların aktifliğini ve yol göstericiliğini günbegün ortadan kaldırmaktır. Her asırda içtihada ihtiyaç vardır. Çünkü hangisi olursa olsun hiçbir dönem, sonradan geleni tümüyle kapsamaz. İşte bu hakikat sahabeleri, tabiinler ve sonrasından gelenleri içtihada sevk etmiştir. Bu aynı zamanda bizim içinde geçerlidir.

İçtihadın ümmetin belli kısmı ve taklidin de başka bir kısmı için caiz görülmesinde bir sorun yoktur. Asıl sorun müçtehidin yanılmayacağını ve doğruyu bulma vasfının ondan ayrılmayacağını inanmaktır. Müçtehit “içtihadında doğruyu bulduğu gibi yanılabilir de” sözünü herkesten işitmemize rağmen, pratik alanına gelince bu insanlardan bazı imam ve müçtehitlerin masumiyetini gösteren sayısız tavırlarla karşılaşmaktayız. Bunlar yüce Allah’ın müçtehitlere bahşettiği içtihat etme kabiliyeti ile birlikte keskin zekâ ve kavrayışları sayesinde ya çok az veya da hiç hata işlemediklerine inanırlar. Bunun neticesinde birçok ilim talibini, en ince detaya varıncaya kadar bir mezhebe bağlandığını, tüm gücüyle onu savunduğunu ve bundan dolayı da diğer mezhepte olanlara düşmanlık ettiğini görüyoruz. Bu tavırlarıyla da birçok müslüman kardeşlerini kaybediyorlar. İşin en kötü tarafı da yaptıkları bu yanlışlarıyla da Allah’ın dinine yardım ettiklerine inanırlar.

Tüm bunlar, içtihat konusundaki cehaleti ortaya koymaktadır. İçtihat ameliyesinin dört unsuru bulunmaktadır. Allah vergisi olan zihinsel bir kabiliyet, konuyla ilintili olan naslar ve deliller, müçtehidin ehliyeti ve şartlar. Her müçtehidin bunlara hâkimiyeti diğerinden farklılık arz etmektedir. Bu da bir müçtehidin içtihat ettiği tüm konularda isabet edeceği iddiasını ortadan kaldırır. Müçtehide yaşadığı çağdakilerin gözüyle bakmak gerekir. Çünkü onun zamanında yaşayan insanlar ona muasır olmaları ve birlikte yaşamaları dolayısıyla ona kutsiyet atfetmemişlerdir.

Eğer bizler kendimizi yenilemez ve yanlışlarımızı düzeltmezsek dışımızdan veya içimizden gelecek birçok felaketle karşı karşıya kalır, içimize kapanır ve bir şey üretemez hale geliriz. Boğulmaktan kurtulabilmemiz için delillere sarılmalı ve dinin ana maksatlarına bağlı kalarak yeni yorumlar getirmeliyiz.



1 Zuhruf: 23.


Prof Dr. Abdulkerim Bekkar
Tercüme: Selahattin Yıldırım