Konu Başlığı: Diriliş aynasında doğan güneş 2 Gönderen: Sümeyye üzerinde 17 Eylül 2010, 13:49:42 DİRİLİŞ AYNASINDA DOĞAN GÜNEŞ (2) "İnsanlığa çökmüş gecenin gündüze dönüşmesi, beklenen fecrin doğması, örtülmüş kavramların açıklanması, gizlenmiş hakikatlerin açılması, ruhlar barışının geri dönmesi, hakikat kültür ve medeniyetinin yeniden çiçeklenmesi için, seÂninle birlikte ve benimle birlikÂte yola çıkmış bir yolcudur Diriliş. Onu bir dergi sanma. O sadece bir dergi değildir. Araçları amaçlarla bir sayma. Araçlar, amaç içindir ve ancak bu anlamda değerlidir. Araçların hakkını vermekÂte ve hiç birine takılıp kalmaÂmalısın, takılıp kalmamalıyız. Ve kişiler, kim olurlarsa olsunÂlar, aciz ve fâni varlıklardır. Onları putlaştırmamalı. Ancak birer hizmet eri olarak düşünÂmeliyiz onları. Bir nöbet nefeÂri. Gün gelince, her gerçek hizÂmet eri, nöbeti, gönül rahatlıÂğıyla devreder. Kimse bu dünÂyada ebedi kalıcı değildir. İnsanlara gurur gelmesin, acizliklerini unutmasınlar diye Allah, ölümü yarattı. Bunu hiç unutmayarak, saatleri ve dakiÂkaları, zamanı tam anlamıyla değerlendirmek; işte bu dünÂyada bize düşen budur. BunÂdan ötesi bize ait değil. "İnsanlık, bir diriliş arayıcılığı içindedir. İçine düştüğü derin bunalımdan kurtulmak için çırpınıp durmaktadır. Oysa, çoğu kez diriliş ruhu, yanı-başında umulmadık bir çerçeÂvede filizlenip durmaktadır. İnsanoğlunun bugüne kadar getirdiği bütün değerlerden bir zerreyi bile feda etmek isteÂmeyen bir dikkatle, yavaş faÂkat güvenli bir şekilde gelişip büyümektedir. İnsanlar onu hemen göremiyorsa, bu onu umdukları yerde bulamamalarındandır. Ama, hikmet, bize, umduğumuz yerde değil, bulÂduğumuz yerde hakikate ve diriliş ruhuna sarılmamızı buÂyurmaktadır. Yoksa, ilahî iraÂde ve takdirin bir nevi inkarÂcısı olmuş ve yüceliğine ermeÂğe çalışan idrakimize gölge ve pas düşürmüş bulunuruz. "İslâm’ın dirilisi, insanlığın dirilişi ile içiçedir. İnsanoğluÂnun kireçleşmiş inanç damarlarını genişletmek, tıkanmış düşünme yollarını açmak, naÂsırlaşmış duyarlığını uyandırmak, darlaşmış ahlâk ve davÂranış dünyasını kısırlık ve katıÂlıktan kurtarmak, öç ve kin yeÂrine sevgi ve af, barış ve bağışÂlama duygularını kanatlandırÂmak, kolay olan öldürücü yoÂlu değil, zor da olsa diriltici yolu seçmek, hakikati bulmakÂla sonsuz arzulu ve iradeli, buldurmakta sonsuz sabırlı ve tahamüllü olmak, güçlü insanların başvurduğu derinden ve ruh tan kavrama yöntemin i kullanmak suretiyle İslamın diÂrilişi, yani insanlığın dirilişi idealini gerçekleştirmek. İşte, beklenen yeni insanı getirecek olan usulün ana çizgileri. "Tarih, tabiat, zaman ve insan ilişkileri, yeniden, hilÂkat ve fıtrat kanunlarına uyaÂcak şekilde düzenlensin tuÂtumumuzla. Aşkımız, Nemrudun ateşine ateş değil, Hz. İbrahim’in gül bahçesine su taÂşımak askı olsun."(1) Dirilişin bu mektubundan sonra, ilk sayısında olduğu gibi bir göç haberi yer alıyor: RAHMETE KAVUŞAN "Pakistan'da, bir ömür boÂyu, İslâm uğruna savaş vermiş düşünce ve dava adamı Mevdudi'nin ölüm haberi geldiğinÂde, Dergimiz baskıdaydı. Kendisine Alllah’tan rahÂmet diler, değerlendirmeleri, eleştirileri ve bütün dünyada kalacak şeyleri şu an için bir yana bırakarak, bütün müslümanların başı sağ olsun deriz. İslâm için iyi niyetle çalışan her kişi, dünyadan daha deÂğerlidir. "(2) Diriliş, bu nisbi ölümün arkasından, ölüm haberinden sonra, bir Diriliş Muştusu sunuyor. "Umutsuzluk Yuvası Ya Da Çerag" başlığı altında verilen bu muştuda şunlar var: "İnsanoğlu, kimi zaman, umut coşkunu bir hurma ağaÂcı gibi yemişle yüklü, kimi zaÂman da, susuzluktan kurumuş ve çatlamış bir kaya gibi kısır, yoksul bir mahrumluk anıtıdır. Bir vakit, ufkunun eserlerle donandığını görmek mutluluÂğuna erer, bir vakit de umutÂsuzluktan her imkanın tükenÂdiği duygusuna kapılır. "... umutsuzluk çizgisinde bir ak benek belirir kimi zaman. Bir ışık zerreciğidir bu. Çoğu kez, insanlar onu görÂmez, ya da görmezlikten gelir. O aklık, o parlaklık, gittikçe büyür. Karanlığa alışmış yarasa gözlüler ondan rahatsız olur ve onu söndürmek ve boğmak isÂterler. Kimi gözler de kamaşır, bu kamaşma yüzünden ortalıÂğı bir an görememenin suçunu o ışık kabarcığına yüklemeğe kalkışırlar. "Umutsuzluk girdabına batmış ruhlar ne bilsin ki, bu gelen bir Tanrı lütfudur, bir Allah armağanıdır. Ruhun gözÂlediği vaktin mucizesidir. RahÂmetinden umut kesilmeyen AlÂlah'ın, insanlığa yeni bir fırsat tanımasıdır. Şeytana karşı yeni bir raunttur. Alelade ve alelade altı günler tükenmekte, verim çağı şafağı sökmekte demektir. "Ruh, ne kadar ölüm miliÂtanları ve terör mekanizmalaÂrıyla kuşatılma kuşatılsın, Tanrı'nın bir mucizesi olarak, onun en mahfuz yerinde sürekli olarak yanmakta olan bir çerağ, karanlıkları yırtacak ve kurtuluşa bir kapı aralayacaktır. "Evet, umutsuzluk perdesi kalkacak, umut ve muştu ufku açılacaktır bir diriliş çerağında. "Her çağın umutsuzluk ufÂkunda, bir destan titreyişi olaÂcaktır. Hakikat uygarlığının her atılımı, böylesine köklü krizlerin hemen arkasından fecrini sökün ettirecek ve haÂvada toplaşan kursun gibi ağır ve dolu düşünce ve proÂje bulutlarının altında, diriliş erleri, ellerinde hayata yeni düzeni getiren tomarlar, geleÂcek zamanın bağrına doğru yürüyeceklerdir. "(3) Bu muştu kapılarını bize aralayan gönül, beş yıl önceÂki yazılarından birinde de şunları soruyor: "Bediüzzaman, İkbal, Akif Necib Fazıl, Mevdûdi, Seyyid Kutup gibi yüzyılımızda İslâm âleminin her kösesinde boy göstermiş, metodları ve acıları ayrı da olsa bütün ömürlerini İslâm'a adamış önÂderlerin ektikleri tohumları en iyi şekilde verimlendirmek için neler yapılmıştır, muhasebesini yapalım." (4) Biz bu çetin muhasebeyi yapmadan önce, Diriliş'in gelÂdiği, doğduğu gün giden, madÂdi âlemde ölen Bediüzzaman'a kulak verelim. Kendisini ve geleceğini nasıl değerlendirdiÂğine bakalım: "1335 (1919) senesi EylüÂlünde, zamanın olaylarının verÂdiği üzüntü ile şiddetli acılar içindeydim, $u koyu karanlıkÂlar içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada bulamadım. Gerçekten uyku ile uyanıklık arası bir hal olan, doğru, gerçek bir rüyada bir ışık gördüm. Ayrıntılara girÂmeden yalnız bana söylettirilen noktaları kaydedeceğim. Bir cuma gecesinde, uyku ile misal âlemine girdim. Biri gelip de: — Mukadderat-i İslâm için teşekkül eden muhteşem bir meclis seni istiyor. Gittim... Gördüm ki: MüÂnevver, örneklerini dünyada görmediğim, selefi salihinden ve asırların meb'us (Allah taraÂfından görevli)’larından her asÂrın meb'usları içinde bulunan bir meclis gördüm. Utandım kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki: - Ey felaket-helaket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et." Bediüzzaman, bu yüce meclisin huzurunda asrın muhasebesini yapar. Kendisine sorulan sorulara cevaplar verir. Sonunda, "Baktım meclis istihsan etti (güzel buldu, beğenÂdi). Heyecanımdan uyandım. Terli, el-pençe yatakta oturÂmuş kendimi buldum. "(5) der. Yüce bir mecliste görev alan Bediüzzaman zamanının nabzını tutar ve teşhisini kor: "Dünya büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi teÂmelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikÂçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, batıl formülleriyle mi, yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleÂri tutamaz. Onun için, ben yalÂnız iman üzerine mesaimi tekÂsif etmiş bulunuyorum. Risale-i Nur'u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorÂlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, büÂtün müsbet ilimlerle, asr-ı haÂzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim (6) Bana, "Sen şuna buna niÂçin sataştın?"diyorlar. FarkınÂda değilim. Karşımda mütÂhiş bir yangın var, alevleri gökÂlere yükseliyor, içinde evladım yanıyor. O yangını söndürmeÂye, imanımı kurtarmağa koşuÂyorum. Yolda biri beni kösÂteklemiş de ayağım ona çarpÂmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar göÂrüşler! Ben cemiyetin iman selâÂmeti yolunda ahiretimi de feÂda ettim. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korÂkusu. Yirmi beş milyonluk Türk cemiyetinin imanı namıÂna bir Said değil bin Said feda olsun. Kur'anımız yeryüzünde cemaatsız kalırsa Cenneti de isÂtemem, orası bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım. ÇünÂkü vücudum yanarken, gönÂlüm gül-gülistan olur. (7) Bir tek gayem vardır, o da mezara yaklaştığım bu zamanÂda İslâm memleketi olan bu vatanda Bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm’ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençÂleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün varlığımla bunlarla mücadele ederek gençleri ve müslümanları imaÂna davet ediyorum. Bu mücadelem ile inşaallah Allah huÂzuruna girmek istiyorum, büÂtün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korÂkarım ki, Bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücaÂdele açan dindar kuvvetlerle el ele vermek, benim için muÂkaddes bir gayedir. Beni serÂbest bırakınız, elbirliğiyle, koÂmünistlikle zehirlenen gençleÂrin imanına, Allah'ın birliğine hizmet edeyim. (8 ) Böyle bir yüce ruhun, böyÂle bir idrakin manevi bir göÂrevli olmadığını söyleyemeyiz. "İhya-i din ile olur bu milletin ihyası.." diyen bir diriliş görevÂlisi olduğunu yani. O, aldığı bu diriliş görevini, gelecek bir başka kadroya teslim edeceğiÂni, bu görevin devredileceğini, de söylüyor, "eğer kıyamet kapmazsa ve beşer bütün büÂtün yoldan çıkmazsa.." onları göreceksiniz, diyor.(9) GeleÂcek bu kadronun üç büyük vazifesinin olacağını söylüyor. "O topluluğun başı olacak zat, Risale-i Nuru bir programı olaÂrak neşr ve tatbik edecek. O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icÂra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük bir maddi kuvvet ve hakimiyet laÂzım ki o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zatın üçüncü vaziÂfesi, Hilafet-i İslamiyeyi İttihad-ı İslâm bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip Din-i İslama hizmet etmektir (10). "Muhbir-i Sadık'ın haber verdiği gibi, mânevi fütuhat yapmak zaman ve zemini hemen hemen gelmektedir. RisaÂle-i Nur'un şimdiye kadar füÂtuhatı ve zındıkanın ve dalaleÂtin savletlerini kırması ve yüz-binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve biri yüze ve baÂzen bine mukabil yüzer ve binÂler hakiki mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık'ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve ediyor. Ve inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu'nun sinesinÂden onu çıkaramaz. Ta ahir zaÂmanda, hayatın geniş dairesiÂnin asıl sahipleri, yani Mehdi ve şakirdleri, Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişÂlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyÂreder Allah'a şükrederiz. (11) Şimdilik Bediüzzaman'ın tesbitlerine bir nokta koyarak, Necip Fazıl Bey'e dönelim. 1946'da, çoğunluğu edebiyatÂçılardan bir topluluğa verdiği bir konferansta, ".. yeryüzünü baştanbaşa ve her sahada kaplıyan bir korkunç hiçlik, niÂzamsızlık, muvazenesizlik, rahatsızlık, kifayetsizlik, üstelik bu korkunç boğuşma, ihtiyar kürenin tam bir yokluğa değil de, misilsiz bir varlığa doğru gittiğine, kendisine yeni hayatı getirecek kahramanı beklediğine işaret. Şimdilik tünelden geçiyoruz. Bütün dünya, iyi atlarına binmiş, iyi insanları, peşinden sökün ettirecek şanlı süvariyi bekliyor. Ne desem ona fikirci mi desem, san'atkar mı desem, inkılapçı mı desem? Ne desem olur?"(12) Mehmed Tahiroğlu |