๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:57:00



Konu Başlığı: Dinin toplumsal değişime etkisi
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:57:00
Epistemolojik Bir Etmen Olarak

“Din”in Toplumsal Değişime Etkisi

 
Boyut ya da kapsam olarak doğru görülse bile, “değişim” olayına “öz”ü bakımından yaklaşımda bulunulduğunda “bireysel “ ve “toplumsal” diye iki farklı bağlamda irdelenmesinin tutarlı olmadığı kanısındayım. Çünkü gerçekte bir “dönüşüm” olarak gerçekleşen “değişim” insansal bir olaydır ve olaya geniş açıdan bir süreç olarak bakıldığında da bireyselliğin nerede bitip toplumsallığın nereden başladığını, aralarındaki sınırı belirlemek zor, hatta imkânsızdır. Dahası, bunlar arasında bir sınır değil, bir geçişkenlik vardır. Bütüncül bir yapı desek belki daha doğru olacaktır. Birey/bireyler mi toplumu dönüştürür yoksa toplum mu bireyi değiştirir sorusu, bana kalırsa, “yumurta-tavuk” paradoksundan daha farklı değildir. “Birey toplumla değişir.” sözü ne kadar doğruysa,  “Toplum bireyle dönüşür.” demek de o ölçüde tutarlıdır.

Bu ince çizgiyi Kur’an-ı Kerim’de çok açık bir biçimde gözlemleriz. O, bireylere seslenir haberleri iletirken, buyrukları aktarırken, sonuçları bildirirken. Şu var ki, seslenilen bireyler “bireysel birey” değildir de, “toplumsal bireyler”dir. Toplumun bireylerini birey olarak ama topluca muhatap alır. Toplumsal buyrukların muhatabı hep bireylerdir.

Bu üslubun tek istisnası (ya da iki tek istisnası) Elçi’lere ve İblis’e/Şeytan’a yönelik olandır. Orada da onların temsilî konumda bulunduğu göz önünde tutulursa hitap yine “bireysel birey”e değil, “toplumsal birey”e yapılmış olur. Tekil olarak gelen “insan, mü’min” gibi sözcüklerin de “topluluk ismi” olduğu düşünülürse bu durum daha açık gözlemlenir.

Bu açıdan bakacak olursak, birey için “toplumun tohumu” diyebiliriz. Toplum, çünkü bireyden/bireylerden türer, neşvünema bulur. Böyleyken, ikisi aynı şey midir, diye sorulabilir. Ya da şöyle: “Tohum ağacın bütün özelliklerini taşır mı?” Özelliklerini değil ama özelliklerin tümünü içeren bir özü, ağacın özünü taşır. Bu yüzdendir ki, birey olarak insan türünün prototipi olan ve onun bütün özelliklerini taşıyan Âdem âleyhisselam, öte yandan da insanlık ağacının tohumu oluşundan ötürü toplumsallığın özünü taşır. Ben, toplum ya da toplumsallık ve dolayısıyla “değişim/dönüşüm” konusuna, buradan hareketle, Âdem âleyhisselamdan söz ederek gireceğim. Kıyamete kadar gelecek olan insanların tamamını ve yaşanacak olan tüm insansal oluşumları “zürriyet” olarak yüklenmiş bulunan bu kimliğin yaşadığı “değişimler/dönüşümler” ve bu dönüşümlerin “bilgi” ile olan bağlantısı, söze oradan başlamayı gerektirmektedir.

İlk aşamada “insan” demek doğru olur mu bilmem, ama konuyu anlatmak için öyle isimlendirmek zorundayız. İnsan, “beşer” olarak yaratılır. Yaratılışa ait her iki ayette de (15/Hicr: 28 ve 38/Sad: 71) melekler bilgilendirilirken onun hakkında “beşer” ifadesi kullanılır: “Beşer yaratacağım..” Hatta Hicr suresinin 28’inci ayetinde “insanın çamurdan yaratılmış olduğu” belirtilirken, geriye dönülüp yaratma süreci haber verilirken 26’ıncı ayette -değindiğimiz üzere- “beşer” sözcüğü kullanılır.

Kur’an-ı Kerim’in bu ifadesinden açıkça anlıyoruz ki, bir “beşer” yaratılmıştır. Beşer; ortaya çıkan şey, dış görünüş, maddî yön… Belki bazı ya da pek çok şeye istidatlı ama bunlardan hiçbirini özellik olarak taşımayan, herhangi bir kabiliyete sahip olmayan bir dış yüz varlığı. O kadar…

Bakara suresine baktığımızda, meleklere “Yeryüzünde bir halife yapacağım.” haberini görürüz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bir halifenin yaratılacağı değil, birilerinin halife yapılacağı haberinin verilmekte oluşudur. Nitekim meleklerin yanıtında da “kan dökecek ve bozgun çıkaracak birini mi?” sorusu vardır.

Yüce Allah, onlara, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!” yanıtını verir (2/Bakara: 30). Sonraki ayette de Yüce Allah’ın Âdem’e bütün isimleri öğrettiği haber verilir.

Âdem, sonraki ayetlerden öğreniyoruz ki, meleklerin kendisine secdeye çağrıldığı kimlik…(2/Bakara: 34) Secde buyruğunu haber veren diğer ayetlere (15/Hicr: 28–29; 17/İsra: 61; 18/Kehf: 50; 38/Sad: 71–72; 20/Taha: 116) baktığımızdaysa, halife kılınışı dolayısıyla kendisine secde edilen bu kimliğin, evet, “beşer” olarak yaratılmış bulunan varlık olduğunu öğreniyoruz.

“Beşer” olarak yaratılan kimse, meleklerin kendisine secde ettiği “Yeryüzü Halifesi” olmuştur; adı da Âdem’dir.

Çok büyük bir dönüşüm gerçekleşmiştir. Ve bu, “bütün isimlerin öğretilmesi” ile gerçekleşmiş bir dönüşümdür. Bilgilenmeyle ortaya çıkan bir dönüşüm.

Bakara Suresi’nde “bütün isimlerin öğretilmesi”nin ardından gerçekleştiği haber verilen “secde” olayı, diğer iki yerde (15/Hicr: 29; 38/Sad: 72) “ruh üflenmesi” ile bağlantılı olarak anlatılır. Yüce Allah, meleklere, bir “beşer” yaratacağını bildirdikten sonra “Onu düzenlediğimde ve kendisine ruhumdan üflediğimde hemen ona secde edin.” buyurur.

“Secde” buyruğu ile ilgili haberlerdeki bu çeşitlenmeden yola çıkan kimileri “secde” olayının iki kez yaşandığını öne sürmüş olsalar da, haberi ileten ayetlerin tümünün birlikte göz önünde bulundurulması durumunda “tek bir secde” olayının gerçekleştiği açıkça görülür.

Bu noktadaki açıklığa karşın haberlerdeki çeşitlilik bizim “bilgilenme”ye bağladığımız “secde” olayını “ruh üflenmesi” ile bağlantılı gören bir başka söylem için dayanak oluşturur.

Çok ayrıntı gibi görünen bu yaklaşım farkının önemini belirtmek için ontolojinin/varlıkbilimin/varlık felsefesinin ana sorunsallarından birine, en başat sorunsala kısa bir göz atmamız gerekecek.

Var olan şeylerin ve var oluşun bilgisini konu edinen ve varlıklara ilişkin genel bir ilke belirlemeğe çalışan bu disiplinin geldiği noktada ilk ilkeye ilişkin iki temel görüşten biri varlıkların gerçekte “enerji ürünü” olduğu ve var oluşun enerji dönüşümü ile gerçekleştiği savındadır. Diğeri ise var oluşun bilgi aktarımıyla gerçekleştiği ve her varlığın belli bir “bilgi ürünü” olduğu kanısında.

Felsefedeki “tümel ruh”a ilişkin söylemleri anımsarsak, enerji ile tümel ruh kavramlarının özdeşleştiğini görürüz. Bu belirleme ise bizi az önce değindiğimiz Âdem âleyhisselama “secde”, kendisine verilen “bilgi”den ötürü mü, yoksa “üflenen ruh” dolayısıyla mı yapılmıştır sorusunun öylesine geçiştirilecek bir ayrıntı değil de varlık, var oluş ya da var ediş/ediliş gibi çok temel bir sorunsalla bağlantılı olduğunu gösterir. Evet, “ayrıntı” değil, varlığın açıklamasına yönelik “temel ve asal” anlayışlar arasındaki fark.

Önemine böylece değindikten sonra o soruya eğilmemiz gerekiyor: Secde, “tüm isimlerin öğretilmesi” mi, yoksa “ruh üflenmesi” sebebiyle mi gerçekleşmiştir?

Bu soruyu yanıtlamak için, “ruh” kelimesinin anlamı,  daha doğrusu anlamları üzerinde durmamız gerekecek. Günlük yaşamdaki kullanımıyla “ruh”, varlıkların canlılığını, hayatiyetini, dirimini sağlayan “şey”. Ayrıca “öz”, içyapı, mana, esas gibisinden bir kullanımı da vardır. Bu kullanımlardaki anlamların tamamı felsefi yaklaşımların ürünleri, uzantılarıdır.

Kur’an-ı Kerim’in “ruh” için yaptığı tanım, günlük kullanımdakinden çok farklı; hatta tamamen alakasız: “Rabbin emrinden… (17/İsra: 85)”

Emr/emir bilindiği gibi Arapça da “buyruk, iş, söz” gibi anlamlara gelir. Bu yüzden Yüce Kitap’ta “Vahy” sözcüğünün anlamdaşı olarak da kullanılır (40/Mü’minun:15; 42/Şura: 52; 16/Nahl: 2).

Ruhun bu anlamına dayanarak ruh üfleme ile isimleri öğretme olaylarının ikisinin de “vahy”e karşılık geldiği yaklaşımında bulunacak olursak, “beşer”in “Halife”ye dönüşmesi olayının vahy yoluyla bilgilendirme sonucu gerçekleşmiş olduğu düşüncesi kesine yakın bir gerçeklik haline gelir.

Bu gerçekliğe karşın “secde”yi “ruh üflenmesi” bağlamında açıklayan söylemlerin tutarsızlığını tam anlamıyla açıklığa kavuşturmak için “ruh” konusunu/kavramını biraz daha irdelemeğe ihtiyaç vardır. Bu irdelemeyi yeri geldiğinde daha sonra gerçekleştireceğimiz için, şimdi, Âdem âleyhisselamda gözlemlediğimiz ikinci dönüşümden söz ederek konumuzu sürdürelim:

Âdem âleyhisselâm ve eşi, Yüce Yaratıcı’nın “Sen ve eşin Cennet’e yerleşin.” buyruğu gereği Cennet’tedirler (2/Bakara: 35; 7/Araf: 19). Acıkmanın, susamanın, sıcaktan bunalmanın ve çıplaklığı fark etmenin söz konusu olmadığı (20/Taha: 118–119) bu yerde kendilerine Cennet nimetlerinden diledikleri yerde diledikleri zaman yararlanma izni de verilmiş, ancak ağaçlardan birine yaklaşılmaması buyrulmuştur (2/Bakara: 35; 7/Araf: 19).

Bu arada “secde” buyruğuna uymayan İblis Cennet’ten çıkarılmış (7/Araf: 12–13; 15/Hicr: 31–35; 38/Sad: 74–78), Yüce Allah’ın kendisine yönelik itabı ve cezalandırması sebebiyle Âdem âleyhisselama düşman kesilmiş, ona yapacağı kötülükleri sıralayarak tehditler savurmuş ve yapıp edeceklerini gerçekleştirebilmek için de Yüce Allah’tan “insanların dirileceği güne kadar” sürecek bir izin almıştır. (7/Araf: 14–18; 15/Hicr: 36–43; 17/İsra: 62–65; 38/Sad: 79–83) Bu yüzden de Âdem âleyhisselam, Yüce Allah tarafından, İblis’in düşmanlığı sebebiyle kendilerini Cennet’ten çıkarmak isteyeceği doğrultusunda uyarılmıştır. (20/Taha: 117)

Bütün isimler öğretilerek “bilgi” ile donatılmış bulunan Âdem âleyhisselam ile eşinin bir izin, bir yasak ve bir de uyarının muhatabı olarak Cennet’te yaşadığı bu süreçte Şeytan’ın bir önerisiyle karşı karşıya kaldıklarına tanık oluruz:

“Ey Âdem, sana ‘kalıcılık ağacını’ ve (dolayısıyla) çökmeyecek egemenlik (için yol) göstereyim mi?” (20/Taha: 120). Öneri onları yasak ağaca yönlendirmektedir. Sonsuz yaşam ve çökmeyecek egemenlik çekici de olsa duraksamış olacaklar ki, Şeytan üsteler: “Bunu Rabbiniz size melekleşmemeniz ve kalıcılaşmamanız için yasakladı.” Ardından da kendisinin sadece bir öğüt verici olduğunu yemin ederek belirtir.

Bütün isimlerin bilgisine sahip kılınmış bulunan Âdem âleyhisselama, evet, bunların dışında ve sanki kendisinden gizlenmiş olan yeni bir bilgi Şeytan tarafından iç fısıltısı halinde aktarılmaktadır. İşte bu yer ve bu zaman, Nebevî bilginin yanı başında Bâtınî bilginin gündeme girdiği ortam ve süreçtir. Yüce Allah’ın “bütün isimleri” öğretmiş bulunduğu yani habere dayalı/Nebevî bütün bilgilerle donatılmış olan Âdem, Şeytan’ın fısıldamasını kendisinden gizlenmiş bir sır gibi, bir iç bilgi, bir içyüz bilgisi gibi algılar ve bu yeni edindiği bilginin gereği doğrultusunda -eşiyle birlikte- “Yasak Ağaç”tan tadar. Bu tadışla birlikte o deme dek fark edemedikleri bedenlerini/bedenlerinin çıplaklığını algılarlar (7/Araf: 22; 20/Taha: 121).

Büyük bir dönüşüm yaşanmıştır; algıda, algılamada dönüşüm. Öylesine büyük bir dönüşüm ki, Yüce Allah’ın bütün isimleri öğretmesiyle gerçekleşen ilk bilgilenme ile Cennet’te oturmağa layık bir yapıya yol açan dönüşümü âdeta tersyüz etmiştir. Bu dönüşüm sonucu edindikleri yapı artık orada yaşamalarına uygun olmadığından Âdem âleyhisselam ve eşi Cennet’ten çıkarılmışlardır (2/Bakara: 36; 7/Araf: 24; 20/Taha: 123). Yeryüzü’nde “halife” olarak bulunması için yeterli olan “bütün isimler” ile yetinmeyip melekleşmenin, kalıcılaşmanın ve çökmeyecek/sarsılmaz bir egemenliğin bilgisini/sırrını elde etmek amacıyla Yüce Allah’a verdiği ahdi unutan ve bozan (20/Taha: 115), böylece Rabbe asi olup yolunu şaşıran (20/Taha: 121) Âdem ve eşi, bedenlerini/bedenlerinin çıplaklığını fark edince örtünmek üzere Cennet yapraklarına yönelirler.

Atamız Âdem âleyhisselamın gönlünü/beynini çelen “melekleşme, kalıcılaşma, sarsılmaz bir egemenliği elde etme” tutkusuna burada da kapılmış bulunan kimseler bu dönüşümün bir yükseltgenme olduğu savındadırlar. Onlara göre, O, bir “beşer” iken bu olayla birlikte iradesini kullandıktan sonradır ki “Âdem/İnsan” olma katına yükselmiştir.

Bu düşüncelerinden/inançlarından ötürü de Şeytan’ın gerçekte Ezazil adlı âlim bir baş melek olduğunu ve insanın ancak onun bu yönlendirmesinden sonra insanlık katına yükseldiğini öne sürerler. Bu savları ile gerçekte, Şeytan’ın Âdem’in önüne attığı “melekleşme, kalıcılaşma ve sarsılmaz egemenliğe sahip olma” doğrultusundaki amaçlarını örtmek, aklamak ve hatta yüceltmeğe çabalamış olurlar.

Önemli bir konu olduğu için bu savdaki yanılgı üzerinde biraz durmamız gerekecektir:

Birinci nokta, Şeytan asla bir melek değildir; hiç de olmamıştır. Onun cinlerden olduğu her beyanı kesin olan Kur’an-ı Kerim’in haberlerindendir (18/Kehf: 50). Ezazil adı da öne sürülerek bu iddianın ortalıkta dolaştırılması doğrudan doğruya Şeytan’ın insanlara bir oyunudur. Aynı oyunu -yine Şeytan’ı aklamak adına- İblis ve Şeytan’ı ayrı kimlikler olarak göstermeğe kalkışanların sözlerinde de görebilirsiniz.

Oysa Kur’an-ı Kerim’in o sürece ilişkin ayetlerinin bir arada mütalaa edilmesi durumunda ikisinin aynı kimlik olduğu açıkça görülür. Kaldı ki, 17/İsra Suresinin 64’üncü ayetinde İblis’e “Onlara vaatlerde bulun” denilişinin hemen ardından “Şeytan ancak aldatmak için vaat eder.” vurgusunun yapılmış olması, evet, bu iki ismin, İblis ve Şeytan adlarının aynı varlığa ait olduğunu belirlememiz için yeterlidir.

İkinci nokta: “Yasak Ağaç”a yaklaşma sırasında Âdem âleyhisselamın kendi iradesiyle hareket ediyor olmaktan dolayı o ana kadar “beşer” iken “insan” basamağına yükseldiği savı iki büyük yanlışı içeriyor.

“Beşer” olarak yaratılmış varlığın “halifelik”/insanlık katına yükseltilmesi, biliyoruz ki tüm isimlerin öğretilmesi/ruh üflenmesi ile gerçekleşmiştir. Birinci yanlış buradadır. İkincisi ise, irade noktasındaki yanlıştır. Gerek Yüce Allah’ın Âdem âleyhisselama bu ayak kayması olayının öncesinde “ahit” verdiğini bildirmesi ve gerekse “Cennet’te kalın/oturun” buyruğu sırasında izin, yasak ve uyarı gibi ancak irade ile bağdaştırılabilecek, açıklanabilecek sözlere muhatap kılınmış bulunması,  yolundaki haberin, onun irade sahibi oluşunun kanıtlarıdır. İrade sahibi olmayan birisi kendisine yönelik bir öneriyi nasıl değerlendirebilir de Yasak Ağaç’a yaklaşabilir?

Yasak Ağaç’tan tattıkları anda, Atamız ve Anamız, çıplaklıklarını fark ederler (7/Araf: 22; 20/Taha: 121). Fark etmek, biliyoruz ki bilgilenmektir; bilginin ilk basmağıdır.

Âdem âleyhisselâmın bilgi dolayımlı üçüncü dönüşümü bu fark edişle başlar. Cennet yapraklarıyla örtünmeğe çabalarlar. Bu aşamada Yüce Allah’ın “Ben size bu ağacı yasaklamamış mıydım; Şeytanın size apaçık düşman olduğunu bildirmemiş miydim?” sorusu ise, unutulmuş bir bilginin gündeme gelişi dolayımlı yeni bir dönüşüm başlatır. Tevbe dönüşümü.

Bunlara Yeryüzü’ne indiriliş sırasında verilen bilgileri ve yapılan uyarıları da ekleyecek olursak, Atamız Âdem âleyhisselamın yaratılışından itibaren bilgi bağlamlı 5 dönüşüm yaşadığını görürüz. Bu 5 dönüşümün, insanı Yeryüzü yaşamına hazırlayan bu dönüşümlerin Dünya Hayatında, bu günkü yaşamımızda nelere tekabül ettiğini, karşılık geldiğini araştırıp soruşturmak bizi belki de pek çok ilginç sonuçlara götürebilecektir. Ancak sözün çokça uzadığını göz önünde tutarak bu bahislere girmeyeceğiz.



Zübeyir Yetik