๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 09 Ekim 2010, 21:42:46



Konu Başlığı: Dini inanç ve sosyal değerler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 09 Ekim 2010, 21:42:46
DİNİ İNANÇ VE SOSYAL DEĞERLER

Hepimiz aynı gemiye biniyoruz. Geminin herhangi parçası ya da bölümü zarar gördüğünde bunun sonucunun hepimizi etkileyeceğini unutmamalıyız. Bu nedenle kendi düşünce, ideoloji, ülkü ve inancı çerçevesi dışında kalanlara tamamen diyalog kapılarını kapatmamalıyız.


Dini perspektif ve ahlakî değerlerin sosyal hayata katkısı başlıklı bu makalede sizlere öncelikle modern dünyamızda dinin yeri, bir arada yaşama, ortak sorunlarımız ve dinlerin söz konusu sorunlara yönelik önerileri üzerinde durmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere Aydınlanmayla birlikte özellikle de Batı’da modernleşme projeleri sonucu din sosyal hayatın hemen hemen tüm alanlarında geleneksel etkisini yitirmiş ve bunun tabii neticesi olarak insanlık dinsî bir hayat tarzından ziyade seküler bir yaşam tarzını tercih etmeye başlamıştır. Lâdini bir hayat telakkisi neredeyse normatif bir hüviyet kazanarak günümüzde toplumsal hayatı hakimiyeti altına almıştır. Özellikle gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinde kiliselerdeki toplu ayinlere katılma oranlarındaki aşırı düşüş sosyolojik ve teolojik açıdan sekülerleşmenin en kuvvetli belirtileri gibi görünmektedir. Bu katı sekülerleşmenin bir diğer sonucu da din, bütün emir ve yasaklarıyla gözetilmesi gereken bir müessese olmaktan çok, son derece sığ bir biçimde algılanmakta ve sadece kültürel bir değer olarak bireyin hayatında kendisine yer bulabilmektedir. Böylece din sekülerleşirken, sekülerizm din gibi kutsanmakta, adeta bir din haline gelmektedir. Daha ilginci ise insanlık, modernizm ve sekülerizmin kıskacında dine karşı yabancılaşırken diğer taraftan da (postmodernist söylemlerin dile getirildiği günümüzde) bazı mitolojik ve ezoterik görünen unsurlara karşı da artan bir ilgi duymaya başlamıştır. Özetle, inanç ile inançsızlık, bilimle hurafe yan yana yaşar hale gelmiştir. Bütün bunlara rağmen ne sekülerleşme ne de modern dünyada dinin yerine ikame edilen sahte din ve dindarlıklar insanlığın bireysel, sosyal ve küresel sorunlarını çözmede başarılı olabilmişlerdir. Dinin bu eskimezlik özelliğinden dolayı hayatımızda çok önemli bir rolü olduğunu, bireysel ve toplumsal birlikteliğin inşasında vazgeçemeyeceğimiz en önemli kurumların başında dinin yer aldığı hakikatini belirtmek yanlış olmasa gerektir. Hatta dinin hayatımızdaki vazgeçilmezliğinin tarihi ve sosyo-psikolojik araştırmalarla ortaya konulduğunu ve yüzyıllardır varlığını sürdüren farklı dinlerin mevcudiyetinin de bilimsel bir gerçeklik olarak karşımızda durmakta olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca modern batı medeniyetine kadar dünyamızın gördüğü büyük medeniyetlerin hepsinin de din merkezli olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Bu açıdan Batı medeniyetinin bir uzantısı olmasına rağmen Amerikan toplumunda dinin Kıta Avrupa’sına nazaran daha merkezi bir yer işgal ettiğini de hatırlayabiliriz. Kaldı ki Avrupa merkezli Batı medeniyetinin kendisini din dışı bir medeniyet olarak takdim etmesine rağmen onda bile Yahudi-Hıristiyan geleneğinin etkisini görmek mümkündür.
Küreselleşen dünyamızda kitle-haberleşme teknolojilerinin imkanlarının artması, göç hareketleri vb. nedenlerle farklı din, kültür ve gelenekler geçmişe göre daha fazla birbirleriyle temas eder hale gelmiştir; Şimdi dilerseniz bu artan temasın zorunlu olarak doğuracağı birlikte yaşama tecrübesinin sıhhatli bir zemine nasıl oturtulacağı ve bu biraradalığın sosyal hayata ahlaki açıdan nasıl bir katkı sağlayacağını tartışalım.
Tarih bize farklı dinlerin yanı sıra aynı dini gelenek içindeki farklı grupların/yorumların bile kendi aralarında zaman zaman ciddi problemler yaşadığını açık bir şekilde göstermektedir. Bu sebeple dinin yanlış anlaşılması ya da aktarılması telafisi mümkün olmayan zararlara neden olabilmektedir. Birey ve toplumun dünya ve âhiret saadetini temin için gönderilen din, yanlış algılanınca kin ve nefret tohumları saçan bir mekanizmaya dönüştürülebilmektedir. Halbuki bütün semavi dinler özleri itibariyle barış, hoşgörü, huzur içinde bir arada yaşama, şiddete karşı çıkma, yardımlaşma, erdemli bir hayat sürme, sevgi, eşitlik, bireyin özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü gibi pek çok ideali içlerinde barındırırlar. Yine dinler insanlara komşularını canı gönülden sevmeyi, yalan söylememeyi, hırsızlık yapmamayı, aldatmamayı, iftira atmamayı ve bir kimseyi öldürmenin bütün insanlığı öldürmekle eş değer olduğunu bıkmadan usanmadan hatırlatır. Farklı dinlerin ortak ahlaki öğretilerinin muhatapları bugün aynı mahalleyi, işyerini, hastaneyi ya da okulu paylaştıkları da bilinen bir olgudur. Söz konusu olgu adeta ilahi iradenin yeryüzünde etkin kıldığı bir planın da parçasıdır. Yüce Yaratıcı bu konuyu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirir: “…Her biriniz için bir din ve yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği farklı dinlerle sizi imtihan etmek istediği için ayrı ayrı ümmetler yaptı…’ (Maide, 5/48). Görüldüğü üzere dinin gayesi kesinlikle insanları tek tip ya da homojen bir yapıya dönüştürmek değildir. Bakara suresi 256. ayetinde yer alan “Dinde zorlama yoktur…” ifadesi de bu hususu desteklemektedir. Hatta diyebiliriz ki din insanlara farklılıklarına rağmen barışçıl bir ortamı tesis etme yollarını öğütlemekte ve öğretmektedir. Bunun en güvenli yolu ise karşılıklı diyalogdur. Kur’ân-ı Kerim’de, diğer bir adı da “Ahlak” olan Hucurat suresinin 13. ayetindeki evrensel mesajda şöyle buyrulmaktadır: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sahip çıkmanız için milletlere, sülalelere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah katında en değerli olanınız, takvada (Allah’ı sayıp haramlardan sakınmada) en ileri olandır. Muhakkak ki Allah her şeyi mükemmelen bilir, her şeyden hakkıyla haberdardır.” (Hucurât, 49/13). Ayetteki anahtar kavram tearuf’tur. Bu kavram farklı din-kültür mensuplarının bir arada yaşaması ve yaşadıkları toplumu barış eksenli bir ortama dönüştürme ile ilgili ipuçları içermektedir. Her şeyden önce ayet herkesin eşit olduğuna ve hiç kimsenin kalıtsal bir üstünlük iddiasına sahip olmadığına vurgu yapmaktadır. Buna ilaveten de farklılıklara saygı duyulması gerektiğine de işaret etmektedir. Kur’ân başka bir ayette üstünlük iddialarını sert bir dille eleştirir (Nisa, 4/123: ‘Allah’ın vaat ettiği bu mükafat ne sizin temennileriniz ne de Ehl-i Kitab’ın temennileri ile elde edilir. Kim kötü iş yaparsa onun cezasını bulur ve Allah’ tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hami ne de bir yardımcı bulur’). Çünkü bu tür iddialar hem kişi ya da grubun kendi hayat biçimlerini diğerlerinden üstün görmelerine neden olur hem de ötekine karşı hoşgörüsüzlüğünü artırır. Halbuki modern toplumlarda farklılık (sosyolojik anlamda dini çoğulculuk) zenginlik olarak algılanmakta ve diyalog için önemli bir zemin oluşturmaktadır. Bugün eskiden olmayan fakat çağımıza özgü pek çok yeni kötülükle karşı karşıyayız. Dünyamızın asrımızda barışa olan ihtiyacı da eskisinden çok daha fazladır. Dinlerin bu barışa katkıları ise, etkinlik alanları göz önüne alınırsa, sanırım yadsınamaz. Ancak farklı din mensupları arasında sağlıklı bir diyalog zemini oluşmadan da bu tür bir katkıyı dinlerden elde etmenin oldukça zor olduğu da açıktır. Bu nedenle farklı din mensupları arasındaki diyalogun en temel şartı polemik ve sonuç vermeyen uzun dogmatik tartışmaları bırakarak insanlığın mutluluğu ve iyi bir gelecek için karşılıklı güven, saygı ve ortak noktalara vurgu yapılmasıdır. Herkesi kendi konumunda kabul ederek gerçek adalet ve dostluğun tesisi için çaba harcanmalıdır. En önemlisi ise dindar insanların Allah’ın rızasını kazanmak için gayret sarf etmeleridir. Kur’ân’ın “…Öyleyse durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın…” şeklindeki beyanları da bu hedefi güzel bir şekilde ifade etmektedir. Bunları ütopya olarak da algılamamak gerekir. Çünkü Müslümanların diğer din mensuplarıyla 1400 yıllık bir diyalog geçmişi vardır. Üç büyük dinin mensuplarının Müslümanların hâkimiyetinde bir arada yaşadığı İstanbul, Kurtuba ve Kudüs tarihi bunun en güzel şahitleridir. Çünkü İslâm’ın temel referansları çok açık bir şekilde bunu öngörmektedir.
Bugün bir anlamda dinin kendisini yeniden canlandırdığı, toplumsal ve ferdi hayata hızlı bir şekilde geri döndüğünü görmekteyiz. İşte fert ve toplumların tanımı ya da kimliklerinin korunmasında önemli bir yere sahip olan dinlerin müntesiplerinin her şeyden önce diyaloga ihtiyacı vardır. Çünkü bireysel ve toplumsal sorunlarımıza küresel sorunlarımız da katlanarak eklenmektedir. Bu sorunlarla mücadele yerel ve sınırlı çabalardan ziyade küresel ölçekte yaygınlığı ve etkinliği olan kurumların gayretlerini zorunlu kılmaktadır. Burada hayatın her yanını kuşatan dinlerin önemi de ortaya çıkmaktadır. Şimdi de ferdi, toplumsal ve küresel sorunlarımıza bir göz atıp dinlerin konuyla ilgili yaklaşımlarını özetlemeye çalışalım.
Öncelikle vurgulanması gereken husus sayısız bilimsel, teknolojik gelişime ve bazı ülkelerdeki ekonomik refah düzeyinin yükselmesine rağmen insanoğlunun ahlaki bir çöküşle karşı karşıya kalması sorunudur. Modernite bu ahlaki erozyonu durdurmak bir yana aksine artırmakta; sosyal eşitsizlik ve adaletsizlikler, yoksulluk, açlık, sömürü, savaş ve şiddet gittikçe daha derin bir sorun haline gelmektedir. Kimse eskiye oranla eğitim, sağlık, iletişim vb. konularda elde edilen gelişmeleri göz ardı edemez fakat alkolün, uyuşturucunun bir veba salgını gibi her tarafı kuşattığı da inkar edilmemelidir. Özellikle cinsellikle ilgili dini öğretilerin topyekün rafa kaldırıldığı günümüzde gençlerin çok erken denecek yaşta kişisel özgürlük adına yaşadıkları tabii olmayan deneyimlerin açtığı yaraları görmezlikten gelemeyiz. İlahi İradenin insanlığın içine yerleştirdiği iffet ve namus gibi temel duyguların içi boşaltılmakta; cinsi hayatla ilgili sınır tanımaz sözde özgürlükler sonucu ortaya çıkan tedavisi mümkün olmayan bazı hastalıklarla insanlık bugün mücadele etmekte, hatta dinin helal dairesini gözetmeyen bu insanların yaptıkları yanlışlıkların faturası masum çocuklardan çıkmaktadır. Söz konusu hastalıklara müptela kişilerin çektikleri fiziki acıların yanı sıra maruz kaldıkları depresyonlar ve psikolojik travmalar ise meselenin hassasiyetini çok daha açık gözler önüne sermektedir.
Evlilik dışı cinsel ilişkilerin etkilediği en önemli kurum ailedir. Toplumun vazgeçilmez dinamiği olan aile, sağlıklı fertlerin yetişmesi için uygun olan en öncelikli ortamlardandır. Bugün tek anneli ya da tek babalı yuvalarda yetişen pek çok çocuk sayısız olumsuzluklar içinde büyümektedir. Ayrıca gayri meşru hayatı aile ortamına tercih eden, ya da part time evlilikle hayatlarını sürdüren bireylerin aile kurumunu ne derece yıprattığı herhalde tartışma götürmez. Halbuki İslâm’ın iman esaslarından sonra gelen en önemli vurgularından birisi de eşler arasındaki hak, hukuk, saygı ve sevginin tesisiyle ilgilidir. Huzurlu ve sağlıklı ailenin eksikliği sağlıksız bireylerin varlığını çoğaltmıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere gerçek aile ortamından yoksun çocukların ahlaki anlamdaki gelişimlerinde ciddi sıkıntılar görülmüştür. Çünkü iyi bir aile terbiyesi almamış çocuklar hem kendileriyle hem de toplumla barış içinde yaşama konusunda uyumsuzluk göstermektedir. Bunun sonucunda ise ya her şeye küserek kendine ve toplumuna yabancılaşan milyonların içine katılıp yalnız yaşamayı tercih etmekte ya da bu yabancılaşmanın üstesinden bir çeteye üye olarak gelmeye çalışmaktadır. Bu sürecin en tabii neticesi ise bireyin kendisini şiddet ve uyuşturucunun kucağında bulmasıdır. Halbuki özünde sevgiyi en yüksek seviyede barındıran dinler, ortak ibadet ve ayinleri ile toplumsallaşmanın en güzel örneğini sergilemektedir. Cemaatle düzenli olarak beş vakit namaz kılan bir kişinin, namaz öncesi ve sonrası diğer müminlerle girdiği diyaloğu düşünelim. Namazda omuz omuza verdiği arkadaşlarıyla selamlaşarak vedalaşması ve bir sonraki namazda tekrar buluşması. Bütün bunlar inananlar arasındaki pozitif ilişkilerin pekişmesine vesile olmaktadır.
Dinin öğretilerine ihtiyaç duyduğumuz önemli bir alan da hoşgörü konusundaki duyarlılığımızdır. Bugün kültürler arası iletişim eskisinden çok daha fazladır fakat azınlık haklarının ihlali, ırkçılık, radikalizm ve aşırı tutuculuk toplumsal bütünlüğü tehdit eden hastalıkların başında gelmektedir. Din bu konudaki en önemli güvencelerimizden biridir. Hz. Peygamber’in hadisleri içinde “Müslüman toplumlarda yaşayan dini ve milli azınlıkların emniyet ve huzuruyla ilgili emirler bolca mevcuttur. Müslümanlarla anlaşması olan bir zimmiye eziyet eden bana eziyet etmiş gibidir ya da kıyamet günü karşısında beni bulur.” buyuran Hz. Peygamber sadece kendi ırkının üstünlüğü temelli düşünenleri ise Cahiliye gömleği giyen kimseyle özdeşleştirmektedir. Evet her grup dini, milli ve kültürel farklılıklarını biraradalığın sağladığı esneklik çerçevesinde sürdürmelidir. Bu nedenle dinsel anlamda hiç kimse etnik ve kültürel azınlıkların hukuklarını çiğneme ve kendi içlerinde bu azınlıkları eritme hakkına sahip değildir. İnsanlığın tümünü Allah’ın huzurunda bir tarağın dişleri gibi eşit sayan Yüce dinimiz İslâm gerçek üstünlüğün takvada olduğunu bildirir ki bu da bir manada Hakk’ın ve halkın hoşnutluğunu kazanmak demektir. Bu nedenle takva sahiplerinin en asli vazifesi insan haklarının temini, uluslar arası hukuk ve anlaşmaların gereklerinin yerine getirilmesi ve özünde kerim olan insanın huzur ve mutluluğu için bir arada mücadele etmektir.
Çağımızın insanlığın başına musallat ettiği bir başka problem de ölçüsüz sanayileşmeyle gelen çevre kirliliğidir. Hava, su, nükleer kirlilik artarak insanlığı ve dünyamızı tehdit etmektedir. Coğrafi sınır tanımayan bu kirliliğin sebep olduğu hastalık ve yok ettiği canlı sayısı ürperti vericidir. Kâinatı, Allah’ın kutsal emaneti kabul eden ve kıyamet dahi kopacak olsa elinizdeki tek bir ağacı dikme imkânınız varsa onun dikilmesini emreden bir dinin temsilcilerinin bu konuda diğer insanlarla işbirliğine girmeleri hem Allah’a hem de insanlara ve doğaya karşı ahlaki bir ödevdir.
İnsanlığın geleceği ile ilgili ekolojik dengenin gözetilmesi kadar toplumsal krizlerin kaynağı olan sosyo-ekonomik adaletsizliklerin de önlenmesinde dinin önemi vardır. Modern toplumlarda ekonomik hayatın küreselleşmesi ve buna bağlı olarak söz konusu gücü elinde barındıranların gelir dengeleriyle ve ekonomik istikrarla oynayarak istediklerinde bir ülkenin krize girmesine sebep oldukları bilinmektedir. Dünyamızın bu aç gözlülerin elinden kurtulması gerekmektedir. Ayrıca fakir ve zengin arasında kapatılması imkânsız uçurumların oluşması, açlık ve bunun tabii sonucu sayısız ölümler Ay’a insan gönderme teknolojisine sahip modern toplumların gerçek insani değerler konusunda hala emeklediğini göstermektedir. Özellikle de dünyanın bir ucunda insanlar fazla tükettikleri için obezleşirken öteki ucunda yiyecek bir şey bulamadıkları için açlık, hastalık ve ölümle boğuşmalarına son verilmesi için dinlerin evrensel mesajlarına çok ihtiyaç vardır. Özetle küreselleşmenin faydaları her tarafa eşit yansımamaktadır. Sağlıklı bir küreselleşme modeli din ve vicdan eksenli bir hayatla mümkün olacaktır. Şayet insanoğlu hayatın anlamına yönelik temel sorunlara kendi varoluşu çerçevesinden yaklaşamazsa bir grubun tüketim toplumu haline dönüşmesi, diğer bir grubun da açlıktan ölmesine hiçbir zaman engel olamayacaktır.
Sonuç olarak yukarıda zikredilen pek çok ortak problemin yine ortak akıl, gayret ve birliktelikle çözüleceği aşikardır. Burada bilinen fakat tekrarında fayda olan bir temsili hatırlatmak istiyorum: Hepimiz aynı gemiye biniyoruz. Geminin herhangi parçası ya da bölümü zarar gördüğünde bunun sonucunun hepimizi etkileyeceğini unutmamalıyız. Bu nedenle kendi düşünce, ideoloji, ülkü ve inancı çerçevesi dışında kalanlara tamamen diyalog kapılarını kapatan ve ortak problemlerin birlikte üstesinden gelineceğine inanmayanların bugün dünyamıza değerler çerçevesinde yapacağı fazla bir katkısının olamayacağını söyleyebiliriz. Savaş, şiddet, hırsızlık, intihar, kumar, pornografi vb. çok sayıdaki sömürü araçlarının uluslararası trafiği ve bunların her geçen gün artması söz konusu birlikteliğin gerekliliğini daha da aşikar kılmaktadır. Sadece bir anlamı ve sınırlı bir çerçevesi olmayan ve hayatın her dilimiyle doğrudan ilgili olan din ve dindarların güzel bir dünya geleceği ve ahlaklı toplumların inşası için yapması gereken çok şeyleri olduğu ve bunları yaptıklarında daha da etkili olacakları da tartışma götürmez konulardandır.



* S.A.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğrt. Üyesi

Doç. Dr. İsmail Albayrak