๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Hadice üzerinde 27 Ağustos 2010, 14:56:50



Konu Başlığı: Derdimiz ne kadar dert
Gönderen: Hadice üzerinde 27 Ağustos 2010, 14:56:50
Derdimiz Ne Kadar Dert?

Derdimiz Ne Kadar Dert?

İnsan nelere stres eder, neleri dert edinir durur acaba? Genel olarak bir sıralayacak olursak; geçim sıkıntısına, aile geçimsizliklerine, emel ettiği hedeflerine, cümle arzularına ulaşamamanın elemlerine... dünya kadar dünyalık meseleler; önemsedikçe, kendine dert edindikçe..!

Bunlar ne kadar derttir ki haddizatında? Hiç ölçüp tartabildik mi ki, hakikat ve ehemmiyet mihenginde?

Peki sizce dünyanın belli başlı mühim hadiseleri nelerdir acaba, şu tarihî seyirde? Geçen yüzyılı kan ve göz yaşına boğan iki dünya savaşı en başta gelenler olsa gerek..!

Hele; neredeyse dünyanın yarısının savaştığı ve on milyonlarca insanın öldüğü, binlerce binanın yerle bir olduğu akıl almaz ikinci savaş!

1940'lı devirlerde ülkemiz de o savaşın eşiğindedir. Evet, savaş kapıdadır ve ülkemiz insanları radyoların başında, gün boyu ajanslar dinlemektedirler. Yürekleri ağzındadır hep, zira Türkiye'nin de her an savaşa dahil olacağına dair bir söylenti almış yürümüştür ortalığı..!

İşte insanların kulakları radyo haberlerine takılı kaldığı o demlerde, o devrin büyük kameti Bediüzzaman Hazretleri, bu azim dağdağa ve telaş karşısında gayet serinkanlıdır. O ki; bundan önceki 1. Dünya Savaşı'nın içinde bizzat bulunmuş, at sırtında, başında bulunduğu fedakar talebeleriyle Ruslara karşı göğüs göğüse savaşmış, esir düşmüş ve en sonunda binbir çile ve meşakkatle ülkesine dönmüş birisidir. Yani böylesine hararetli meselelerin bizzat ortasında yer almış olmakla, böylesi hadiselerin azametni gayet iyi bilebilecek birisidir!

Onun bu halini bilenler, sormadan edememişlerdir:

”Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var?” Bunun üzerine demiş ki:

”Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme (dünya hakimiyeti) davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd (tereddüzsüz olarak) sarfedecek. İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev'-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va'd ü ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor...”

Bu mevzuyla alakalı olarak; yine sormuşlar o engin görüşlü zata: "Onunla (savaş haberleriyle) meşgul olmanın zararı mı var?” Bunun üzerine, yaldızlı harflerle yazılacak şu sözleri ifade etmiştir:

”Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük birbiriyle ters orantılı olarak- vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.” (Şualar'dan)

Evet Bediüzzaman Hazretleri'nin hayatı hep bu anlayışta olmuştur. Seksen küsür yıllık hayatı boyunca kendisini hapishaneden hapishaneye, sürgünden sürgüne yollayanlara, dünyanın türlü türlü dertlerini başına saranlara bakışını sorduklarında tavrı şu olmuştur: ”Ortada bir yangın var, gençliğin imanı yanıyor. Onları kurtarmak için yangına doğru koşuyorum; birileri ayağıma çelme takmış, ne ehemmiyeti var!”

Dünyaları dar eden işkenceler bile onun nazarında küçük bir meseleden ibarettir, iman davası ve mücadelesi karşısında!

Evet; en mühim hakikat olan imanın muhafazasına nazarlarımızı vermiş, kalb ve kafamızı ona odaklamış olsak; dünyanın en mühim hadiseleri nevinden dünya savaşları bile çok detay kalacaktır, ötelere açık hakikatşinas bakış sahiplerine.

Bu demek değildir ki; günlük iş ve telaşelerimize yani; işimize, eşimize, aşımıza vb. dair meselelerimize kayıtsız, ilgisiz kalacağız... Asla! Dünyalık şahsi meselelerimizi ve nimetlerimizi de ihmal etmeden idame edeceğiz hayatımızı. Ama meşgalelerin getirdiği sıkıntılardan hafakanlara, buhranlara kapılmadan, en mühimi de muvazenleri, dengeleri bozmadan... Zira herşeye ehemmiyeti ve keyfiyeti nisbetinde değer vermeli. Ayetteki ölçü gibi: ”Allah'ın sana verdiğinden âhiret yurdunu gözet; ancak dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 28/77)

İçinden çıkılmaz büyük dert bildiğimiz hadiselere; sonsuzdan gelen ve sonsuza giden bir serüvenin içindeki zerrecik olarak baktığımızda, gerçek merak edilecek istikamet olan ahiret ve kabir kapılarının kanatlarının heybetle açılmış, bizleri beklemekte olduğunu görebiliriz.

İşte o vakit dert dediklerimiz küçülür gider karşımızda. Dünya dertleri ki zatında bir vehimden, bir zandan öte nedir ki? Gece yürüyüşündeki birinin gözüne çarpan belli belirsiz bir karartı, gölge gibidir dünya meseleleri. Biz o karartıyı kendi hayal gücümüzle büyütüp şişirmeye kalksak; belki de kendi gölgemizden başka bir şey olmayan o karartı, abartmalarımızla gözümüzde dev bir ejderhaya dönüşecektir.

Kaygıları büyütmemeli dedik, Said Nursî Hazretleri'nin hayalen yaptığı bir yolculuk bunu mükemmel tasvir eder: ” Bir vakıa-i hayaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı karanlık, kesif bir zulümat istila etmişti. Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müdhiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müdhiş zulümata karşı sönük bir cep fenerim vardı. Onu istimal ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım. Pek müdhiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müdhiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki; keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim, dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım.

"Eyvah! Şu fener, başıma beladır" dedim. Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi birden o zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu. Herşeyin hakikatını gösterdi. Baktım ki: O gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber; baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu farkettim. Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şahikalar ise; süslü, sevimli cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müdhiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahluklar ise, munis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanat-ı ehliye olduğunu gördüm. "Elhamdülillahi alâ nur-il iman" diyerek o vakıadan ayıldım.” (Gençlik Rehberi'nden)

...

Bir derdimiz, sıkıntımız var ve bunu bir türlü aşamıyorsak da, yapmamız gereken bu derdi kabullenmek ve onunla yaşamasını öğrenmektir, Eyüp sabrınca. Cicero'nun dediği gibi, "insanların önemli hatalarından biri de, değiştiremeyeceği, düzeltemeyeceği şeyler hakkında üzüntüye kapılmasıdır.”

Yaşarken o derdi hep içimizde duymak değil marifet... daha ulvi bir gayeye kendimizi adayarak, olan derdimizin acılarını dindirebilir, belki de ilacını el yordamıyla bulmuş oluruz, Her şeyin Sahibi'nin ilhamı ve derman bahşiyle... Çok vakıalarla sabittir ki, onulmaz sanılan kanser hastaları, kendilerini başkalarının sıkıntılarının çözümüne adadıklarında, acıları hafiflemiş, hatta iyileşenlerine rastlanılmıştır. Böyle özel bir insan olalım. Voltaire'in ifadesiyle: " Özel kişilerin başlarına gelen belalar, kamunun iyiliğini sağlar. Bu tür belalar ne kadar çok olursa, kamunun iyiliği de o kadar artar.”

Her haliyle bize örnek olan Efendimiz (s.a.s) gibi adanmış bir insanın arkasında belki de milyarlarca insanın ebedî hayatı kazanmasına giden yol, bu katlanma köprüsünden geçerek devam etmiştir. M.Fethullah Gülen Hocaefendi'nin aydınlık ifadeleriyle: "... bu kutsî vazife, tam şefkat ve muhabbet fedâilerine göre bir vazifedir. Yaşatma arzusuyla, yaşama zevkini terk edenlerin vazifesi.. içinde bulunduğu cemiyetin fertlerine cennete giden yolu gösteremediği takdirde, cennette dahi huzur bulamayacak kadar yüce himmetler taşıyan şefkat abidelerinin vazifesi..” (İrşâd Ekseni isimli eserinden)

Yol, Allah ve Resulü'nün (s.a.s.) yolu, irade ve karar biz; imtihan ehillerinin...!