๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 04 Kasım 2010, 11:30:36



Konu Başlığı: Deprem Düşünceleri ve İki Şiir
Gönderen: Zehibe üzerinde 04 Kasım 2010, 11:30:36
Deprem Düşünceleri ve İki Şiir

Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu

Sıradan değil, iri yarı ve güçlü biri, tek başına bir evi sallayabilir mi? Belki mümkündür. Bir apartmanı kaç kişi sallayabilir? Aynı anda, meselâ bir sokak veya cadde üzerindeki bütün binaları, aynı şiddetle sallamak mümkün müdür ve bu iş için kaç elemana ihtiyaç duyulur! Bir semti, bir kasaba veya şehri; bağlantılı yerleşim yerlerini ve 17 Ağustos 1999 depremini gözler önüne getirirsek 220 kilometrelik bir alanı, acaba aynı anda Türkiye'nin toplam nüfusu sallayabilir mi? Bu olayın âfâkî anlatılması bir yana yaşadıklarımı aktarmak istiyorum. 17 Ağustos depreminde, Bursa'nın yüksek semtlerinden olan Emir Sultan Mahallesinde, yedi katlı bir binanın son katında ve binanın en uç noktası olan salonda idim. Depremin tamamını gerçek bir beşik sallantısı ile hissetmedim, yaşadım.

Uzmanların açıklamalarına göre 220 kilometrelik bir alanın sallanması büyük bir olaydı ve bunların aralarında ufak görüş ayrılıkları olsa da, yerin altında hareket eden kayanın boyu 65 kilometre uzunluğunda idi.

* * *

Lügatlarda zelzelenin, zilzal (sarsılma, ırgalama); tezelzil (sarsılmak, ırgalanmak, yerinden oynamak); mütezelzil (sarsılan, ırgalanan, oynayan, zıngırdayan) iştikakları (türevleri) vardır ve şâirlerimizden örnekler bulunmaktadır. Zelzele'nin çoğulu zelâzil'dir.

Şüphesiz âfetler içinde en ağırı ve en korkulanı zelzeledir. "Oldu İstanbul ahâlisi harika (yangına) râzı", her zaman için söylenecek bir darb-ı mesel hükmündedir. İzzet Molla'nın, Antep ve Malep halkının, yangına karşı zelzeleden korunma duâsı hükmündeki şu mısraları gerçeğin ifadesinden başkası değildir:

"Yere geçtikte bu yıl şehr-i Ayıntab u Maleb
Dutuşup her birinin dâmen-i sabrı dediler
Bize yangın yetişir zelzele verme Ya Râb"

Mehmed Âkif'in şu mısra'ları ise yaşanan son olayların yorumu gibidir:

"Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı"

Abdülhak Hamid'in mısra'ları ise kafa tutuyor gibidir:

"Ne demek sâ'ikalar, volkanlar
Ne demek zelzeleler tufanlar."

Nâbî'nin mısralarında, zaman zaman cereyan eden olayların bir dönemde yaşanan kesintilerinden bir görünüm verilmektedir:

"Nizâm-ı âlemi bozdu sâvâ'ik-i sângâh
Binâ-yı râhatı yıktı zelâzil-i pür-zûr"

KUR'AN'DA SARSINTI

Kur'ân-ı Kerîm'de değişik âyetlerde sallanma/sarsıntı dile getirilir. Bunların meâli şöyledir:

A'râf Sûresi/âyet 78: "Birden kendilerini o şiddetli sarsıntı ve gürültü yakaladı. Yurtlarında dizleri üstü çökekaldılar..."

Hac Sûresi/âyet 1-2: "Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Muhakkak ki o saatin (kıyametin) depremi (sallantısı) çok büyük bir olaydır. O günde her bir emziren kadın emzirdiğinden gaflete düşer ve her bir yüklü (gebe) de, (dehşetinden) yükünü bırakır. İnsanları sarhoşlar (gibi) görürsün; oysa onlar ayıklardır. Fakat Allah'ın azâbı pek şiddetlidir".

Zilzâl Sûresi/âyet 1-8 "Yer o sarsıntıyla sarsıldığında; ve ağırlıklarını (dışarıya) çıkardığında; insan ne oluyor?, dediğinde; işte gün haberlerini hikâye eder, çünkü kesinlikle Rabb'ın ona vahyetmiştir. O günde insanlar amelleriyle karşılaştırılsınlar diye gruplar halinde dönüp gelirler. Zerre kadar (pek az) miktar bir hayır yapan onu ve zerre miktarı fenalık yapan da o yaptığını görür."

Bu sarsıntıların en şiddetlisi şüphesiz ki kıyamet sallantısıdır. Peki günümüzde yaşanan depremlerde bunlardan izler yok mudur? Depremlerde ilâhî ikaz var denildiği dönemlerde, halk bir süre için de olsa namaza-niyaza başlar; alkolü, kumarı terkeder, ıslâh-ı nefs olma yoluna girerdi. Konuyu o hâle getirenler var ki, Allah'ın ikazı deyen takîbe uğruyor. Eyyâm-ı âdiye tabîr olunan günlük normal olaylardan sayma işine gelince, bu noktada düşünmemiz icap edecektir. Ancak bu düşünme arasında bazı muhataplardan ve bir kısım bilim adamlarından bir hususu rica edeceğim. Bir bilim adamı olarak, deprem ile bağlantılı görüş beyan eden bilim adamlarının dediklerinin tamamına katılıyorum. Buna karşılık benim de onlardan, cereyan eden bütün bu olayları, âdî vak'alar gibi görmemelerini, basit bir doğa olayı şeklinde değerlendirmemelerini; doğanın üstünde, onun sahibi ve tasarrufa yetkili bir Allah'ın gücünü kabul etmelerini talep etmek, sağduyu sahibi biri olarak hakkım olmalıdır.

Şimdi Lokman Sûresi'nin 34. âyetini dikkatle inceleyelim: "Şüphesiz saatin (kıyametin) ne zaman kopacağı, yağmurun ne zaman yağacağı, rahimlerdekinin (erkek mi kız mı) ne olacağı, kişinin yarın ne kazanacağı (başına nelerin geleceği), kişinin nerede (ve ne şekilde) öleceği (ne dâir bilgiler) Allah katında (gizli)dir. Doğrusu Alah çok iyi bilen ve çok iyi haberdar olandır." Kesin bilginin sadece Allah'a ait olup, peygamberlerden bile gizlendiği hususlar vardır ki işte bu âyette sıralanmıştır.

5 BİLİNMEZ

Bunlara yuvarlak bir ifade ile Mugayyebât-ı hamse (be? bilinmez) denir.

Deprem sonrası Bolu, Düzce, Gölyaka ve çevresine gittik. Halktan duyduklarımı aynen aktarıyorum: "İstanbul'dan o gün gelmiştik, gece depremle karşılaştık."; "Samsun'a dönecektik. Bu akşam da kalın, yarın sabah çok erken çıkarsınız, dediler. Gece yakalandık." v.b. ifadeler. Bu deyişleri ayetin şumûlü ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde bulunulduğu görülecektir. Eğer o insanlar depremin ne zaman olacağını bilebilselerdi, o bölgenin çok uzaklarına, günlerce öncesinden hicret etmezler miydi? Ülkemizin jeofizik uzmanlarının dünya çapında isim yapmış kimseler oldukları söyleniyor. Bu hal bizim için gurur vesilesidir. Ancak ülkemizde olduğu gibi diğer ülkelerde de depremler olmaktadır. Birleşilen şu nokta üzerinde durulmalıdır. Depremin ne zaman olacağının kesinlikle bilinememesi. Böyle olunca nasıl olur da depreme âdî, günlük olaylar gibi bakılabilir? 17 Ağustos depreminin 222 km. lik bir alanı içine aldığını ve uzmanların beyanlarına göre, hareket eden kayanın 65 km. boyunda olduğunu söylemiştik. Bilimde ulaşılan mesafelerle, bu kadar bir ağırlığın hareketi tesbit edilerek neden kayda geçirilmez? Nihayet bu kitle civa değildir.

Depremin zamanının bilinememesi, insanları devamlı teyakkuz halinde bulunmaya zorlamaktadır ki bu hâl bir bakıma İslâmî hayat tarzıdır; bir bakımına da en güzel psikolojik tedavi yoludur. Zira mü'min, ümitle korku arasında olmalıdır. Yatağına girerken kişiyi yarı ölüm haline götüren uykudan uyanamamak da vardır. Olayları, rahatlatıcı ve imandan gelen bu kabil yorumla kabul ederken, depremden korunma tedbirleri almak, bilhassa depreme dayanıklı inşaatlar yapmak da dinî bir vecîbedir. Çünkü ki?i kendisini bile bile tehlikeye atamaz. Bu bakımdan ülkemiz genel bir vebalin altındadır. Ancak deprem sonrası inanmış kimseleri rahatlatacak başka hususlar da vardır. Depremde ölen kişi, imanı varsa şehiddir ve canın yongası mesabesindeki kaybettiği malları sadaka hükmündedir. Allah, sevdiklerinizden (en iyisinden) infak etmedikçe (gerçek) takvaya erişemezsiniz, buyurmaktadır. Yıkılan binaların altında kalan mallar o insanların hayatları boyu birikimleriyle sahip oldukları en kıymetli malları değil mi idi? Böylece malları sadaka hükmüne geçen kişi, sadakanın da en iyisini vermiş sevabını almaktadır. Bunlardan daha güzel sonuç ve teselli unsuru olabilir mi?

Son depremler düşünen herkese olduğu gibi bana da bir hususu daha yakinen gösterdi. 17 Ağustos depremini yaşadığım Bursa'daki apartmanın komşuları, inşaat esnasında birbirlerini tanıyarak ve güvenerek, örnek bir komşuluk sergileyebilmek düşünceleriyle bu binada birer daire almışlardı. Depremin akabindeki dakikalarda, komşularına değil, arkalarına bakmadan koşuşan insanlar arabalarına girip kaçıyorlardı.

İkincisinde Ankara'da idim. Komşularımızdan birinin dairesinde bakımlık hastaları vardı. İnsanlar dairelerinden çıkıp merdivenleri öylesi bir hızla inerek kaçışıyorlardı ki sözkonusu dairenin sakinleri de aynı hızla kendilerini dışarıya attılar. Can çekişme çığlıkları atan hastalarını öylesine bırakmışlardı. Bu kez iki olayı ibretle seyrederken Abese Sûresi'nin (34-32 arası) son âyetlerini okuyordum. "İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve evlatlarından bile kaçar..." İşte şu manzaralar küçük birer kıyamet değil de nedir?

1987-1991 yılları arası "Tarihsel Deprem Kayıtları" projesini yürütmüş biri olarak depremin ne olduğunu ve beraberinde hangi zorları getirdiğini oldukça iyi biliyorum. İsyan edilse ele ne geçecek!.. Bundan dolayı, en iyi tesellî ve tedavinin Allah'a kayıtsız inanarak O'ndan gelen herşeyin iyi olacağı yorumunda saklı bulunduğunu bilmek lâzımdır. Ancak inşaatların kalitesi ve uyulması gereken diğer hususlardan dolayı ihmalimizin cezasını Allah'a yükleyemeyeceğimiz gibi ayrıca günah kefemizi ağdıracağının bilincinde olmalıyız. Her hâl-ü kârda İbrahim Hakkı Erzurûmî ne güzel ifade etmiş:

"Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler".

Şâirlerimize ilham kaynağı olan olaylar arasında genel olarak âfetleri, özellikle deprem olayını da görmekteyiz. Böylece bu şiirler geçmişten ve yaşanan olaylardan geleceğe belge olurlar. Yukarıda bazı örnekler verdik. Bu vesile ile son devrin adını duyurmuş ve döneminin önde gelen kişilerince de hüsnü kabul görmüş meşhur şairlerinden Sofuzâde M. Tevfik Efendi (d. Kastamonu-1873-ölüm. aynı yer, 20.4.1960)'nin gayrı matbû 9 şiir defterinden derlediğimiz şu iki manzûm câlib-i dikkattir. Manzûmelerin altlarına koyduğu tarihlerden, üssü Erzincan olan deprem sonucu yazıldığını anlıyoruz. Son yaşanılan deprem ondan hem daha şiddetlidir, hem de alanı geniştir. Şiirlerden birinin başlığı, âdeta âfet yılı olan 1939 senesi içindir ve hâlisâne niyazlar vardır. İkincisi ise hükûmet merkezinden gönderilen, namazların akabinde duâ edilmesi emrine tenkidî bir yaklaşımdır ki bir öncekini takip eden günlerde yazılmıştır.

Bu senenin selleri, zelzeleleri memleketin her tarafında halkı ızrar ve dar diyarı harab etmiş olduğundan bu şiir yazılmıştır. (Şiir 1939-1940 yılı için yazılmış olup, 1999-2000 yılı da benzeridir)

Gelin artık hidâyet isteyelim
Zât-ı Hak'tan inâyet isteyelim

Terk edip kâfirâne etvârı
Hak yolunda selâmet isteyelim

Bu musîbetlerin zuhûrundan
Bahse geldikçe ibret isteyelim

Terk edip her harâm olan kârı
Dinü îmânda sıhhat isteyelim

Eyleyip i'tiyâd-ı istiğfâr
Gönlümüzden nedâmet isteyelim

Züll-i küfr ü nifâka yüz çevirip
Doğru yolda sadâkat isteyelim

Yüz tutup Bârigâh-ı Mevlâ'ya
Her belâdan sıyânet isteyelim

Sabr edip müşkilât-ı eyyâma
Hâlimizle kanâ'at isteyelim

Varlığı hep cefâ bu dünyanın
Lütf-i Hakk'a liyâkat isteyelim

Dînimizden edip de istimdâd
Fıska karşı salâbet isteyelim

Hüsn-i hâle teşebbüs eyleyerek
Kendimizden sa'âdet isteyelim

Halkı ıslâha sa'y edip dâim
Evliyâ himmetin isteyelim

Elimizde tutup kitâbımızı
Şer'a hizmetkâr devlet isteyelim

Bu gidişle revâ mı kardaşlar
İnsden cinden la'net isteyelim

Dînimiz mahz-ı adl ü hikmet iken
Bırakıp da adâlet isteyelim

Bulunur mu adâletin eseri
Hangi kanundan hikmet isteyelim

Elimizden kaçırdık ilmimizi
Şmdi nerden fazîlet isteyelim

Eyleyip tevbe cürm-i mâzîye
Emr-i Hakk'a itâ'at isteyelim

Yerlere yüz sürüp duâ edelim
Zât-ı Hak'tan icâbet isteyelim

Sığınıp da Resûl-i zî-şâna
Nezd-i Hak'da ?efâ'at isteyelim

(26 Teşrîn-i sânî 1939 Defter numarası 8/sayfa 71-72)
 

ZELZELENİN DEF U REF'İ DUÂSI

Duâ gelmiş hükûmetten hidâyet eyle Yâ Rabbi
Belâsı değmesin, Âmîn. İcâbet eyle Yâ Rabbi

Bütün ısmarlama elfâz ile tertib olunmada
İmamı yalınız şahs-ı kabâhat eyle Yâ Rabbi

Namazı fasl edip ısyân ederler câhil adamlar
Kusûra bakmayıp muhlıs cemâat eyle Yâ Rabbi

Duâ-yı hâlis u kâfî salât-ı pâk-i tüncînâ
Ne hâcet öyle tezvîre sıyânet eyle Yâ Rabbi

Fesâdı işleyenler nerde istiğfâr edenler kim
Belâyı fâside hasr ile nusret eyle Yâ Rabbi

Ağır gelmekte üslûb u edâsı câmi'-i pâki
İmâmından halâs ile inâyet eyle Yâ Rabbi

Bu cür'etler bütün ücret belâsından olur peydâ
Hulûs erbâbını gönder nihâyet eyle Yâ Rabbi

Gidermezsen eğer sen kimse olmaz def'ine kadir
İnâyet eyleyip izhâr-ı kudret eyle Yâ Rabbi

Bu câmi'ler senin dârü'l-emânın ehl-i İslâm'a
Kerem kıl hizmet ehline imâret eyle Yâ Rabbi

Ne tecvîde ne tertîle bu yüzsüzlerde kudret yok
Ne üstâdından öğrenmiş, ibâdet eyle Yâ Rabbi

Tamam et naks-ı a'mâli ?atâ-yı lutf-ı mahzınla
Edip Tevfîkını ihsân himâyet eyle Yâ Rabbi