๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:55:33



Konu Başlığı: Değişim sürecinde müslümanlar
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:55:33
Değişim Sürecinde Müslümanlar


Değişim, bir halden başka bir hale geçiş olarak tanımlanabilir. Değişme, fert, toplum ve tabiat alanında yaşanan bir olgudur. İnsan ana rahmine düştüğü andan itibaren değişim ve gelişim dönemleri yaşamaya başlar, ceninlik döneminden itibaren hem biyolojik ve hem de ruhsal anlamda bir gelişme evresi içerisine girer. Bu durum doğumla birlikte; çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık şeklinde sürer. Değişen sadece insan ve canlı varlıkların yaşamı değil, tabiatta da birçok değişimler görülmektedir. Mevsimler, gece ve gündüz, soğuk ve sıcaklığın her biri bir değişim ve gelişim örneğidir.  İslam metafiziğinde “tecellide tekrar yoktur” anlayışı bunu ifade eder. Ünlü Yunan filozofu Heraklitos’un “bir ırmakta iki defa yıkanılmaz”  sözü de, varlıkta değişimin zorunlu ve kaçınılmaz oluşunu pekiştirir.

Değişim varlığın doğasında vardır.  Değişme bütün zamanlar için mutlak bir doğrusallık ifade etmez, yerine göre bozulma ve yozlaşma gibi süreçler de izleyebilir. Değişme, sadece bireysel hayatta değil, aynı şekilde toplumsal hayatta da meydana gelir. Toplumsal değişme, toplumun sosyal yapısı içerisinde yer alan kurumlar ve insanlar arasındaki ilişki biçimlerinin değişmesi şeklinde tezahür eder. İslam düşünce geleneğinde birçok şair ve mütefekkir değişim olgusunun kaçınılmazlığına işaret etmişlerdir. Örneğin Mevlânâ; “düne ait ne kadar söz varsa dünle birlikte gitti cancağızım/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” derken; Yunus Emre ise, “her dem yeniden doğarız/Bizden kim usanası” sözleriyle bu değişime vurgu yapmışlardır.  Değişimin özünde, bir canlılık ve dinamiklik vardır. Değişimin olmadığı yerde kokuşmuşluk meydana gelebilir. Nitekim Bediüzzeman Said-i Nursî; “eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal” şeklindeki uyarısıyla değişimin canlılık, durağanlılığın da atalet ve yıkım getireceğini belirtmiştir.

 Değişim sadece inanç ve düşünce hayatında değil, maddi ve sosyal hayatla ilişkili konularda da meydana gelir. Değişim, şeklî bile olsa, insana bir ferahlık verir. Sözgelimi, evin eşyası aynıdır, ama yerleri değiştirildiği zaman insan bir ferahlık ve yenilenme hisseder. Yerine göre, ticaret, akademik ya da tatil amaçlı seyahatlerde insanın yenilenmesine vesile olur. Bu da bir değişim arzusudur. Nitekim Hz. Peygamber’den rivayet edilen: “Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz” sözü, seyahat ile sağlık arasındaki ilişkinin varlığını ortaya koyar. Çünkü insan,  tekdüze ve monotonlaşmış bir hayattan ancak seyahat etmekle yenilenebilir. Seyahatin insan hayatına kazandırdığı birçok yararlar vardır. Geziler sayesinde insanın yeni arkadaş çevresi oluşturması, bilgi ve tecrübesinin artması, farklı mekân ve yaşam biçimlerine tanık olması vb. gibi durumlar, psikolojik açıdan rahatlamaya ve biyolojik açıdan da sağlıklı ve zinde olmaya bir vesile teşkil eder. Türkçemizde hicret olgusunu da içeren bir anlamlar dünyasına sahip olan“tebdil-i mekânda rahmet vardır” sözü bu gerçeği doğrular.

 

TEVHİDİ BİLİNÇ VE HİDAYET EN BÜYÜK DEĞİŞİMDİR

 

Değişim bir vakıa olunca, düşünce tarihinde sosyal bilimciler değişme ve gelişme konularında farklı teoriler ortaya koymuşlardır. Bu teoriler arasında, doğal mecrasında kendiliğinden olan değişim süreçleriyle birlikte, yukarıdan baskı ile toplumları dönüştürme biçimleri şeklinde tezahür eden değişim türleri sayılabilir. Bu sözünü edeceğim değişim teorilerinden yukarıdan aşağıya baskı ve güç kullanarak toplumu değiştirme teorisi, dünyada özellikle kimi siyasal sistemler ve iktidarlar tarafından pratiğe aktarılmıştır. Bu görüşün savunucuları arasında Ünlü sosyolog Durkheim gelir. O değişimi, “dış baskı” olarak tanımlar. Bu bir nevi jakobenizm denilen tepeden inmecilik şekli olup, tepeden toplumlar kültür, din ve ideoloji alanında yerine göre güç kullanılarak değiştirilmek istenir. Bunun en açık göstergesini komünist yönetimler oluşturur. Baskıya dayalı rejim değişimleri toplumlar tarafından kabul görmez. Çünkü burada insan fıtratını zorlama vardır. 1989’lu yıllara gelindiğinde SSCB başta olmak üzere onun peyki olan komünist yönetimlerin tarihe karışması bunun en açık örneğini oluşturur. Her ne kadar,  K. Marx üretim ve mülkiyeti alt yapı olarak görmüş, bu alandaki köklü değişimlerin amacına ulaşması için üst yapı konumunda bulunan din ve siyaset alanındaki değişimlere bağlamışsa da, onun bu değişim teorisi de iflasla sonuçlanmıştır. Bir üst değer olan din duygusu, insanın var oluşuyla bir bütünlük arz eder. Hayata anlam katan dindir. Dolayısıyla, dinin yerini bir başka gücün alması imkânsızdır. Değişim doğal mecrasında akmadıkça, güdümlü ve yönlendirmeli değişim etkinlikleri hiçbir zaman amacına ulaşamayacaktır.  Belki burada doğrusal değişimden ziyade çevrimsel bir değişimden söz edilebilir. Nitekim medeniyetler alanında çalışmalarıyla bildiğimiz ünlü sosyolog P. Sorokin,  yaptığı araştırmalarda, toplumların hayatında pagandan kutsala doğru çevrimsel bir tarih anlayışının var olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu araştırmanın sonuçları, Kur’an’da anlatılan toplumların yıkılış öyküleriyle paralellik arz etmektedir. O da Allah’a rağmenliği seçen bir medeniyetin varlığını ilelebet sürdürmesinin imkânsızlığıdır. Çünkü medeniyetleri ayakta tutan güç, aşkınlıkla irtibatlı olan ahlaki değerlerin varlığıdır. Kur’an’da geçen; “her ümmetin bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir ân erteleyebilirler, ne de öne alabilirler” âyeti buna işaret eder. (A’raf 7/34) Bu âyette,  toplumları ayakta tutan ahlaki değer ve dinamiklerin yitirilmesi ecel sözcüğü ile anlatılmıştır. Zira toplumların yıkılışı, her zaman fiziksel anlamda varlıklarını yitirmesi anlamına gelmez, asıl ahlaki değerlerde yozlaşmaya bağlı olarak“hâkimiyet ve muktedir” oluşlarını kaybetmeleri anlamına gelir. Bu da bir toplumsal ecel türüdür. Bu açıdan, medeniyetlerin ya da toplumların, egemenliklerini kaybetmeleri, fiziksel varlığını sürdürmelerine mani değildir. Medeniyetler, çöküş ve yıkılış dönemleri yaşayabilir, ama kültürler ölmez.  Nasıl ki ırmaklar, başka sulara karışarak hayatiyetini yitirmezse, kültürler de başka kültürlere karışarak varlıklarını yitirmez. İsrailiyata dayalı Yahudi ve Hıristiyan kültürlerin İslam kültüründe yaşaması gibi…

Birey ve toplumların hayatında farklı değişim türleri vardır. Gelişerek değişme olumlu bir çizgi izlerken, değişerek gelişme ise, bir takım olumsuzlukları beraberinde getirir. Bunda birey ve toplumların direniş reflekslerini etkisiz hale getirmek suretiyle değiştirmek söz konusudur. Çünkü değişerek gelişmede bizi biz yapan manevi köklerden kopma ve benliğe yabancılaşma varken, gelişerek değişmede mutlak anlamda bir toplumun manevi köklerinden kopma ve özbenliğine yabancılaşma yoktur. Çünkü değişerek gelişme, sağlıklı ve köklü bir değişim türüdür.  Buna en büyük örnek, “hidayet” olayıdır. İhtida olayı, insanın gerçek tabiatının taleplerine göre hareket etmesidir.  Bunun temelinde de “tevhidi bilinç” vardır. Bilindiği gibi tevhid, en büyük değiştiricidir. Bundan dolayı,  ihtida ederek İslam’a giren birey ve toplumların hayatında bambaşka bir değişim görülür. Çünkü maneviyattan uzaklaştırılmış insan yüreğinin uzun müddet dindışı sâikleri ön plana çıkarmış insan merkezli bir dayatmaya tahammülü yoktur. Gönül ve zihniyet planında meydana gelen bu değişme; kılık-kıyafetten insanlar arası sosyal ilişkilere, mutfak kültüründen ev mimarisine, sanattan edebiyata vb. hayatın bütün alanlarında kendisini farklı kılar. Zira İslam’ın temel amacı, bireysel, sosyal ve toplumsal değişmeyi sağlamaktır.   Ama unutmayalım ki, Allah’ın yasasının bir gereği olarak bireysel değişme olmadan toplumsal değişme de olmaz. (Bkz. Ra’d 13/11).

 

İSLAM DİRİLİŞ TOHUMU OLAN “ACBU’Z-ZENEB”İNİ İÇİNDE TAŞIR

Gelişerek değişim, İslam sisteminin doğasında vardır.  İslam, bütün zamanlar için diriliş tohumu olan  “acbu’z-zeneb”ini kendi içinde taşır. Nasıl ki, insan ölüp bedensel formu çürüdükten sonra, kimyasal özelliğini kaybetmeyen “acbu’z-zeneb” kıyamet günü bu formdan yeniden kendisini üretecekse, İslam da her zaman kendisini üretecek diriliş reflekslerine sahiptir. Burada önemli olan toplumun, Allah’ın istediği istikamette bir niyet taşıması ve bir gelişme göstermesidir. Bir Kutsi hadis’te: “İnsanların kalpleri Allah’ın kudret parmakları arasındadır, isterse çeviriverir” buyrulmuştur. Önemli olan toplumun kalb ve akıl istikameti ayarını iyi yapmasıdır.

Bilindiği gibi tarihte İslam medeniyeti üç büyük saldırı ile karşı karşıya kalmıştır. Bunlardan birisi doğuda Moğol istilası, bir diğeri Batı’da Haçlı Seferleridir. Üçüncüsü ise, 19. yüzyılla birlikte başlayan temeli modern-seküler bir nitelik taşıyan materyalist hayat biçimidir. İslam medeniyeti ilk iki saldırıdan sonra küllerinden yeniden doğmuştur. Şimdi üçüncü dönemin içindeyiz. Bu süreç henüz atlatılamamış ve bütün İslam toplumları üzerindeki etkisini ve gücünü devam ettirmektedir. Ben inanıyorum ki, Müslümanların “öze dönüş” çabaları bu dönemi de atlatacak ve medeniyetimiz yeniden parlayacaktır. Bunun bütün coğrafyalarda ışıltıları şimdiden hissedilmektedir. Çünkü İslam, iman ve hareket dinidir. Amel ve yenilenme varsa, “var oluş” ve ayağa kalkış da var demektir.  Bu sebeple İslam, bilgilenme süreci üzerinde ısrarla durur. Kelam âlimleri, yazmış oldukları eserlerinde, taklidi imandan tahkiki imana doğru bir tekâmül sürecinin yaşanması gerektiğini vurgularlar. Bu uğurda bir çaba göstermemenin itaatten çıkmakla eş değerde olduğuna hükmederler. Bunun yegâne sebebi,  değişimin kalıcı ve sürekliliği için inancın sağlam bilgisel temeller üzerine oturtulması ihtiyacıdır.

Kur’an’da anlatılan bireysel ve toplumsal irtidat (dinden dönme) tersine bir değişimdir. Her ne kadar tersine bir değişim olan irtidat bir gerçeklikse de bir başka yerde hidayet üzere yaşamanın varlığı da bir gerçekliktir. Çünkü insan yeryüzünde var oldukça değiştirici olarak İslam ve değiştirici mü’minlerin özelliği de var olmaya devam edecektir. (Bkz. el-Mâide 5/54). Ne yazık ki bugün İslam toplumlarında tersine değişim dediğimiz ahlaki çöküntü ve dünyevileşme varlığını sürdürmektedir.  Ünlü sosyolog Max Weber, “sermaye dindarları sekülerize eder” der. Bu söz bir yere kadar doğrudur. Sermaye ancak, ahirete imanı zayıflamış toplumları sekülerize eder. Bilindiği gibi sekülerleşme, insanın gözünü ilâhî olandan beşerî olana, yani, yer-yüzüne çevirmesi olayıdır. Bir başka ifade ile sekülerleşme, dini hayat konusunda yoksullaşmadır.  Böyle bir zihinsel tasarım ise, insanı daha çok zevk, daha çok maddi haz peşinde koşmaya sürükler ve tutkulara yönlendirir. Çünkü özde dünyevîleşmenin böyle bir çekiciliği vardır. İnsan hikmet ve irfandan koptuğu andan itibaren dünyevileşmenin yarattığı cazibe alanının dışına çıkamaz. Bu yozlaşmaya dayalı değişim süreçlerini yaşayan Müslüman toplumların,  dünyevileşmenin bir sonucu olarak iyi modeller ortaya koydukları söylenemez. Yaşadığımız yüzyılda seküler zihniyet, insanın aklını ve kalbini paramparça etmiştir. Hâlbuki insan; aklıyla, biyolojik yapısıyla, ruhi ve kalbi ihtiyaçlarıyla insandır. Onu; ne sadece ruhu öne çıkarmak, ne sadece maddeyi öne çıkarmak mutlu edebilir. İnsan ancak, bu yapıların hepsini aynı potada erittiği ve bu dualiteden kurtulduğu zaman mutlu ve huzurlu olabilir.

 

  MÜCAHİTLİKTEN MÜTEAHHİTLİĞE, MUTASAVVUFLUKTAN TASARRUFCULUĞA

 

Yaşadığımız modern zamanlarda İslam dünyası derin bir değişim ve dönüşüm geçirmektedir. İbn Haldun, toplumların yıkılışını; fetih, ganimet, konformizm, rehavet ve çöküş olarak açıklar. Bilindiği gibi Kapitalistleşme süreçleri yaşamamış Müslüman tecrübede ekonomik faaliyet, rızk kavramıyla ifade edilirdi. Bugün ise, modernitenin seküleştirici etkisiyle Müslüman bilinçte rızk ve israf kavramları anlam alanında bir buharlaşma yaşadı. Müslümanların dili sekülerleşti. Din dili, metalaştırıldı. Protestan bir söylemle kazançtan çok tüketime yönelik kar, marka ve moda gibi kavramlar dinin ticarileştirilmesini de beraberinde getirdi. Kur’an’ın ana konuları arasında yer alan cihad, tevhid, rızık, tekbir, ihlâs vb. gibi kavramların asıl içerikleri terk edilerek aşındırıldı, tüketim kültürünü ve alışkanlıklarını meşrulaştırıcı bir kullanım aracı olarak tüketildi.

Öte yandan son yıllarda,  Müslüman kadının kamusal alanda görülmeye başlamasıyla birlikte, geleneksel kadın kimliği ve rolünde bir kırılma yaşandı. Artık gazete manşetlerinde; ‘tesettürlü metalciler’, “Müslüman sosyete” gibi haberler yer alır oldu. Sınıf atlayan yeni bir Müslüman kesim türedi. Bu sosyal değişime bağlı olarak, kendisini dindar bir kimlikle tanımlayan genç kız ve erkekler, Batı müziğinin en uç noktalarından biri olan ‘metal’ müzik ve pop müzik konserlerinde âyin havasına girerek kendilerinden geçiyorlar. Hatta geleneksel temaya aykırı bizzat müzik gruplarında yer alıyorlar. Kendilerini ifade edebilecekleri gözden uzak modern kafelerde kızlı-erkekli özel yaşama alanları oluşturuyorlar. Müslüman genç erkekler ise, yeni bir görünüme bürünerek top sakalı ve hippi tiplemesiyle camilerde saf tutuyor.

Küreselleşmenin hızlandırıcısı iletişim devrimi sayesinde modern dalga, geleneksel duyarlılıkları değiştirici ve dindarlıkları yumuşatıcı, dönüştürücü etkiler ortaya çıkardı. Helal ve haram duyarlılıkları oldukça zayıfladı. Modern dalga, en muhafazakâr denilen ailelerde bile çözülmeleri beraberinde getirdi. Tatil anlayışları değişti ve yeni tatil köyleri inşa edilmeye başlandı. Dünün mücahitleri, şimdinin müteahhitleri, dünün mutasavvıfları bugünün mutasarrıfları oldu. Bunlar, yoksulu ve orta kesimi olmayan yeni Müslüman mahallelerin oluşturulmasında etken bir rol oynadı. Hatta bununla da kalınmadı, Müslüman erkek ve kızların vücut güzelleştirme salonlarında boy göstermelerini tetikledi. Bu değişim, tüketim alışkanlıklarına bağlı olarak, markalara düşkünlüğü kamçıladı. Acaba, kent hayatına katılan gençlerin, markaya, tesettür defilelerine, pop müziğe ve flörte evet demeleri, hatta onların örtülü ve sakallı olmaları, modern zihinlere sahip olduklarını da örter mi? İşte bu saydığımız hususlar da bir değişimdir. Pekiyi bu değişim türü gelişerek mi yoksa değişerek mi bir değişme biçimidir? Duyarlılık ve sorumluluk sahibi her Müslüman bu soru üzerinde bir defa daha düşünmelidir.

SONUÇ

Aydınlanmadan itibaren Kilisenin öngördüğü “öteki dünyâcı dindarlığa”, içerisinde bulundukları hayat ile irtibatsızlığı nedeniyle başkaldıran Batı’lı insan, hayatı kolaylaştırmak için bilim ve teknolojiyi üretti ama yüksek insani değerler alanında aynı şeyi yapamadı.  Bugün Batı, Müslüman dünyayı kendine benzetmeye çalışıyor. Eğer yaşam biçimiyle benzetemiyorsa, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi kültürel anlamda İslam’ın diriliş reflekslerini etkisizleştirmekle birlikte silah gücüyle bunu yapmaya çalışıyor.  Dolayısıyla bugün yeniden ahlaki alanda köklü değişimleri yapma sorumluluğu Müslümanlara düşmüştür. Yüzyıllar geçmesine rağmen eğer İslam hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyorsa, bunu, dinimizin sosyal hayata uyumunda ve değişimci/değiştirici karakterinde aramak gerekir. İslam’da içtihadın varlığı yenilenmenin de bir garantisidir. Müslümanlar, gündelik hayatta dini hayatın tıkanan noktalarını açmak için içtihad ya da tecdid gibi amelleri devreye sokarak gelişmenin önü açarlar.  Bu İslam’ın bütün çağlar için var oluş coşkusallığını sağlar. Burada önemli olan içtihad yapacak kimselerin ilmi kalitesidir. Bütün bu emniyetlere rağmen, eğer Müslümanlar, hala dini hayatın tıkanan noktalarına nefes aldırmada gerekli çabayı gösteremiyorlarsa ve bundan da din algısı büyük zarar görüyorsa burada büyük sorumluluk ulema ve Müslüman entelektüellere düşmektedir. Yapılması gereken, Müslüman toplumların din algısı ve yaşayış biçimlerinde gelişerek değişimin yolunu açmaktır.



Prof. Dr. Ramazan Altıntaş