๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 16:43:09



Konu Başlığı: Cami ve cemaat bize neyi hatırlatır?
Gönderen: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 16:43:09
“Cami” ve “Cemaat” Bize Neyi Hatırlatır?


Dinin sadece kul ile Rabbi arasındaki deruni ilişki olduğunu düşünenler için, birbiriyle muhatap olan bu iki varlık arasında başka herhangi bir unsurun bulunması gerekmez. Ancak bütün harici (dünyevî) bağ ve şartlardan sıyrılmış böylesine bir dindarlık ancak çok yüce bir mertebeye ulaşan, yüksek bir ahlaki olgunluğa erişen insanlar için geçerlidir. Oysa bu safhadan öncelerine dönmemiz, hatta insanda dinî duygu ve düşüncenin ilk uyanış evresine kadar gitmemiz gerekir. Bugün popüler olarak “Tanrı geni” denilen, dinlerin de insanların içerisinde fıtrî olarak var olduğunu ifade ettiği “inanma duygusu” nasıl ortaya çıkacaktır? Şüphesiz çocuk soyut düşünme yeteneğini henüz kazanmamış olsa da, metafizik olana karşı derin bir ilgi içerisindedir. Ancak bu ilgi, biraz da onun çocuksu duygusal yapısından kaynaklanır. Zira çocuk için bütün dünya yarı metafiziktir, gerçek dünya ile hayal ve oyun dünyası birbiri içine geçmiştir.

Çocukluktaki yaşantıların onun psikolojik yapısı üzerindeki etkisi modern psikolojinin ve eğitimin üzerinde durduğu en önemli konulardan birisidir. Psikolojide, bu yaşantıların çocuğun bilinç-altına yerleşerek bir gün dışa vurulacağı kabul edilir. Eğitimciler de, mümkün mertebe çocuğun hayal gücünden istifade ederek onun yaratıcı yönünün ortaya çıkarılması için çaba harcarlar. İlk çocukluk evresinde birey, yabancı bir ortama aniden düşüvermiş bir yabancı gibi –ki esasında öyledir- bütün duyularını ve muhayyilesini çevresini tanımaya en hazır bir halde tutar. Eline aldığı bir gazetenin kokusu, yediği bir dondurmanın tadı, ilk kez gördüğü lunaparkın ışıltıları, hayvanat bahçesindeki bir filin çığlığı, kendisine anlatılan bir masalın hayal dünyasındaki etkisi vs. hepsi çok üst düzeyde algılanır. Yetişkin bir kişi olduğunda bu çocuk o nesnelerin artık eski şekliyle olmadığını düşünecektir. Oysa kâğıt yine aynı şekilde kokuyor, fil aynı şekilde çığlık atıyordur.

Çocuklukta duyuların tesiri, içinde bulunulan ortama göre daha güçlü hissedilir. Parkta mutlu bir aile gezisinin ardından yenen dondurmanın tadı veya dehşetli bir deprem anının gürültüsü asla unutulmaz. Bu yüzden, özellikle çocukların güzel yaşantılarla ergenliğe adım atmaları çok önemlidir.

Çocuğun Hayal Dünyasından Tamamen Sembolik Bir Dünyaya

Çocuğun metafizik dünyası dine apaçık bir dünyadır. İnanç esasları, ölümden sonra hayat, peygamberler, mucizeler gibi konular onun dünyasına asla yabancı gelmez. Bu şüphesiz çocuğun dinî duygusunun gelişimi açısından önemli bir avantajdır ancak aynı zamanda dez-avantaj olarak da düşünülebilir. Çünkü kişi, ilk çocukluk evresinde kendisine din olarak anlatılan bütün inanç esaslarını çok kolaylıkla kabul edebilir. Her din mensubunun, diğer din mensuplarının nasıl olup da –kendince- saçma bu öğretilere inandıklarını sorgulamasının cevabı aslında basittir. Çocuk bunu aklıyla kabul etmemiştir, ki zaten aklî melekesi de henüz bunları anlayacak ve kavrayacak şekilde gelişmemiştir. O, kendi çocuk dünyası ile kendisine anlatılan dinî dünyayı muhayyilesinde birleştirmiş, duygu dünyası içine katmış, içselleştirmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.), “Her çocuk fıtrat (tevhid dini) üzere doğar, ailesi onu sonradan Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar,” hadisi1 çevresel şartların çocuk üzerindeki bu etkisini anlatır.

Bazı sosyolog ve antropologlara göre insan dünyası tamamen sembollerden oluşur. Bunlara göre, kültür sosyal yapıdan ya da sosyal davranışın “hareket”lerinden oluşmaz. Kültür onun hakkındaki “düşünme”dir. Bu anlamda da topluluk yapısal bir inşa olmaktan ziyade sembolik bir inşadır. Topluluğu bir araya getiren bağlar mekanik bağlar değil, üyelerinin yükledikleri anlam depolarıdır. Toplumsal gerçeklik bu anlamlar çerçevesinde simgesel olarak dışa vurulur.2 Bu yaklaşımın altındaki kuramsal çerçeve, insanların içerisinde yaşadıkları realiteleri semboller kullanarak inşa ettikleri varsayımına dayanır. Bu semboller eşyalar, davranışlar, sözler ve anlam ifade eden olaylardan oluşur. Semboller yaratılır, nesnelleştirilir ve sosyal ilişkiler vasıtasıyla içselleştirilir. Bundan dolayı dinin, bir sembol sistemi olarak, zorunlu olarak sosyal süreçlerden temel aldığı iddia edilir.3

Kültürü ya da dini bütünüyle bir semboller sistemi şeklinde düşünmek, konuyla ilgili sorulması muhtemel bazı sorulara cevap vermek açısından zorlama kabul edilebilir. Ancak dini, sembollerin en yoğun ve en çeşitli biçimde var olduğu bir kurum olarak düşünebiliriz.4 Sembolleştirme dinin otantik yapısında da, daha sonraki kurumsallaşma sürecinde de açıklıkla görülebilen zihinsel bir eylemdir. Sembole niçin ihtiyaç duyulduğu sorusu aynı zamanda insanın nasıl düşündüğü üzerine sorulan bir sorudur. İnsan düşüncesinde sembolleştirme işlemine atıf yapan görüşün önemli temsilcilerinden Cassirer’e göre, “İnsan sembolleştiren hayvandır (animal symbolicum).” O’na göre, insanın düşünen hayvan şeklinde tanımlanması yanlış değildir. Ancak kültür dünyamızdaki yaşam tarzlarımız çok zengin ve çeşitlidir, dolayısıyla bunu sadece “akıl” terimiyle kavrayamayız. İnsan dil, din, sanat, bilim gibi alanlarda bir sembolleştirme faaliyeti ile kendi dünyasını kurar. Kendi ifadesiyle, “Bu dünya, onun kendine özgü yaşantılarını anlamasını ve yorumlamasını, eklemleyip düzenlemesini, birleştirip evrenselleştirmesini sağlayan simgesel bir dünyadır.”5

Sembolleştirmenin en önemli fonksiyonunun hem kültür dünyasını kurma hem de kültür dünyasını anlama olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlayışa göre, insanlar toplumsal yapı içindeki karmaşık olguları basite indirgeyerek anlayabilirler. Toplum da daha önce üretilmiş sembollerle bu sürece cevap verir. Semboller birkaç açıdan hayatımızda önemli roller oynarlar. Birincisi, semboller birden çok kişinin paylaştığı kültürel bir dünya oluştururlar. İkincisi bireyleri eylemlere iten bazı çağrışımların taşıyıcısıdırlar. Üçüncüsü, öğrenme sürecinde etkin rol oynarlar, yani insanlar semboller vasıtasıyla nesilden nesile aynı toplumsal davranışlarda bulunmayı, aynı tepkileri vermeyi öğrenir.6

Cami ve Cemaatin Sembolik Boyutu

Sembolik bir dünyanın duygusal açıdan en etkili olduğu kesim çocuklar, hastalar, yaşlılardır. Burada yazının genel yapısı düşünüldüğünde, dinin çoğunlukla bu kesimlere hitap eden ve onların zayıflıklarından faydalanan bir olgu olduğu gibi bir sonuç çıkarılmamalı. Bu tartışma on dokuzuncu yüzyılda kalmış bir tartışma ve bugün kimse bu teorilerle ilgilenmiyor. Buradaki amacımız sadece, sembolik çağrışımlara en hazır durumda olan toplumsal kategorilerin kimler olduğunu ifade etmektir.

İlk çocukluk döneminde farklı bir eve ya da işyerine giren bir çocuğun dikkatli gözlerle çevresini incelediği gözden kaçmaz. Mabetler gibi anıtsal eserlerde ise bu dikkat en üst düzeye çıkacaktır. Mekânın karanlık ya da aydınlık oluşu, büyüklüğü ve özellikle yüksekliği, tefrişatı, içerisindeki insanların kıyafetleri, ibadetleri, jest ve mimikleri vs. hepsi yoğun bir duygusallık uyandırır. Burası çocuktaki dini bilincin gelişmesi, dinî sosyalleşmenin başarılı bir biçimde gerçekleşebilmesi için en ideal mekânlar olarak karşımıza çıkar. Ancak caminin kişi üzerindeki etkisine geçmeden önce buradaki yaşantıların mutlaka olumlu olmasının gerekliliği üzerinde duralım.

İlk çocukluktaki yaşantıların çocuk üzerindeki etkisine yukarıda kısaca değindik. Çocuğun hayata ve topluma gözlerini açtığı ortam ailedir. Dolayısıyla aile onun için en güvenilir yerdir. Ailenin dışındaki her yer ve herkes için, bir başka ifadeyle kendisine yabancı ve farklı her yer ve herkes için çocuk güven sağlama problemi ile karşı karşıyadır. Eve gelen bir çocuk onun için problem olmaz, zira ona benzemektedir ama onun anne-babasından güven alabilme problemi söz konusudur. Sokağa, anaokuluna, bir başkasının evine alışabilme de aynı zamanda bir güvenme sürecini takip eder. Bu süreci çocuklar sürekli kendilerinin güvendiği insanlarla, yani anne-babalarıyla bir arada bulunmak suretiyle aşarlar. Son yıllarda ülkemizde ilköğretime başlayan çocukların anne ya da babalarıyla aynı sırayı paylaşmaları öğretmen denilen yeni kişiye ve sınıf denilen yeni mekâna güven duyma sorununun aşılmasıyla ilgilidir. Aynı şey cami için de geçerlidir. Çocuğun gördüğü mekânların pek çoğuna oldukça yabancı ve çok sayıda ve farklı özelliklerde yabancı insanları barındıran bu mekânda çocuk babasının dizinin dibinde ve sürekli onu taklit etme eylemi içindedir. İslam mabet mimarisi çocuğun bu güven problemini kolayca aşabileceği bir yapıda olmanın avantajına sahiptir. Zira mekân karanlık değil, aksine aydınlıktır; sonra geniş ve ferahtır. Aynı zamanda eşya olmadığı için rahatlıkla hareket edilebilir bir yerdir ve bir şeyi kırma ya da zarar verme korkusu yaşatmaz. Bu açıdan cami, çocuğun muhayyilesinde diğer çocuklarla bir araya geldiği yeni bir oyun alanı olarak da canlanabilir. Ancak burada, özellikle camiye devam eden yaşlı insanların çocukları azarlaması, kovması gibi olumsuz yaşantıların meydana gelebilmesi de söz konusudur. Şu satırları okuyan orta yaş ve üzeri okuyucular, caminin bahçesinde oyun oynayan çocukları gürültü yapıyor, cami edebini bilmiyor diye küçük taşları arkalarından fırlatarak kovan yaşlı imamları ya görmüşler ya da duymuşlardır. Aynı şekilde belirli bir alışma evresinden sonra tek başına camiye gelen çocukların, bir merakla en ön safa geçmeleri üzerine kollarından tutulup arka saflara gönderilmeleri de benzer bir olumsuz yaşantıdır. Başarılı bir sosyalleşmenin temelinde olumlu yaşantılar yatar. Bunun en güzel örneği olarak Mehmet Akif Ersoy’un Fatih Camii’ndeki hatıralarını burada verebiliriz:

 

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: "Bu gece,

Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence.

Giderseniz gelin amma namazda uslu durun,

Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!"

Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.

Namâza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi,

Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde,

Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde!

 

Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden

Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben:

 

Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;

Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak;

Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;

Yanında bir küçücek kızcağızla pek yaramaz

Yeşil sarıklı bir oğlan ki: Başta püskül yok.

İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk!

Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır;

Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır!

Koşar koşar duramaz; âkıbet denir "âmîn"

Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn,

Alır çocukları, oğlan fener çeker önde,

Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde

Derin bir uykuya…


 

Camilerin dinî bilinçlenme ve dinî sosyalleşme açısından ifa ettikleri fonksiyonları dört boyut içerisinde ele alabiliriz: İnsan boyutu, ritüel boyutu, mekan boyutu ve zaman boyutu. Dinî bilinçlenmeden kastımız kişide din duygusunun uyanması ve gelişmesi, bunun da özellikle mensubu olunan dinin inançları çerçevesinde olmasıdır. Dini sosyalleşme ise dinî normların öğrenilmesi ve içselleştirilmesidir. Bilinçlenme ve sosyalleşme formel eğitim öğretim süreçlerinden ziyade yaşantılar (sosyal öğrenme) yoluyla gerçekleşen eğitim süreçlerine dayanır. Salt bilgilendirme gerekli olmakla birlikte bunun kalıcı olma ihtimali düşüktür, aynı zamanda da duygusal anlamda etkin olmaz. Oysa sosyal öğrenme süreçlerinde hem bilgiler kalıcı olur hem de dinî bilincin daha da gelişimine katkı sağlanır. Şimdi kısaca caminin bu süreçlere etkisini insan boyutu yani “cemaat”i ele alarak açıklayalım.

Camiye devam eden insanlar her şeyden önce kurumsal ilişkileri görürler. Burada bir imam ve bir cemaat vardır. İmam en başta kıyafeti, varsa sakalı, ibadeti yönlendirmesi ve bilgisi ile diğer insanlardan ayrılır ve bir otoriteyi temsil eder. Genelde yaşlıdır veya yaşlı değilse saygınlığı fazladır. Yaşlılık ve imamlık arasındaki saygınlık ilişkisi bu “mesleğin” genel anlamda toplumsal saygınlığını da gösterir. Çünkü toplumda devlet adamlığı, öğretim üyeliği gibi saygın bazı mesleklerdeki kişilerin genelde yaşlı olmaları beklenir.

Burada “meslek” ifadesi kasıtlı olarak tırnak içerisinde kullanılmıştır, zira İslam’ın Peygamberi aracılığıyla Allah Teâlâ tarafından vaz edildiği dönemde bugünkü manada profesyonel, yani geçimini bu işten temin eden bir imam sınıfına rastlamıyoruz. Ancak şüphesiz imamlar bilgi noktasından diğerlerinden önde olan kişilerdi ve otorite olarak diğerlerinden farklılaşıyorlardı. İlim ve amelin getirdiği bu otorite olma durumu çocuğun zihninde dinin gündelik hayat üzerinde otorite olma durumuyla özdeşleştirilir. Özellikle din görevlilerinin doğal toplum önderleri olduğu yerlerde imamın insanlar üzerindeki otoritesi dinin toplum üzerindeki değerine işaret eder.

Camideki cemaatin çok önemli bir ayırıcı vasfı, toplumun küçük bir numunesi olmasıdır. Burada kadın-erkek, çocuk-yaşlı, zengin-fakir, âlim-cahil, yönetici-yönetilen gibi sosyal kategoriler kulluk noktasında, bir başka ifadeyle temel insanî durum açısından aralarında hiçbir fark olmadan aynı evrenin parçaları olarak bir araya gelirler. Bu birliktelik, manevi olduğu kadar aynı zamanda maddidir de, zira saydığımız bu farklı kategorilere ait insanlar omuz omuzadırlar. Bir fakir ya da yönetilen ön safa geçmişse, zengin veya yönetici pozisyondaki kişiyi görünce yerini ona terk etmez. Burada kadınların safların gerisinde olması ise temel insanî durum ya da kulluk açısından bir farklılığa değil, pratik bir düzenlemeye dayanmaktadır sadece. Cami içindeki bütün sosyal kategoriler hem birbirinin tamamlayıcısı hem de birbirinin devam ettiricisidir. Çocukluk yaşlılığa, bilgisizlik bilgilenmeye doğru gider, kadın erkeği, yönetici yönetileni tamamlar. Şüphesiz camiye ilk kez gelen bir zenginin oğlu ya da bir yönetici veya profesör gündelik hayatın her yerinde kendisine gösterilen özel ilgiyi burada da bekleyecektir ancak vaaz ve sohbetlerle özel bir bilgilendirme yapılmasa bile cemaate devam ettikçe İslam’ın insana, ibadete ve sosyal statüye bakışını kavrayacaktır.

Ancak camiye müdavim olmak konusu psikolojik açıdan ciddi bir hazırlığı gerektirir. Esasında dinden bir şeyler alabilmek her şeyden önce almaya hazır oluş ile ilgilidir. Zira her insan önyargılarını bir anda ters yüz edecek mucizeler, kerametler görme şansına sahip değildir. Ki, bunları gören müşriklerin bir kısmının yine küfürlerinde sebat ettiklerini tarih kaynakları bize söyler. İçlerindeki dinî duyguların uyandığı bazı kişiler camilere koşarlar fakat yetişkin olana değin hiç mabetlere girmediklerinden onların zihinlerindeki cami ve cemaat ile gördükleri farklıdır. Zihinlerindeki ideali görmek arzusundadırlar ancak gördükleri idealden uzaktır. Onlara gündelik hayatın her bölümünün idealden uzak olduğu hatırlatılınca en azından dinin ideal bir şekilde olması gerektiği noktasındaki beklentilerini ifade ederler. Oysa din, son derece estetik, son derece entelektüel, son derece zarif insanların yaşadıkları ya da sadece bu seviyeye gelebilmiş insanların yaşadıkları bir hakikat değildir. Aksine dine birbirine zıt, hatta uzlaşmaz görünen pek çok farklı sosyal kategoriye aynı anda hitap eder; böyle olması da onun açık sosyal-psikolojik hikmetlerinden birisidir. Cemaate devam etme bu açıdan kişinin kendisini sorgulaması, eğitmesi ve disipline etmesi açısından son derece önemlidir. İnsanların fizyonomik özellikleri, kıyafetleri, davranışları ve düşüncelerinden dolayı kınanmaması gerektiğinin, hoşgörüyle yaklaşabilmenin, empati kurabilmenin, aynı mü’minler topluluğunun bir parçası olduğunu idrak edebilmenin en önemli şartıdır. Cemaati çeşitli sebeplerden dolayı hakir gören ve uzaklaşan kişi dinden bir şey almaya hazır olmadığı gibi, bir insan olarak kemale erme, kendisini arındırma düşüncesinden de habersiz bir kişidir.

Camilerde ifa edilen ibadetlerin, bizatihi mabet mimarisinin, Kadir gecesi gibi vakitlerin ihyasının kişinin dinî bilincinin yükselmesinde ayrıca birer konu olarak ele alınabilecek etkilerinden bahsedebiliriz. Eğer bunlara İslam’ın ilk döneminde caminin ifa ettiği diğer fonksiyonları ve ibadetleri eklersek konunun ne derece önemli olduğu anlaşılacaktır. Bazı şeyler artık selef-i sâlihinin yaptığı işler zümresine kaldığından, cevap alamama endişesinden birtakım soruları sormaktan bile çekiniyoruz. Örneğin Ramazan’ı geride bıraktığımız şu günlerde, “Acaba orucun son on günü içinde kaç kişi camilerde itikâfa girip kendisini sadece ibadete ve tefekküre adamıştır?” sorusu bu cümledendir


 
1 İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., Ankara, 1988, c. 7, s. 523-524.

2 Cohen, Anthony P., Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Çev. Mehmet Küçük, Dost Kitabevi, Ankara, 1999, s. 111-112.

3 Wuthnow, Robert J., “Din Sosyolojisi,” Din ve Modernlik Toplumbilim Yazıları I, Derleme ve çeviri Adil Çiftçi, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2002, s. 61.

4 Eliade, Mircea, “Dinlerdeki Sembollerin Araştırılması Konusunda Metodolojik Düşünceler,” Dinler Tarihinde Metodoloji Denemeleri, Ed. M. Eliade, J. M. Kitagawa, Türkçe çeviri ed. Mehmet Aydın, Din Bilimleri Yay., Konya, 2003, s. 110.

5 Cassirer, Ernst, İnsan Üstüne Bir Deneme, Çev. Necla Arat, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980, s. 34, 206.

6  Bkz. Mardin, Şerif, İdeoloji, İletişim Yay., 2. bs., İstanbul, 1993, s. 9



Vejdi Bilgin