Konu Başlığı: Bugün batıdan ne alacağız? Gönderen: Sümeyye üzerinde 29 Kasım 2010, 17:30:59 Bugün Batı’dan Ne Alacağız? 19. Asırdaki “İslamcılık” tefekküründe Batı’ya karşı tavrı belirleyen telakki şöyle idi: “Batı’nın fennini, tekniğini almak, fakat ahlak, akide, yaşayış tarzını reddetmek”. Bu telakki tarzı bir bakıma Rönesans evvelinde Batı’nın, Müslümanlara karşı tatbik ettiği bir tarz idi denebilir. Çünki Batı Endülüs’de, Haçlı Seferleriyle Doğu’da Müslimanlardan birçok tekniği, buluşu, fenni-ilmi tefekkürü aldı. Ve bunu Roma ve Yunan’dan gelen putperest felsefeleriyle, dünya görüşüyle mecz edip, Rönesans’ı başlattı. Tabii aslında bu, Rönesans’ın tek sebebi, medarı sayılamaz. Çünki hiçbir medeniyet tamamen başka bir medeniyeti taklid veya imtizac suretiyle oluşmaz, hamle yapmaz. Bunu bugünki İslam Aleminin haline, hassaten Türkiye’ye bakarak da teyid edebiliriz. Zira Türkiye gibi ülkelerde iktidarı elinde bulunduranlar, İslam medeniyetine mensubiyeti reddettikleri halde, kendine has veya en azından Batı ayarında bir medeniyet inşasına da kabiliyet ve istinadgahları (tarihi, ahlaki, kültürel, hayat tarzı, ilmi ve teknolojik birikim) bulunmadığından hiçbir zaman kendilerine has bir medeniyet vucude getiremezler. Medeniyetlerarası münasebetde kuvvetli ve hakim olanın, diğer medeniyetlere tesir etmesi, tevcihatta bulunması, rengini diğerine vermesi vakidir. Ancak bir medeniyet dahili muharriklere, kendine has tasavvur ve esaslara dayanmaksızın asli bir tekamül ve inkişafa muktedir olamaz. Medeniyetler haricden aldıkları şeyi bünyevi esaslarının kalıbında eritir (kendileştirir) ve yenilikler ortaya koyarlarsa canlılığını yitirmez. Aksi takdirde geriler, belki de yok olur. Yoksa, Müslimanlara vaziyyet eden şimdiki Batı takibçisi ulus devletlerde olduğu gibi asli, kendine has bir medeniyet yerine arafta bir manzara hasıl olur. Bu nokta-i nazardan Batı Rönesansına baktığımızda her ne kadar onlar İslam Medeniyeti’nden bir çok meseleyi öğrenip aldılar ise de, aynı zamanda Batı Medeniyeti’nin tabii hareket ve seyri de Rönesans cihetine doğru olmak zorunda idi. Çünki Batı Dünyası, krallar, feodeller ve kilise üçlüsünün cenderesi altında bir patlamaya gidiyordu. Haçlı seferleri bir nevi bu patlamanın seyrini dışa kaydırdı, yani İslam’ı hedef alarak, içinde hasıl olacak patlamayı İslam Dünyası’na tevcih etti. Batılı Dünya görüşünün temelinde bulunan eklektisizm, müslümanların fennini ve tekniğini alıp, ahlak, akide ve yaşayışını reddetmesini mümkin kılıyordu. Batı aynı zamanda ben merkezci, ırkçı bir nazara sahib olduğu için Ehl-i İslam’dan aldığı hiçbir şeyi bu İslam’dandır, Müslimanlardandır diyerek cemiyetlerine aktarmaz idi. Kalblerinde şirkten gelen hased marazı ile İslam Medeniyet’inden aldıkları ateşleyici esas unsurları kendi icad ve keşifleri, kendi tefekkürleri gibi takdim hilekarlığına yeltendiler, hakkı itirafdan umumen ictinabla Müslimanların dahlini ketm ettiler. Dahası bu esaslara kendi ben merkezci (heva perest) nazarlarının rengiyle boyadılar, mezkur esasları kendi hevesatları muvacehesinde istimal ettiler. Bu bir faraziye değildir. Zira gerek Müsliman filozoflarla, Batılı Filozofların eserlerini, gerekse fenni esasları muhtevi eserleri mukayese eden birçok muhakkik, Batılıların bu intihallerini açıkça tesbit etmişlerdir. Hatta edebiyatlarında bile bu tür intihaller vardır. (Mesela, Dante nam kafirin İlahi Komedya ismiyle Türkçe’ye de çevirilen hezeyannamesini İslam Filozofu Ebu’l-Ala Maarri’den iktibasla ama Hıristiyanlaştırarak yazdığı tesbit edilmiştir. Aslında bu mevzu mühim olmakla beraber çok geniş muhtevalı taharriyat ve tahlilatı icab eder). 19. asır ve sonrasındaki İslamcıların tefekküründe ise böyle olamadı. Bunun birçok sebebi olmakla birlikte, en mühimmi, kanaatimce, emperyalist faaliyetlerin, İslam topraklarında İslam ve Müslimanlarla mücadelesinde, Batıcı yandaşları eliyle galib gelmesidir. Binaenaleyh, siyasi iktidarın Batıcılara geçmesiyle Batı’nın hem dünya görüşünü hem de fenn ve tekniğini alma fikri hakim kılınmaya çalışıldı. Batıcıların tam bağımlılık ve asıl yerine zahire tevcihatiyle, mezkur ülkelerde ne fenni ne de teknik inkişafta eşdeğerlilik, müsavat temin edilemedi. Bununla birlikte, İslamcıların fikri de tatbik imkanı bulamadı. Batı’ya merbutiyet ve bu merbutiyetten dolayı onu hakkıyla tenkid ve tahlil kabiliyet ve cesaretinden mahrum olan Batıcılar, teknolojide montajcı, siyasette ise nakilci-Batıcı bir dünya görüşünü Müslümanlara cebren benimsetmeyi devrim addettikleri için ne ilmi-teknolojik atılım yapabilecek köklü bir birikim elde edebildiler, ne de hür ve şahsiyetli siyasi bir duruş sahibi olabildiler. Ancak İslam Medeniyet’inin tarihten gelen nüvesini yok edemedikleri için, Müslümanları Batıcı bir hayat tarzına tevcih için istibdaddan başka yolları yoktu. İslamcıların mezkur telakkilerinin ardında bazı ruhi, siyasi, ictimai sebebler vardır. Bir kerre İslam Alemi bir inkıraz devri geçiriyordu ve Batı hem teknik gücü buna bağlı olarak da askeri gücüyle müslümanları yenilgiye uğratmış, tahakkümüne almaya başlamıştı. Bu yenilginin, maddi acziyetin verdiği ruhi eziklik ve çıkış yolu arayan İslamcılar çareyi Asr-ı Saadet’e dönmek (öze dönüş), uyanış ve kalkınma suretiyle teşkil ve tasvir etmeye çalışmışlardır. Bu takdirde, “Batının fennini, tekniğini almak, ama ahlakını, akidesini, hayat tarzını reddetme” telakkisi ve idraki İslamcılara ahlaki bir itimad vermiş oluyordu. Kaldı ki bu telakkinin ikinci yarısı “ahlakı reddetme” İslam’ın haklığına, mükemmelliğine, İlahiliğine olan i’tikaddan kaynaklanıyordu. Teknolojinin, fenni malumatın Batılının dünya görüşünden, müstekbir ve mütref zihniyetinden tecrid edilemeyeceği hakikatinin Müslimanlar tarafından muahazesi ve tenkidi yenidir. Kaldı ki Müslümanların bir yandan Batı’nın fiili istila ve sömürüsüne maruz kalması, diğer yandan da Ümmetin zaaf ve inkırazı bu meseleye, mezkur tarzda bakmaya –neredeyse- imkan vermiyordu. Acilen çıkış yolu bulma ihtiyacı ve fikri daha ameli bir telakki tarzını icbar ediyordu. Batı’ya karşı koyabilmek için en azından onlarda bulunan harb teknolojisini elde etmek gerekiyordu. İşte bu telakki ve çıkışı yolu bulma arzusu, Müslüman alimler ve mütefekkirleri, “Batı’nın fenni, tekniğini alma” fikrine sevk etmiştir. Bu telakki bu noktadan mühimdir. Çünki bundan şu neticeyi de elde ediyoruz: Müslüman alim ve mütefekkirlerin, cemiyete ve cemiyetin ictimai meselelerine, idari, siyasi meselelerine çözümü, Batıcılar gibi, Batı’dan aynen iktibasda değil, İslam’da, onun tarihi mirasında aramaları, derin bir itikadı yansıtıyordu. Bugün geldiğimiz noktada, dünün önde gelen İslamcılarının bugün İslamcılığı bile bir ar kabul eder hale gelmeleri bir yana, artık Batı’nın değerleri ile İslam’ın değerlerinin çelişmediğini söyleyebilecek kadar davadan (iddia sahibi olmaktan) vazgeçtiklerini görünce bunun çok mühim bir husus olduğunu düşünüyorum. Çünki mezkur ‘ifadelendirme’ bir dava sahibi olmanın getirdiği bir mesuliyet neticesi zuhur etmiştir. Ümmetin felahı için samimiyetle vaz’ edilen bu cehdlerde hata payı bulunsa bile, indallah ecirden hali bulunmadığını zannediyor/ümid ediyoruz. İslamcıların “Batı’nın fennini, tekniğini alıp, ahlakını reddetme” şeklinde ifadelendirdikleri siyaset iktidarın Batıcıların eline geçmesi münasebetiyle tatbik imkanı bulamadı. Peki bir faraziyede bulunup, şöyle düşünelim: Şayed İslamcılar bu mücadeleden ğalib çıkıp da iktidarı elde etselerdi neler olurdu? Mezkur ‘kabul’ vücud bulma imkanına sahib olabilir miydi? Yani teknolojiyi, fenni alıp da kendine has bir ahlak ile şekillendirmek ne derece mümkin olabilirdi? Önce şunu ifade etmek gerekir, o zamanlar için ameli bir ciheti olan bu ‘ifade’lendirme, bugünki geldiğimiz noktada, bir cihetten ameli olmaktan ziyade nazaridir. Zira ortada bütün İslam Dünyası’na teşmil edilebilecek, siyasi bir kuvveti de arkasına alarak, İslam Medeniyeti’nin müessesevi teşekkülünü mümkin kılan bir vaziyet yoktur. Ancak ameli olan ciheti şudur ki, Batı’nın tuğyanının, müsrifliğinin, hevaperestliğinin istihsal ettiği teknoloji, arzda fesada sebeb olmuştur. Çevre kirliliği, ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, canlı türlerinin, ormanların yok olması, vahşi savaşlar bu ifsadın başlıca tezahürlerindendir ve bu tezahürler şimdilik yaşamak mecburiyetinde olduğumuz bir çerçevedir. Müslüman alimler İslami bir Medeniyet tatbikatında bu ifsadın nasıl izale edilmesi gerektiği meselesini çözmek mecburiyetindedirler. Zira ifsadın izalesinin yolunu, usulünü bulmak, hakikatte nasıl bir teknoloji sualinin cevabını teşkil edecektir. Binaenaleyh geçen asrın mezkur ‘ifadesi’ bugün teknolojinin alınıp alınmamasından ziyade, arzın hal-i hazır ifsadının nasıl izale edilmesi gerektiği ve İslam’ın buna cevabı şeklinde tasavvur olunmalıdır. Bugün iyice anlaşılmıştır ki teknoloji değerden bağımsız değildir. Çünki onu oluşturan ilim de bir değer üzerine inşa edilmekte. Teknolojik hâsıla, bir dünya görüşü, bir gaye ve bir hayat tarzına matuf olarak zuhur etmektedir. Buna binaen de teknoloji gittiği yere ahlakını da götürmektedir. Rasim Özdenören’in belirttiği gibi, eşya ve istimal maksadı ve kendi bünyesine mutabık bir çerçeve teşkil edilmeden ve muhkemleştirilmeden alınacak her teknoloji, onu icad edenin gayesini, ahlakını, hayat tarzını da beraberinde getirecek ve ona icbar edecektir. Bugün Batılı çağdaş dehrilik şeklinde ta’lim edilen Batılı tabiat ilimlerinin alınmasıyla, İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanların kadim ilmi mirasını alıp İslamileştirmeleri arasında muazzam farklar olduğunu düşünüyoruz. İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar kadim dünyanın ilmi, felsefi mirasını aldılar, tahlil, tasnif ve tasfiyeden sonra İslami tabiat ilimlerini vucuda getirdiler. Burada dikkatimizi çeken noktalar: Müslümanlar kadim dünyanın ilmi mirasını alırken, onu, bidayetinde nebevi bir ta’limden teselsülen gelen, İlahi bir risaletin içine beşerilik ile bir kısım esatirin ve batılın karıştığı bir miras şeklinde telakki ettiler. Yani Müslümanların inancı, her ilmin nebevi bir ta’lime dayalı aslının bulunduğu cihetindeydi. Daha da önemlisi, mihverini ve mihengini Tevhidin teşkil ettiği muhkem ve mustekar bir ilmi zihniyete sahibtiler. Buna binaen de, kadim ilmi mirası İslamileştirmekte çok zorlanmadılar. Bir diğer nokta, kadim ilmi miras Arabça’ya aktarılırken istihdam edilen ğayr-i Müslim mütercim ve ilim adamları da Müslümanların çizdiği çerçeveye sadık kaldılar. Kaldıki istihdam edilenlerin ekserisi, Süryanilerdi, ki Süryaniler Kur’an’ın “size sevgi bakımından en yakını” diye tavsif ettiği Nasraniler olmaya en yakın Nasrani mezhebiydi, onlar Müslümnların dilini anlamaktan çok uzak değillerdi. İşte mezkur ilmi muhitte yetişen Müslüman ilim adamı elde ettiği ilmi, İslami bir nazarla elde ediyor, İslami bir ilmi nazariye ortaya koyabiliyordu. Kelimenin hakiki ma’nasıyla Müslüman ilim adamı oluyordu. Bugün geldiğimiz noktada, Müslüman kimliğiyle tabiat ve insan ilimleriyle uğraşanların, efradını cami, ağyarını mani bir İslami ilimler çerçevesini çizebildiklerini söylemek zor görünüyor. Bunun sebebi, Müslümanların, Batılı tabiat ve insan ilimlerini hâlâ onların üniversitelerinde, onların çizdiği dünya görüşü çerçevesinde tahsil ediyor olmaları ve oralarda tahsilde bulunurken, tahsillerinin mevzuu hakkında İslami bir nazar ve tefekkürle mücehhez bulunmadan hazırlıksız gitmeleridir ekseriyetle. Batılı tabiat ve insan ilimlerinin mahiyetine dair sarih bir fikre sahib olmadan onu tahsil etmek talebeyi, tahsili neticesinde farkında olmadan, bir Batılı ilim adamından farksız düşünen biri haline getiriyor. Dolayısıyla da, Müslüman bir talebe tıb tahsilinde bulunuyor, ama İslami tıbdan habersiz, bir Batılının insana baktığı zaviyeden tahsilini tamamlıyor. Ortaya çıkan kimlik ise şöyle: Müslüman+doktor. Oysa matlub olan Müslüman doktor olmaktır. Bu sadece tıb alanında değil, mimari, mühendislik, eczacılık, siyaset, sosyoloji alanında böyledir. Tıb tüm ilimler içerisinde, doğrudan insanın zatına müteallik bir ilim olduğu için bu alanda ilmi sefaletimiz daha belirgin durmaktadır. Bugün ülkemizde Müslümanlardan yığınla doktor var, hastaneleri var. Ancak onlardan bugünkü Batı tıb zihniyetini aşarak, İslami bir tıb zihniyetiyle tedavide bulunan yok denecek kadar azdır. Bugün Batı’dan hikmet namına alacağımız bir şey yoktur, kanaatimce. Bunun en başlıca sebebi, Batı’nın İlahi olanla bağını kopartmasıdır. Rönesansdan beri Batı’nın yaptığı İlahi olan her şeye savaş açmak olmuştur. Hıristiyanlık batıllığına rağmen, İlahi-semavi bir asıl iddiasındayken, Protestan yorumları o kadar dünyevileştirmiştir ki, eşcinsel, lezbiyen rahip ve rahibelerin varlığı artık olağan kabul edilmeye başlanmıştır. (Bu misal, semavi asıl iddiasındaki bir dinin düştüğü vahim durumu göstermesi açısından gayet düşündürücüdür.) Bugün Batı’da felsefe diye takdim edilen diyalektik materyalizm, existansiyelizm, pozitivizm, evrimcilik vs. düşünceler, bizim kelamcıların “dehriyyun” dedikleri maddeci müşrik hezeyanlardan başkası değildir. Müslümanlar bunları bilmek zorundalar, ancak bizim onlardan alabileceğimiz bir hikmet parçası yoktur. Mezkur düşünceler Batı’nın ilim zihniyetinin doğurduğu felsefelerdir. Yani yeni durumda felsefe ilimi değil ilim felsefeyi doğurmuştur. Hakikati tecrübe edilebilir, dolayısıyla da doğrulanabilir olmakla, dolayısıyla da bir ma’nası olmakla tahdid eden, Kur’an’ın tabiriyle dünyanın zahirini aşamayan bir darlığa insanı mahkum eden bu zihniyetten hikmet sadır olabilir mi? Çözüm kendi ilim çerçevemizin yeniden ihyasında, çağdaş dünyanın anlayabileceği bir dille yeniden ifade etekten geçiyor. Kısaca bidayetteki Müslümalar, zaten İlahi bir asılla irtibatı bulunan kadim dünyanın mirasını kendilerine aid olanın tasfiye edilerek, İslam Ümmetinin hizmetine sunulması olarak görüyorlardı. Dehrilik olarak kabul edilen felsefi metinlerin tercüme edilmemesindeki sebeblerden biri budur. Kadim miras hiçbir şekilde İlahi olanı tamamen redde dayanmıyordu. Çağdaş Batı isa tüm hasılasını İlahi olan ne varsa inkar ve red üzerinden ortaya koydu. Bu durum, onun zihniyetini hikmet olabilir diye araştırmaya ihtiyaç bıraktırmıyor. Ancak Müslümanlar, onların ortaya koyduklarının daha güzelinin İslam Ümmetinde varlığının ortaya konulması, Müslümanların izzete ve özgüvenlerine kavuşmaları noktasından; Batı medeniyetinin çizdiği çerçevenin ve hedefin Müslümanları esaretten kurtaramayacağının anlaşılması zaviyesinden Batılı hasılayı bilmeye ihtiyacları var. Üzerinde uzunca durulması gereken diğer bir mevzu ise, Müslümanların inhitat ve inkıraz sebebleri arasında gösterilen “Müslümanların Batı tarzı tabiat ilimlerinde geri kalmaları, Batılı ilimlerin İslam ülkelerinde gelişmemesi” meselesidir. İslam medreselerinde İslami tabiat ilimlerinin bir dönemden sonra büyük ölçüde kaldırıldığı, Biruni, Harizmi, İbn Heysem, İbn Sina vs. parlak yıldızların bir daha İslami ilimler semasında tulu’ etmediği doğruysa da, mesele, Müslümanların tabiat ilimlerinden Batılılar gibi faydalanamamaları, İslami ilimlerin muazzam bir teknolojik hasıla intac etmemesi değil, İslami tabiat ilimlerin kendi mecrasında akarak, kendine mahsus ilmi çerçeveyi devam ettirememesi, İslami tabiat ilimlerin tahsilinin ve bu muvacehede tabiat araştırmalarının devam edememesi, inkıta’ya uğramasıdır. Zaten Batılı tarzda tabiat ilimleri tahsili ve onun neticesinde teknoloji ve üretim ilişkileri oluşturmak İslam Ümmetinin tabiatına ve idrakine aykırıdır. Bugünde Batı karşısında İslam Medeniyetinin yeniden dirilmesi, kendi vücud ve ma’na alemini yeniden inşa etmesiyle mümkün olacaktır. Batılıların tabiat ilimleri ve teknolojik çerçevesi, Batılı üretim mevzuları ve üretim ilişkileri ekseninde hareket etmeyi mübah addettikçe İslam Ümmetinin dirilişinin gecikmesi mukadderdir. Hikmet Akpur |