๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 19 Kasım 2010, 17:06:51



Konu Başlığı: Birlikten kudret doğar!
Gönderen: Sümeyye üzerinde 19 Kasım 2010, 17:06:51
Birlikten Kudret Doğar!


“Ey İnananlar! Allah'ın nişanelerine, hürmet edilen aya, hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rab'lerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dan menettiği için bir topluluğa olan kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın; iyilikte (‘birr’) ve takvada yardımlaşın, günah işlemek (ism) ve aşırı gitmekte (udvân) yardımlaşmayın. Allah'tan sakının. Kuşkusuz Allah'ın cezası şiddetlidir (el-Mâide 5/2).

 

Yukarıdaki ayet, dinin temel ahlâk ve hukuk ilkelerini açıklar. Ayetin nüzul sebebi şu şekildedir: Rivayete göre Hutam b. Hind el-Bekrî -daha sonra Benî Kays b. Seleme’den bir kişi- Hz. Peygamber’in huzuruna gelir ve kendisini bir kavmin temsilcisi olarak tanıtıp Peygamber’den İslam’ı öğrenmek ister. Hz. Peygamber ona İslam’ı anlatınca, Hutam bunların oldukça güç işler olduğunu, kavmine dönüp bunları anlatacağını, eğer kabul ederlerse kendisinin de bunları kabul edeceğini, kabul etmemeleri durumunda kendisinin de kavmi ile beraber olacağını ifade eder. Kavmine dönerken Medine meralarında yayılan develeri de sürüp götürür ve ertesi yıl Yemame’den bir hac kervanı ile beraber hac amacıyla Mekke’ye doğru yola koyulur. Yanında, kurban etmek için getirdiği boyunları gerdanlıklarla süslenmiş, bir yıl önce Medine’den çaldığı develer de vardır. Müslümanlar bu kervanı vurmak için Peygamber’den izin istemişler, ancak Hz. Peygamber, develere gerdanlıklar takıldığını söyleyerek onları engellemiştir. Ayet bu olayla ilgili olarak inmiştir.1 Rivayetten anlaşılan odur ki, Hz. Peygamber hem bir dini sembol içerdiği için, hem de ticari bir maksada hizmet ettiği için söz konusu kervanın vurulmasını istememiştir. Malum olduğu üzere haram aylar da Hz. Peygamber’in koruduğu bir cahiliye âdeti idi ve barışı gündemde tutmanın önemli bir aracı olarak o dönemde işlev görmüştü. Savaşın nerdeyse bir alın yazısı olduğu Arap toplumunda gösterilen bu hassasiyet, ‘silm/barış’ın ta kendisi olan İslam’ın Hz. Peygamber tarafından algılatılma biçimiydi aslında. Yukarıdaki nüzul sebebi ayet için nakledilmiş olsa da ayetteki muhtevayı nüzul sebebinden bağımsız olarak düşünecek olursak, çok daha geniş bir anlam alanına sahip olduğunu görürüz.2 Nitekim makalenin temel amacı ayetin bu mesajlarını ortaya koymaya çalışmaktır.

Ayette yer alan ‘birr’ ve ‘takva’ ifadelerinin hangi anlamlara geldiği müfessirlerce tartışılmıştır. Rağıb’a göre ‘birr’, bahrin karşıtı olan ‘berr (kara)’ anlamında olup bu kökünden mülhem, sınırsız/uçsuz-bucaksız iyilik ve hayırdır. Bu açıdan bakıldığında kimi zaman Allah’a nispet edilir ki O, sınırsız hayrın kaynağıdır (et-Tûr 52/28). Bazen de ‘birr’, kula nispet edilir ki, o da bolca tâât ü ibâdât anlamına gelir. ‘Birr’de esas olan, Allah’tan sevap, kuldan itaattir.3 İbn Abbâs ve Ebu’l-Âliye’den nakledilen haberlere göreyse ‘birr’ Allah Teala tarafından emredilen hususları yapmayı, takva ise nehyedilenlerden kaçınmayı anlatır.5 Sehl’e göre ‘birr’ İslam, ‘takva’ ise Sünnet’tir.4 Kimilerine göre de ‘birr’ ve ‘takva’ aynı şey olup ayrı ayrı zikredilmeleri konunun ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.6 Zemahşerî’ye göre ‘birr’ ve ‘takva’ için muhtelif örnekler zikretmek ayetin muktezasına uygun değildir. Önemli olan her tür ‘birr’ ve ‘takva’ örneğinin emredilmiş olması, her tür ‘ism’ ve ‘udvân’ örneğinin nehyedilmiş olmasıdır.7

Bir hadiste ise ‘birr’, kalbin ve nefsin kendisiyle huzur bulduğu her tür fikir ve davranışı gösterir. Vicdanın tedirgin olduğu her türlü düşünce ve eylem ise Hz. Peygamber tarafından ‘ism’ olarak nitelendirilmiştir. Hatta zahire bakarak hüküm veren müftüler farklı şeyler söyleseler dahi bir olgunun ‘birr’ ya da ‘ism’ kategorisinde değerlendirilebilmesi için kişinin kendi vicdanına müracaat etmesi salık verilmiştir. Bununla birlikte hadislerdeki bu ifadelerden hareketle ‘birr’ ve ‘takva’ tanımlaması yapmak doğru değildir; çünkü Hz. Peygamber’in bu ifadeleri, soru soran kimsenin ruh haline ve ihtiyacına göre değişebilmekteydi. Dolayısıyla ‘birr’ dendiğinde, Kuran’ın diğer ayetlerindeki ifadeleri göz önünde bulundurmak gerekir.8

Tüm bu tanımlamalardan sonra şunu söylemek mümkündür: ‘Birr’ iman, ahlâk, âdâb ve amel adına hangi güzellik varsa onu kapsar. Bu güzellikler üzerinde yardımlaşmak, bunun aksi durumlardan uzak kalmak, Kuran’da toplumsal hidayetin rükünlerinden bir cüzdür. Bu güzellikler yapılıp çirkinliklerden uzak kalındığında, birey ve toplum bazında dinî-dünyevî maslahat elde edilmiş olur.9 Kısaca, dinî ve ahlâkî bir terim olarak, iman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk ve günahsızlık ‘birr’ demektir.10

Ayet-i kerimede evvela ‘birr’in, ardından ‘takva’nın zikredilmesi de boşuna değildir. Maverdî’ye göre takvada Allah’ın rızası varken ‘birr’de insanların rızası söz konusudur. Her iki rızayı da bir araya getirmiş olanlar, hem gerçek mutluluğa, hem de engin nimetlere nail olurlar.11 Bir başka ayette ise bu sefer ifadeler yer değiştirmekte ve sanki dilin bütün imkânları kullanılarak insanlık, ‘bir’ ve ‘takva’ya el birliğiyle koşmaya, ‘ism’ ve ‘udvân’a el birliğiyle karşı koymaya çağrılmaktadır: “Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacağınız zaman günahı (ism), düşmanlığı (udvân) ve Peygamber'e karşı gelmeyi fısıldamayın. İyilik (birr) ve takvâyı konuşun. Huzuruna toplanacağınız Allah'tan korkun (el-Mücadele 58/9)!” Bu açıdan bakıldığında ‘birr’in belki de en detaylı tarifi, Bakara 177. ayette anlatılmıştır: “İyilik (birr), yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!”

Bahse konu olan Mâide ayetinde, üzerinde yardımlaşılmaması gereken hususlar olarak zikredilen ‘ism’ ve ‘udvân’ ifadeleri de alimlerce muhtelif şekillerde anlaşılmıştır. Örneğin, Taberî’ye göre ‘ism’, Allah’ın yapılmasını emrettiği şeyleri terk etmek; ‘udvân’ ise Allah’ın dinde belirlediği sınırlar ya da müminler hakkında emir buyurduğu konularda haddi aşmaktır.12 Yukarıdaki görüşlere paralel olarak bazı alimler de ‘ism’i ma’siyet, ‘udvân’ ise bid’at olarak tanımlar.13 Öyle anlaşılıyor ki, ayetin ilk kısmı her tür erdemli niyet, söz ve ameli anlatırken ikinci bölüm, her tür erdemsiz niyet, söz ve ameli ifade etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber bu ayeti tefsirinde ‘birr’i güzel ahlak, ‘ism’i ise kişide var olup da başkalarının muttali olmasından hoşlanmadığı hususlar olarak açıklar.14

Bazı müfessirler, ayetin sonundaki ‘وَاتَّقُوا اللَّهَ: Allah’tan sakının’ ifadesinin Müslümanlar için olduğunu düşünerek uhrevî bir tehdit içerdiğini söylemiştir.15 Mücahid’e göre ‘cahiliyeye dönme niyeti taşıyan herhangi bir grup bunu isterse’ diye, ayet tedbiren nazil olmuştur.16 Doğrusu bu durum ayetin ilk kısmındaki ‘Ey iman edenler’ ifadesiyle de uygunluk arz eder; ancak daha geniş düşünüldüğünde, Kuran’ın bütün bir insanlığa bu yolda bir çağrı yaptığı da söylenebilir. Nitekim Ahfeş’e göre ayetin son kısmı, evvelinden bağımsız olarak düşünülür ve sadece Müslümanlara değil, bütün bir insanlığa, ‘birr’ ve ‘takva’da yardımlaşma çağrısında bulunulur.17 Abduh’a göre de bu kısım hem dünyevî, hem de uhrevî bir tehdidi içermektedir. Nitekim daha dünyada iken helake uğramış kavimlere gelen azap da benzer ifadelerle tasvir edilmiştir (Hûd 11/102).18 Mutlak bir ifade ile söylenen; “Bir hayra delalet eden onu işlemiş gibidir” hadisinden de bu anlaşılabilir. Bikâî de sanki bu tevcihi doğrular gibi ayeti, “içinizden haddi aşanlar olursa onları engellemek için yardımlaşın, böyle bir durum yoksa hayrı daim ve ziyade kılmak için yardımlaşın” şeklinde de anlamlandırır.19 Hepsi bir tarafa, Kuran ayetlerinin evrensel mesajlar içeriyor olması göz önüne alındığında, ayetlerdeki tüm ifadelerin, bütün insanlığa hitap ediyor olması daha manidardır. Bu arada tehdit ifadesinin olduğu kısımda Allah lafzının işareten değil de sarahaten zikredilmesi, tehdidin boyutunun ne kadar büyük olduğunu göstermektedir.20

Teavün, yalnızca haksızlığa uğrayana müdahale etmeyi içermez; aynı zamanda haksızlık yapana da müdahale etmeyi gerektirir ki, bu da Müslümanların teavünü bağlamında değerlendirilir. Güvenilir kaynakların bildirdiğine göre Hz. Peygamber; “Zalim ya da mazlum olsun fark etmez, kardeşine yardım et!” buyurmuştur. Ashab; “Ya Resulallah! Mazluma yardım etmeyi anladık da, zalime niçin yardım edelim?” diye sorunca, şu anlamlı cevabı vermiştir: “Onu bu zulümden alıkorsun ya, işte bu da ona yardımdır.”21 Dolayısıyla Müslümanca bir duruş, kendi köşesine çekilip tepkisiz kalmak, etliye sütlüye karışmamak, kendisine dokunmayan yılanları görmezden gelmek suretiyle sergilenemez. Mazluma el uzatmak ne kadar değerli ve de önemliyse, zalime el uzatıp ona doğruyu ve adaleti göstermek de o kadar değerli ve önemlidir. Mağdur durumdaki ülkeler Müslümanların yardımına muhtaç olduğu gibi zalim olan ülkeler de Müslümanların rehberliğine muhtaçtır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, zalimin zulmüne yardımcı olmaktan uzak durmaktır. Zalim sultan karşısında susmayı zül addeden Hz. Peygamber; susmak bir yana, bir de onun zulmüne rıza gösterenlere ya da bir şekilde yardım edenlere çok ağır tehditler içeren sözler söylemiştir. İbn Kesîr’in Taberânî’den rivayet ettiği bir hadiste (senedindeki ravilerden İshak b. İbrahim’i zayıf olarak niteler İbn Kesîr), Hz. Peygamber; “Kim zalim olduğunu bile bile yardım etmek maksadıyla bir zalime yoldaşlık ederse, kuşkusuz İslam’dan çıkmış olur.” buyurmaktadır.22 Zalim da olsa bir Müslüman’ı zulmünden alı koymak Müslümanca bir tavır iken zalimin zulmüne ses çıkarmamak ya da zulmünün devamına imkân sağlamak, kişiyi din dairesinden dahi çıkarabilir.

Hadis insanın aklına yol ve yoldaşlık metaforunu getirmektedir. Gerçekten de insan sürekli bir yolculuk halindedir. Yolculuk yalnız yapıldığında tehlikelerinden emin olunmaz. O halde her yolculuk, bir yoldaşın sohbetine ve dostluğuna ihtiyaç duyar. Yol yoldaşları, zamanla din yoldaşları da olurlar. Mademki insan yoldaşının mezhebince gider, o zaman mezhebine uyacağımız yoldaşlar bulmak boynumuzun borcudur. Demek ki bir yol seçilmeli ve o yolda geçireceğimiz yolculukta yüreğimize esenlikler veren yoldaşlar bulmalıyız. Müşterek hareket etmenin önemi tam da burada kendisini gösterir. Müslümanlar hedeflerine koşarken tökezlemeyecek yarenlerle müşterek faaliyetler içine girmelidir. Tabiaten sosyal bir varlık olan insan, dünyevî ve uhrevî hedeflerini gerçekleştirmek için mutlak surette başka insanların yardımına başvurmalıdır. Hz. Peygamber’in Mekke toplumunda gür sesiyle mesajını haykırması, ancak ortak hareket edeceği bir topluluğa sahip olmasının ardından imkan sahasına çıkmıştı. Bundan olsa gerek Hz. Peygamber, toplum içerisinde belirli bir sosyal mevkie sahip insanlara ‘göz koymuştu’. İki Ömer üzerinde uzunca bir süre çalışmış, Allah’ın lütfu ile Hattab’ın oğlu Ömer’i kazanmıştı. Hayatta bir yolculuk var olduğuna göre, yoldaşlar seçmek zorunda oluşumuz hatırdan çıkarılmamalı. Ayette işteş bir fiil kullanılarak ‘yardımlaşın’ denmesi de sosyalliğin bu vazgeçilmez öneminden kaynaklanmaktadır.

İnsan sürekli olarak bir yolda ise ve yine insan sürekli olarak sosyal bir çevrede olmak zorunda ise o zaman topluma küserek hiçbir şeyin halledilemeyeceğini söyleyebiliriz. Marjinalleşip toplum dışına çıkan insanlar, dışarıdan müdahalelerle topluma rehberlik edemeyecekleri gibi dinî anlamda bir ıslaha da muktedir olamazlar. Şimdi ve burada oluşumuzun gereği, şimdi ve burada olan başka insanlarla bir arada yaşayarak değişime öncülük etmemizdir. Bu sebeple İslam ruhbanca bir hayatın her tür erdemini (!) elinin tersiyle iter. Müsned ya da merfû olarak rivayet edilen bir haberde buyurulduğu gibi; “İnsanların içine karışıp da karşılaştığı eza ve eziyetlere sabırla mukavemet eden bir mümin, insanlar içine karışmamak suretiyle onların eziyetlerinden de uzak kalan bir müminden daha hayırlıdır.”23 Dağ başında dervişlik yapmak kolay olsa da, şehirde derviş kalabilmek gerçek erdemdir; çünkü müminden dinini sadece kendi sığ dünyasında yaşaması değil, etrafında temsil etmesi de beklenir. Bu da ancak sosyal ortamlarda söz konusu olabilir. Böyle bir mümin, temsil ettiği her hayırdan dolayı kıyamete kadar me’curdur. Hatta aynı fiili işleyen herkesin sevabından mümine de bir sevap yazılır ve iki gurubun sevabında herhangi bir eksilme söz konusu olmaz. Ancak unutulmamalıdır ki, bu kadar büyük bir ecrin elde edilmesi, aksi bir durumda bu sefer günah hanesine ilavelerde bulunulacağı24 riskini göz önünde tutmakla mümkündür.

Dikkat edilirse ayette öncelikle ‘birr’ ve ‘takva’da yardımlaşmaya teşvik edilmiş, daha sonra ‘ism’ ve ‘udvân’da yardımlaşmak yasaklanmıştır. Ayette emrin önce, nehyin sonra gelmesi hem söze olumlu bir cümleyle başlamanın güzelliğini göstermektedir, hem de nehyin esas maksadının emredilen hususu gerçekleştirmek olduğunu ifade etmektedir.25 Bikâî’ye göre ayetin ilk kısmında takvanın ‘birr’den sonra gelmesi, ‘birr’in devamı için gerekli olan Allah korkusunu hatırlatma amacına matuftur.26 Demek ki yalnızca kötülükleri engellemek için yardımlaşmak yetmez, aynı zamanda güzellikleri yaşatmak için de yardımlaşmak gerekir. Yaşatılmayan güzellikler bir gün çirkinlikler olarak hayatımıza dönebilir. Örneğin, âlim ilminden faydalandırırken elbette yalnızca Allah rızasını gözetir, ancak muhatap kitle ilim adamına ya da ilme değer vermediğinde, zamanla motivasyonlar azalır, ulemada, ilmi başkalarına ulaştırma isteği yok olabilir. Zenginler kuşkusuz sevabını yalnızca Allah’tan bekleyerek yardım ederler, ancak toplum Müslüman zengine gereken iltifatta bulunmazsa, yardım etme duyguları zamanla ortadan kaybolabilir. Bu kayıplarda mükellefiyetinin gereğini yerine getirmeyen âlim ya da zenginin suçu olduğu kadar, onlara gereken ilgiyi gösteren toplumun da suçu vardır. Bir zamanlar toplumumuzda Kuran hafızlarının ve ilim tahsil eden talebelerin toplum nezdinde ciddi bir itibarı var idi. Mescitlerde güzel sesleriyle Kuran okuyan ya da örnek ahlakıyla toplumda yer edinen âlimler, itibar görmekteydiler. Bugün aynı itibarı onlardan esirgediğimiz bir hakikat değil midir? O zaman insanların Kuran’a yönelmelerinin yakın ve görünür meyvelerini vermemekle, Kuran taliplerinin sayısının azalmasına katkıda bulunmuş olmuyor muyuz? Camiye gelene bir çocuğun başını okşayıp cebine harçlık koymak, bir gencin gönlünü alıcı güzel sözler söylemek çok mu ağır geliyor bize? Güzellikler bir bir terk edip gitmekte ise bizleri, kusur biraz da bizde sanırım. Marifet iltifata tabi ve müşterisiz meta zayi iken, insanımızdan bir güler yüzü ve bir çift güzel sözü esirgemeyelim.

Kuran’da anlatıldığı şekliyle ‘birr’, öncelikle bireysel bir davranışı anlatır. Nitekim Yahudi din bilginlerinin, insanlara ‘birr’i emrettikleri halde kendilerinin buna uymaması, açık bir dille eleştirilir: “(Ey bilginler!) Sizler Kitap'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz (el-Bakara 2/44)?” ayeti, dini ilimlerde derinleşmiş ulemanın kendi sorumluluğundan sıyrılmasının ayıbına işaret eder. Ayrıca bilmek, kişiyi sorumluluktan kurtarmak şöyle dursun, belki çok daha fazla sorumluluk yükler. Öte yandan insan hayatı, din açısından bakıldığında, kompartımanlara bölünerek yaşanan biyonik bir süreçten ibaret değildir. Aksine hayatın her alanı dinin ilgi sahasına girer ve bu sahada sözler kadar özler de önemlidir. ‘Sözde değil; özde, sözde ve amelde Müslüman olabilmek’ kalbin, dilin ve amelin birlikte mesai yaptığı bir süreçle mümkündür.

 Bireysel anlamda özde, sözde ve amelde sağlanan bu birlikten sonra sıra, özde, sözde ve amelde inancın lezzetini tatmış toplumlar inşa etmeye gelir. Sosyal anlamda tezahürleri olmayan ya da sosyal alandan beklentileri olmayan bir din düşünülemeyeceğinden, İslam’ın toplum nezdindeki kabulü ve uygulaması da bizim için özel önem arz eder. “Şüphesiz yardımlaşma ve dayanışma sosyal hayatın bir gereğidir. Ancak bu yardımlaşma hukuk ve ahlâk kurallarına, insanlığın İslamiyetçe de benimsenen ortak değerlerine de aykırı olmamalıdır.”27 O sebeple Kuran teavünü emrederken nasıl olması gerektiğini de belirtmiş, teavünden nehyederken de hangi konularda dikkatli olunması gerektiğini ifade etmiş, Hz. Peygamber’in şahsında tüm bu emir ve yasakların pratik örneklerini sunmuştur.

Ayetten anlaşılan bir başka husus da şudur: Müslümanların bir başkasında kötülük görmüş olmaları (umre amacıyla gitmiş olmalarına rağmen Mekkelilerin onları engellemesi gibi), onların da kötülük yapmalarını gerektirmez; çünkü saygısızlık ve adaletsizlik tabiatı icabı kötü, adalet ve hukuka saygı ise tabiatı icabı güzeldir. Kötülüğe misli ile mukabelede bulunmak da vardır (eş-Şûrâ 42/40-42);28 ancak gerçek erdemlilik, gerektiğinde bu noktada bile bağışlayıcı olabilmektir. ‘Birr’ ve ‘takva’ üzerine yardımlaşmayı affedicilik ve görmezden gelmek, şeklinde anlayan bazı müfessirlerin de tespit ettiği gibi,29 kötülükle mukabele edene dahi iyilikle mukabele edilebileceğini göstermiş olmak, bir dinin mükemmelliği için yeter sebeptir.

Ayet Müslümanlara öfke ve nefretin de yalnızca ‘birr’ ve ‘takva’yı temin ettiğinde güzel olduğunu anlatır.30 ‘Birr’ ve ‘takva’yı tesis etme hedefine yönelmeyen her teşebbüs, kişisel çıkarlara ya da salt dünyevî menfaatlere hizmet eder. Oysa namazımız, diğer ibadetlerimiz, hayatımız ve ölümümüz yalnızca, âlemlerin rabbi Allah için olduğunda değerlidir.

Ayette mutlak anlamında bir teavünden bahsedilmiş olması, özelde müminlerin, genelde bütün insanlığın İslam nazarındaki ortak paydasına da işaret eder. Etnik kimlikler ya da coğrafî aidiyetler, hayrın ortaya çıkarılmasında herhangi bir değeri haiz olan unsurlar sayılamaz. Hangi etnik kimliğe ya da hangi coğrafyaya mensup olursa olsun, insanî payda, insanların hayırda buluşabilmesidir. Aslına bakılırsa, insanî bir bilince kavuşamamış bir Müslüman, şeklen şu ya da bu yöne dönüyor olmakla gerçek ‘birr’i elde etmiş de olmaz.31 Aslında İslam’ın bir millet değil ümmet olmayı hedeflemesi de manevî bir fonksiyon üstlenmeye talip olmasıyla yakından ilgilidir.

Ayet bize ilk İslam toplumunun muazzam birlikteliğini de anlatmaktadır. Malum olduğu üzere İslam toplumu ilk zamanlar yeknesak bir toplum idi ve bugünkü toplumların sahip oldukları muhtelif düzenler ya da toplumsal ahitlerden bîhaberdi. Buna rağmen onların Allah ile olan ahitleri, başka hiçbir şeye ihtiyaç bırakmayacak şekilde onlara kâfi gelmekteydi. Toplumsal hayır adına her ne varsa, herhangi bir kurum olmaksızın, Müslümanlar o ihtiyacı gideriyordu. Ancak ne zaman ki sonradan gelenler bu ahitlere sadık kalmadılar, işte o andan itibaren iyilik üzere yardımlaşma prensibi ancak çeşitli müesseselerin var olmasıyla hayat bulabildi. Günümüzde de bu tür hayır işleri için mutlaka çeşitli organizasyonlara ihtiyaç duyulmaktadır. Mademki hayır üzere yardımlaşmak her Müslüman’ın üzerine bir borçtur ve mademki bugün bu borcu ödemek için organizasyonlar kurmak bir zorunluluktur; o halde Müslümanların ‘birr’ ve ‘takva’ amacını hedefleyen organizasyonlar kurmaları bir zorunluluktur; çünkü vacibin vukuu için vazgeçilmez olan her vasıta vaciptir. Abduh’un da dediği gibi, her ne kadar tefsir kitapları Mâide ayetinin tefsirinde bu tür yorumlarda bulunmamışlarsa da dinî hamiyete sahip Müslümanların bu hususa ciddiyetle yaklaşmaları gerekir. Nitekim Abduh’un bunu bizzat yaptığını Menar’daki şu satırlardan anlarız: “Allah’ım! Kendisiyle senin razı olduğun ‘birr’ ve ‘takva’ faaliyetlerinin deruhte edileceği, Müslümanların din ve dünya işlerinin yoluna koyulacağı bir cemiyetin (Davet ve İrşat Cemiyeti) teşkili için gayret sarf ettiğimizi biliyorsun. Allah’ım! Bu cemiyete destek verenleri Sen de destekle, yardım edenlere Sen de yardımcı ol! Engellemeye çalışanları Sen rüsva eyle! Şüphesiz Sen azizsin, kâdirsin. Kavîsin, kahhârsın. Kalplerde olanları ayrıntılarıyla bilensin.”32 Kim bilir, belki de Abduh, İbn Huveyzimendâd’ın söylediklerine kulak verseydi, müfessirleri bu şekilde itham etmezdi. İbn Huveyzimendâd, ‘birr’ ve ‘takva’ üzerine yardımlaşmanın tek boyutlu düşünülemeyeceğini, birçok yolla bunu temin etmenin mümkün olduğunu ifade eder. Örneğin, âlim ilmiyle katkıda bulunur, zengin malıyla arka çıkar, cesur olan kimse Allah yolunda şecaat göstermekle teavünü sağlamış olur. Elhasıl umum Müslümanlar, bir tek el gibi olup sırt sırta vermekle yardımlaşmayı gerçekleştirmiş olurlar.33 Dolayısıyla bugünün gereklerine uygun olarak elbette iş bölümü yapmak, hareketlerimizi tasnife tabi tutmak ve önceliklerimizle sonralıklarımızı tespit etmek bu ayetin mazmunu içerisindedir.

 ‘Birr’ ve ‘takva’da yardımlaşmak, fedakâr olmayı da gerektirir. Vermesini bilmeyenler, yaşadıklarının onlara sağlayacağı huzur ve mutluluğu elde edemezler. Bir anne evladını çok sever, bu sevgisinin bir gereği olarak da ona olağanüstü emek sarf eder. Çocuk da annesini çok sever; çünkü kendisine en çok emek harcayan odur. O halde sevmek vermeyi gerektirdiği gibi, vermek de sevgiyi kazandırır. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe ‘birr’e eremezsiniz, maamafih her ne infak eylerseniz şüphesiz Allah onu da bilir (Âl-i İmrân 3/92).” ayetinin mazmununca, dünya ve ahiret saadetinin temelinde sevginin olduğunu, sevginin de ancak fedakârlıklara hayat bulacağını bilir. O halde verme kültürünü öğrenmek ve öğretmek, el birliği ile bu kültürü yaşatmak, Kuran’ın istediği ‘birr’in diğer bir unsurudur.

Sünnet’in rehberlik ettiği bir dinî hayatı yaşamak ve yaşatmak, bid’atlerin eşlik ettiği bir dinî hayatı ise yok etmek için de teavün gerekir. Elbette ki Müslümanlar, bid’at de dâhil her türlü kötülüğe bireysel anlamda tepki göstermelidirler; ancak şurası açıktır ki, kolektif bir çabaya dönüşmemiş mücadeleler ya beklenen etkiyi gösterememektedir ya da etkileri çok kısa süreli olmaktadır. Örneğin, toplumumuzda şahit olduğumuz birçok bid’at ve hurafe, kolektif çabalarla mücadele edilmediğinden dal budak sararak gelişmeye devam etmektedir. En basitinden türbelerde başını alıp gitmiş olan gizli şirk örneği sayılabilecek uygulamalar, birkaç kişinin bireysel mücadelesi ile ortadan kaldırılamayacak kadar kökleşmiş durumdadır. Dinin sahih kaynaklar ışığında resmi yollarla topluma sunulmaması, bid’at ve hurafe konusunda son derece bilgisiz bir toplum oluşmasına yol açmıştır. Şu an itibarıyla sivil organizasyonların da henüz bu konularda gerekenleri yapmamış olması, hatta çoğu zaman bu tür kuruluşların söz konusu bid’at ve hurafeleri kökleştiren uygulamaları, ‘birr’ ve ‘takva’ üzerine yardımlaşma olgusunun hayati derecedeki önemine işaret eder.

Ayet bu vb. içerikleriyle İslam dünyasının yeniden el ele verme vaktinin geldiğini ilham etmektedir. Her cemaat ve topluluk, öncelikle kendi küçük dünyalarını daha büyük dünyalarda buluşturacak oluşumlara gitmeli, daha sonra dünya çapında bir teavünün kapılarını zorlamalıdır. Bütün unsurlarıyla Doğu üzerindeki tahakküm kurmuş olan Batı’nın, saklamaya lüzum görmediği bir açıklıkla şöyle haykırdığını duymayan kalmamıştır: Müslüman olabilirsiniz; ama muktedir, asla! Oysa Yüce Yaratıcı Kuran’da; “Allaha ve Resulüne itaatten ayrılmayın! Birbirinizle nizaa da düşmeyin, aksi takdirde içinize korku düşer de devletiniz elden gider… Hem sabırlı olun; çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (el-Enfâl 8/46).” buyurmaktadır. İslam dünyası kendisine biçilen bu donu giymeye razı olup da devletini mi yitirecektir, yoksa kendi donunu kendisi biçerek devletine ve kudretine mi kavuşacaktır, bilemiyoruz; ancak yukarıdan beri söylenen her sözün mazmunu bize şunu gösteriyor ki: BİRLİKTEN KUDRET DOĞAR!


 1 Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân (nşr. Ahmed Muhammed Şakir), I-XXIV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2000, IX, 472, 473.

2 Muhammed Esed, Kuran Mesajı (tr. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk), İşaret, İstanbul, s.183.

3 Rağıb el-Isfehânî, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, Kahraman, İstanbul, 1986, s. 53.

4 Taberî, Câmiu’l-Beyân, IX, 491.

5 Ebu Hayyân el-Endelüsî, Tefsîru’l-Bahri’l-Muhît, Mektebetü’ş-Şâmile, 2.09 versiyon, IV, 352; el-Hüseyn b. Mes’ûd el-Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl (nşr. Muhammed Abdullah en-Nemr-Osman Cumua-Süleyman Müslim), I-VIII, Dâru Tıybe li’n-Neşr ve’t-Tevzî’, 1997, II, 9.

6 Ebu Hayyân, Tefsîru’l-Bahri’l-Muhît , IV, 352.

7 Ebu’l-Kâsım Mahmud b. Ömer Carullah ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki Gavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl, I-VII, Mektebetü’ş-Şâmile, 2.09 versiyon, I, 499.

8 Reşid Rıza, el-Menâr, I-XII, Matbaatu’l-Kahire, Kahire, 1380H., VI, 130.

9 Reşid Rıza, el-Menâr, VI, 131.

10 Komisyon, Kuran Yolu, I-V, DİB, Ankara, 2006, I, 116.

11 Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, Mektebetü’ş-Şâmile, 2.09 versiyon, VI, 46.

12 Taberî, Câmiu’l-Beyân, IX, 490.

13 Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, II, 9.

14 Müslim, “Birr”, 14, 15.

15 Taberî, Câmiu’l-Beyân, IX, 491.

16 Ebu Hayyân, Tefsîru’l-Bahri’l-Muhît, IV, 352.

17 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VI, 46.

18 Reşid Rıza, el-Menâr, VI, 132.

19 İbrahim b. Hasen b. Ömer el-Bikâî, Nazmu’d-Dürer fî Tenâsübi’l-Âyât ve’s-Süver, I-X, Mektebetü’ş-Şâmile, 2.09 versiyon, II, 329.

20 Muhammed b. Muhammed b. Mustafa el-İmâdî Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezaya’l-Kitâbi’l-Kerîm, I-VII, Mektebetü’ş-Şâmile, 2.09 versiyon, II, 200.

21 Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (nşr. Sami Muhammed b. Seleme), I-VIII, Dâru Tıybe li’n-Neşr ve’t-Tevzî’, 1999, II, 13.

22 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, II, 14.

23 İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, II, 13.

24 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VI, 46.

25 Ebu’s-Suûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, II, 200.

26 Bikâî, Nazmu’d-Dürer, II, 329.

27 Komisyon, Kuran Yolu, II, 208.

28 M. Zeki Duman, Beyanu’l-Hak, I-III, Fecr, Ankara, 2006, III, 503.

29 Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 499; Şihabuddîn Mahmud b. Abdullah el-Hüseynî el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, I-XXIII, Mektebetü’ş-Şâmile, 2.09 versiyon, IV, 370.

30 Bikâî, Nazmu’d-Dürer, II, 329.

31 el-Bakara 2/177.

32 Reşid Rıza, el-Menâr, VI, 131.

33 Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, VI, 46.



 Doç. Dr. Fethi Ahmet Polat