๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 17:05:00



Konu Başlığı: Birey olarak müslüman
Gönderen: Sümeyye üzerinde 30 Kasım 2010, 17:05:00
Birey Olarak “Müslüman” Yoksa Eğer,

Gerçek “Müslümanlık"tan Da Söz Edilemez


İnsanın, insanlığın atası Âdem âleyhisselâmın yaratılış sürecini hatırladığımızda üç noktanın dikkatimizi çektiğini görürüz:

Bunlardan ilki, onun “Yeryüzü için halife kılınmış” bulunması..

İkincisi, kendisine “eşyanın isimlerinin öğretilmiş” olması..

Üçüncüsü ise, meleklerin secdesine karşın, İblis’in ona secdeden kaçınması olayıdır.

Bunlara bir de, belki, “ruh üflenmesi” gerçeğini eklemek gerekir; Yüce Allah’ın “ruhumdan” diye nitelediği “ruh”..

 

Bunların hepsi bir arada bize Atamız Âdem âleyhisselâmın ya da “insan” diye adlandırılan yaratığın fotoğrafını verir. Eksiksiz bir fotoğraf.. Melekler tarafından dile getirilen “Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?” cümlesi insana ilişkin ifsat ve kan dökücülük gibi iki özelliğin varlığını daha düşündürüyor olsa da, bu ifade üzerine Yüce Allah’ın “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim..” buyurması bu özelliklerin “temel” nitelikte olmadığı, belki arızî bir tutum olarak görülmesi gerektiği açılımına elverdiği için, biz, andığımız noktaların “insan” için yeterli bir fotoğraf olduğu görüşündeyiz.

 

Bu görüntüde temel nokta insanın “Yeryüzü halifesi” olduğu gerçeğidir. Gerek “eşyanın isimlerinin öğretilmesi” ve gerekse “ruh üflenmesi” halifelik işlevinin gerçekleştirilmesini sağlayıcı enstrümanlar/aletler mahiyetindedir. Dahası, esas olan “eşyanın bilgisidir” de, “ruh” bu bilginin hayata geçirilmesi, halifelik gereklerinin yerine getirilmesi için verilen bir yetki, yapılan bir yetkilendirmedir.

 

Yüce Allah’ın “ruh” hakkındaki bilgilendirmesinde “Sana ‘ruh’tan soruyorlar; de ki, o,  Allah’ın emrindendir.” buyururken, “ruh”u “emr” olarak nitelemesi de, gerçekten, bu “yetkilendirme”yi görebileceğimiz bir haberdir.

 

Burada bir “ara söz” açacak, konumuza ondan sonra devam edeceğiz:

 

İçinde tasavvuf kollarının da yer aldığı “Vahdet-i Vücut” temelli Mistik/Sırrî inançlardaki Geleneğe göre,  insan için “esas” olan Kur’an-ı Kerim’de haber verilenden daha farklı anlamlar yüklenmiş olan “ruh”tur. Tanrı ile ilişkiler, tanrısal buyruklar ve tanrılaşma süreci bu “ruh” anlayışı üzerine kuruludur. Bu anlayış bağlamında “ruh” çeşitli yöntemlerle arındırılıp, yüceltilmek suretiyle “Marifet”e erişir ve Marifet yoluyla edindiği bilgilerle de “Tanrı’da yok olmak suretiyle Tanrı’yla var olur”. “Fena fillâh, beka billâh” diye andıkları süreç…

 

Resuller tarafından tebliğ edilen dinlerdeki inançlarda ise, esas olan, Yüce Allah tarafından “Vahiy” yoluyla iletilmiş bulunan “haber” bağlamındaki “bilgi”dir. İnsanlar bu “bilgi”yi yaşamlarına taşıyarak kurtuluşa erişirler.

 

Ruh bağlantılı Marifet değil, “bilgi” bağlamlı “Vahiy” diyebiliriz biz buna…

 

İnsan için esas olanın “ruh” değil de “bilgi” olduğu, “ruh”un bu “bilgi”yi hayata geçirmede bir yetki olarak alınması gerektiği konusuna açıklık getirmek üzere dile getirdiğimiz bu “ara söz”ü burada sonlandırarak konumuza geçebiliriz.

 

İmdi, bu değinilerimizle “Yeryüzünde halife” olsun diye yaratılmış insan, bu insanın halifelik gereklerini yerine getirebilmesi için ihtiyaç duyacağı konularla ilgili bilgilere sahip kılınması ve bu bilgilerin uygulamaya konulmasının gereği olarak “yetki” ile donatılmışlığı olguları yerli yerine oturmuş bulunduğuna göre, fotoğrafta yer alan İblis’in secdeden kaçınması olayına geçebiliriz.

 

Olaya ilk baktığımızda görünen şudur. Melekler secde ederken, İblis bundan kaçınmıştır.

 

Evet; Yeryüzü için “halife” yaratılması haberini öğrendiklerinde Yüce Allah’a “Biz seni devamlı olarak hamd ile tespih ve takdis ediyoruz..” diyen; üstün bir yaratılışta bulunmakla birlikte tam teslimiyet gereği irade kullanımı cihetine gitmemekten/gidememekten ötürü “irade sahibi olmamak” konumunda görünen meleklerin bu durumları gereği secde buyruğunu yerine getirmelerine karşın İblis’in secdeden kaçınması.

 

İblis’e niçin secde etmediği sorulur. İblis kendince gerekçelerini sıralar. Bu haber, bize, İblis’in meleklerdeki bağlamda değil de, farklı bir teslimiyet içinde “iradesi” ile hareket etmekte olduğunun ipuçlarını verir. Demek ki, İblis, Yüce Allah’ın hikmeti gereği “irade” sahibi kılınmış ve iradesini kullanan bir yaratık. Meleklerden ayrı, farklı yanı da bu…

 

Ve, nasıl ki melekler “Yeryüzü için halife” olacak olanın “fesat çıkarıcı, kan dökücü” olacağı konusunda bilgilendirilmiş ise, ola ki, İblis de bu yaratılmış olanın halifelik bağlamında “irade sahibi” olacağının bilgisindedir. En azından ona “eşyanın isimlerinin öğretilmesi” ve “ruh üflenerek” yetki verilmesi aşamalarında bunu anlamış bulunmaktadır. Kendince gerekçeler üretmesine ve bunları sıralamasına karşın, Yüce Allah bilir ya, onu secdeden kaçındıran da “kendisi gibi” irade sahibi olacak birinin yaratılış sürecine sokulmuş olması dolayısıyla içine düştüğü haset/çekememezlik duygusudur. Ve bu haset sebebiyle de o andan itibaren de “insan”a düşman…

 

Demek ki, Kur’an-ı Kerim’in haberleri ile bize bildirilen “yaratıklar çerçevesi” içinde iki ayrı kategori ile karşı karşıyayız. Tam teslimiyet içinde bulunan melekler ve de teslim olup olmama noktasında serbest bırakılmış olan İblis ve Atamız Âdem âleyhisselâm; ya da süreç içindeki adlandırılmaları ile Şeytan ve İnsan…

 

Şeytan bu davranışı sebebiyle kovulmuşlardan olur ve insanlara yapacağı düşmanlıklar/kötülükler alanında kendi haline bırakılır. Hem de insanların tekrar diriltileceği güne değin.

 

Atamız Âdem âleyhisselâm ve eşi ise “cennet”te yerleştirilir. Bu olayın Kur’an-ı Kerim’de “üskûn” kelimesi ile ifade edilmesi, orada kalıcı olunamayacağının işareti. Nitekim bilindiği gibi Şeytan’ın fısıldamaları doğrultusunda “Yasak Ağaç”a yaklaşmaları sebebiyle oradan çıkarılıp, Şeytan ile birlikte Yeryüzü’ne indirilirler.

 

 

Bu noktada bilinen ayrıntılara girmeden sonuçlara vurgu yaparak bir “ara söz” daha açacağız:

 

Şeytan’ın “Yasak Ağaç”ın mahiyeti hakkında Atamız Âdem âleyhisselâma fısıldadıkları…

 

Atamız’a “eşyanın isimleri” öğretilmişken, Şeytan ona bilmediği, öğretilmemiş, yani kendisinde olmaması gereken bir şeyi; hatta “sakın yaklaşmayın” denilmiş olan “Yasak Ağaç” ile ilgili bir şeyi, insana “kalıcılık, melekleşme ve sarsılmaz saltanat” sağlayacağı savıyla “Size haber vereyim mi?” diyerek fısıldar.

 

İşte bu olay, İnsan’ın “Bâtınî/Gizli İlim/Bilgi” diye anılan Şeytanî fısıldamalar ile ilk karşılaşmasıdır. Bu “bilgi” doğrultusunda hareket eden Atamız’ın “kalıcılardan olmak, melekleşmek ve sarsılmaz bir saltana erişmek” amacına varamayışı bir yana, Yüce Allah’ın “itap”ı ile karşılaşıp “cennet”i de yitirdiğini söylememize bilmem gerek var mı?

 

İnsan, beraberinde Şeytan bulunduğu halde Yeryüzüne indirilme basamağında iken, Yüce Allah’ın rahmeti gereği iki hitaba daha muhatap olur.

 

İlkinde ona kimi “sözler” bahşedilir ve o bu sözlerle “tövbe” eder; Şeytan’ın fısıldadığı “bilgi”yi terk ile Yüce Allah’a döner, sığınır.

 

İkinci hitapta ise, “Gerçek Bilgi”nin ulaştırılma yolu bildirilir: “Size yol göstericiler gelecektir.”

 

Eğer bu yol göstericilere uyulursa, onlar izlenirse, “kurtuluş”a erişilecektir.

 

Demek ki, “insan” için bu “yol göstericiler”e uyup uymama konusunda eskilerin deyimi ile bir “muhayyerlik” vardır. İnsan, kendi seçimini kendisi yapacak ve bu seçimin sonuçlarına da katlanacaktır.

 

Burası, işte, “insan”ın “özgür iradesini” kullanacağı noktadır; yani, “birey” olma aşamasına adım attığı/atacağı yer…

 

Bu “birey” olma o kadar önemli ki, nitekim, hesap gününde kendi iradesini terk etmiş olanların kendilerini savunmak için söyleyecekleri “biz öncülerimize uyduk” cümlesi onlar için bir “kurtuluş” bahanesi değil de, “Öyle ise öncülerinizle birlikte girin cehenneme..” buyruğunun gerekçesi olacaktır.

 

Bireyselliği bu ölçüde önemle vurgulayan Kitap, öte yandan da ümmetlerden, topluluklardan, hiziplerden, kavimlerden, kısacası “insan yaşamının toplumsal yanı”ndan söz eder. Dahası toplumsal yaşam için temel ilkeler koyar.

 

Toplumlar ile ilgili olarak farklı bağlamlardaki durumlar için söz konusu olan adlandırmaları bir yana bırakarak “toplumsallaşma” olayının dinamikleri açısından baktığımızda ise, Kitap’ta anılan iki ayrı “model”den söz edebiliriz: Asabe ve cemaa…

 

Türkçemizde “cemaa”nın “te” takısıyla “cemaat” biçiminde okunuşu bulunmakta, “asabiyet” sözcüğü ile kökteş “asabe” kelimesinin “te” takılı biçimi olarak “asabet” kelimesi kullanılmamaktadır. Bununla birlikte biz bu iki modeli Türkçeye uygun olarak “cemaat” ve “asabet” diye adlandıracağız.

 

Gerek cemaat ve gerekse asabet birer topluluğu ifade ederler. Her ikisinde de topluluğun üyeleri, bu topluluğa önderlik/öncülük kimse/kimseler, topluluğun toplumsal yaşamını düzenleyen ilkeler/kurallar ve bunların uygulayıcısı kurullar/kurumlar ve de bunları sağlayıcı gerekliliklerin tümü vardır. Öyle ki dıştan bakıldığında, daha doğrusu “oluşum” biçimi/süreci göz ardı edildiğinde bunları birbirinden ayırt etmek neredeyse mümkün değildir.

 

Oluşum açısından bakıldığındaysa, teorik olarak/ilkesel bağlamda, temel dinamikleri bakımından şu farklar görülür:

 

Asabetin oluşumunda “tutkunluk”, cemaatin oluşumun da ise “katılım” söz konusudur.

 

Asabette toplumun yönetimini, egemenliği şu veya bu yolla ele geçirmiş bir öncü; cemaatte ise, toplum tarafından yetkilendirilmiş bir önder bulunur. Haliyle de asabette öncünün konumu ve buyrukları tartışılamaz iken, cemaatte, önder, topluluğu oluşturan bireylerin onayıyla seçilmiş bir kimsedir.

 

Asabette “öncü” tarafından konulmuş kurallar, bu kuralları uygulayan yerleşik kurumlar; cemaatte ise, toplum yaşamının temeli niteliğinde ilkeler, bu ilkeleri ortama ve şartlara göre yorumlayarak toplum düzeninin sürgitini sağlayan kurullar bulunur.

 

Örneklendirmek istersek, asabette “hâkim”ler vardır, kurallara göre hüküm veren; cemaatte ise her olay ve durum için tarafların belirleyeceği “hakem”ler söz konusudur, ilkeleri şartlara göre yorumlayarak tarafların anlaşmasını sağlayan.

 

Bu açıdan bakıldığında kanunlaştırılmış hukukun uygulandığı toplumlar asabete, ilkelerin şartları göre yorumlanmasıyla oluşmuş hukuk külliyatını göz önünde tutucu yorumlarla yargılama yapan toplumlar ise cemaate daha yakındır.

 

Asabette “töre” ve “törenler” esas iken, cemaatte “maruf”un sade bir biçimde yaşanması söz konusudur. “Marufu emir, münkeri nehiy” uygulaması diyelim, kısaca…

 

En önemli nokta ise, toplumun sosyo-politik yapısını oluşturan kararlarda asabette belirleme yetkisi birer “buyruk” olarak öncüden aşağıya doğru kademeli olarak inerken, cemaatte yapılanma danışmaya dayalı bir ortak kararın ürünü olarak aşağıdan yukarıya doğrudur.

 

Asabet, asabiyet bağıyla bağlı insanların toplumu; cemaat ise, katılım yoluyla oluşturulmuş bir birlikteliktir.

 

Şu var ki, cemaatte ilkelerin uygulamaya geçirilmesi aşamasında gerçekleştirilen danışma sürecinde her fert fikrini beyan ederken ve bütün fikirler tartışılırken, “ortak akıl” tarafından verilen kararlara uyma noktasında “ihtilaf”ların dayanak olarak kullanılması söz konusu değildir.

 

Asabet körü körüne bir bağlılığın ürünü sürüleşmişlik hali iken; cemaat, bireylerin özgür iradeleri doğrultusunda katılımda bulundukları bir birlikteliktir, bir beraberliktir.

 

İçtihat kapısının kapanmış/kapatılmış olması ya da sayılması, Müslüman toplumların yapısını cemaatten, asabete evirmiştir. Çünkü toplum artık ilkeleri şartlara göre yorumlayarak yaşamına aktarmak yerine, kesin ifadelerle oluşturulmuş kurallara göre yaşamak zorunda kalmıştır/bırakılmıştır.

 

Ülkemizdeki, belki de tüm İslâm Âlemindeki toplumsallığın her yöne dönük açılımında yaşanmakta olan sıkıntıların temelinde de cemaat şuurunu kaybetmiş bulunan kitlelerin kendine öncü edindikleri kimselere bağlılık içinde bir asabet yaşamına tutuklanmış olmaları ve üstelik bunu “cemaatleşme” olarak görmeleri gerçeği yatmaktadır.

 

Asabet; ferdiyeti, bireyselliği, ferdi/bireyi öldürmüştür. Bireylerin bulunmadığı yerde de “cemaat” haline gelmenin imkânı yoktur.

 

Kendisine vahyedilen dışındaki hemen her konuyu doğrudan doğruya ya da dolaylı yolla “danışan” bir Nebi’nin “sorup tartışma yapabilen” ümmeti, bugün, kimisi açıkça ve bilerek ve kimisi de farkında olmayarak öncü kabul ettikleri kimselere kayıtsız şartsız “biat” eden/etmek zorunda kalan kimseler konumuna düşmüştür.

Öyle ki, kimi “öncü”lerin kendilerince tanımladıkları Müslümanlıklar var ama, gerçek anlamda “Müslüman Birey” pek kalmadığından onların oluşturduğu bir cemaat de bulunmadığı için Nebevî Müslümanlık,  handiyse, ortalıktan el ayak çekmiştir.

 

Asabiyet bağlamlı topluluk bağlıların birbirleri ile olan “kardeşlik” bağlarının yerini “müminlerin kardeşliği” bilinci almadıkça da bu böylece sürüp gidecektir; ey “muhterem kardeşlerim”, ey “aziz kardeşlerim”, ey “can kardeşlerim” ve de ey “kan kardeşlerim” diyenler, bunu böylece biliniz.

Vesselâm…



Zübeyir Yetik