๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 07 Eylül 2010, 22:25:33



Konu Başlığı: Bir tesellî
Gönderen: Sümeyye üzerinde 07 Eylül 2010, 22:25:33
Bir Tesellî

Okumayı çok sevmesine rağmen şimdi içinden hiç de okumak gelmiyordu. Sadece kitap okumak değil, hiç bir şey yapmak istemiyordu canı. Bir yandan da kendine kızıyordu. Neydi bu hali! Bu davranışları! Hâlbuki kendini tevekkül sahibi birisi bilirdi hep. Şimdi de tevekkül ettiğini zannediyordu. Peki, o zaman neden bu kadar üzülüp harap ediyordu kendisini. İşte şimdi de bunlar için kızıyordu kendine ve daha da üzülüyor, ağlıyordu.

insan bazen öyle şeyler yaşar ki, sanki dünya yıkılmış o da altında kalmış gibi, beli bükülür, takati kesilir. Sanki her yer zifiri karanlık ve herkes ona yabancı ve düşman görünür. Dünyada tek dertli, en dertli kendisiymiş ve o dert başından hiç kalkmayacakmış gibi düşünür. Bir sürü sorular hücum eder beynine. Nedenler, niçinler bitmek tükenmek bilmez bir türlü. Sanki sabah hiç olmayacak, güneş hiç doğmayacak gibi ağlar geceye, karanlığa. Ve kendini yok yere bir yokuşa sürer, ayakları dermansız.

İşte o zamanlar olur ki insan, isyan fırtınaları koparır yüreğinde. İçinde bulunduğu durumu daha da çetin bir hale getirir, habersiz. Hatta bazen, sabrettiğini ve tevekkül ettiğini zanneder fakat hiç de isyan etmez bir halde değildir. Dilini arada sırada teskin etse de, aklını, gönlünü teskin edemez hakîkî mânâda. Yani kaderin belirlediği “kaza” ya teslim olmak istemez bir türlü nefsi.

İşte O gün Hilâl de buna benzer bir halde, odadan odaya dolaşıyor, yüreğinin yangınını söndürecek bir tesellî arıyordu. Gözlerine hücum eden yaşlar bir türlü dinmiyor, bir türlü gönlü yatışmıyordu. Sonunda gezinmekten yorgun düşüp bir koltuğa bıraktı kendini. Yan tarafında, daha birkaç gün önce okumaya başladığı bir kitap duruyordu. Elini uzatıp kitabı almayı düşündü ama sonra birden vazgeçti. Okumayı çok sevmesine rağmen şimdi içinden hiç de okumak gelmiyordu. Sadece kitap okumak değil, hiç bir şey yapmak istemiyordu canı. Bir yandan da kendine kızıyordu. Neydi bu hali! Bu davranışları! Hâlbuki kendini tevekkül sahibi birisi bilirdi hep. Şimdi de tevekkül ettiğini zannediyordu. Peki, o zaman neden bu kadar üzülüp harap ediyordu kendisini. İşte şimdi de bunlar için kızıyordu kendine ve daha da üzülüyor, ağlıyordu.

Bir müddet sonra elini uzattı kitaba. Belki bir tesellî olur düşüncesiyle rast gele açıp okumaya karar verdi. “Bismillah” deyip bir yer açtı. Önce gözlerini sildi ve sonra karşısına çıkan şu satırları okumaya başladı. “Sen kazaya râzı olmazsan, kalbin daima gamlı ve hatırın meşgul olup, hep hayrette kalırsın. Niçin böyle oldu, niçin şöyle olmadı diye mükedder olursun. Bir gönül böyle düşüncelerle ve üzüntülerle meşgul olunca ibadet ve huzur için nasıl boş ve hâzır olabilir. Zira senin bir tek kalbin vardır. O da geçmiş ve gelecek işleri düşünmeye dardır. Kazaya rızasızlıkta olan bir tehlike de, Rabbin gadabıdır. Zira rivayet olundu ki, Peygamberlerden(a.s) birisi, kendine isabet eden zararların birinden Mevlâ’ya şikâyet eyledi de, Allahu Teâlâ, ona: “Benden şikâyet mi ediyorsun? Kimden kime ne diyorsun? Benden hayâ etmez misin? Benim kötüleme ve şikâyet sahiplerini sevmediğimi bilmez misin? Benim ilmimde senin iyiliğin ve menfaatin, ancak sende meydana gelenlerdir. O halde niçin senin hakkında olan kazama râzı olmazsın? Yoksa senin için âlemi değiştirmemi mi istersin? Yahut şahsi arzun için Levh-i Mahfuzu mu değiştireyim? Sonra kendi muradım üzere tedbir ve hüküm etmeyip, senin muradın üzere mi eyleyim? Benim sevdiğim değil, senin sevdiğin mi olsun? Senin mi her isteğin yapılsın? Eğer bu bozuk düşünce bir daha gönlünden geçerse, İzzet ve Celalim hakkı için, senden peygamberlik makamını alırım ve seni Cehenneme atıp, acımam” buyurdu.

Evet, sayfa burada bitmişti. Ve Hilâl, artık gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Ama bu gözyaşlarının içinde sevinç ve huzur vardı. Unuttuğu bazı hakikatleri İbrahim Hakkı Hazretlerinin dilinden böylesine şefkatli bir şekilde hatırlatan Rabbi’ne şükrediyordu.

Hilâl tekrar hatırlamıştı ki, bu dünya bir imtihan yeriydi. Keyif ve lezzet alma yeri ise, ahiretti. Elbette ki, burada farklı hadiselerle sınanacak ve tecrübe edilecekti. Ancak bu şekilde elmas ya da kömür olduğu ortaya çıkacaktı.

Ve şunları da yine büyük bir huzurla geçirdi gönlünden; Madem ki kâinatta Cenâb-ı Hakkın izni olmadan bir yaprak bile kıpırdamıyor, hakîkî mülk sahibi O’dur. Ve madem Cenâb-ı Hak Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Öyle ise, benim başıma gelen bu musibet elbette ki, Rabbimin izniyle ve müsaadesiyle gelmiştir. O (cc) bundan haberdardır. Ve O (cc) benim için en iyisini bilendir.

Hilâl bu zor anında yalnız olmadığını anladı. Allah imdadına Bedîüzzaman Said Nursi ve İbrahim Hakkı Hazretlerini göndermişti. Onların eserleri ne büyük tesellîydi. Ruhâniyatlarına birer fatiha okudu.

Güçlüydü artık. Nefis ve şeytana bir zafer tebessümü gönderdi. Sonra üstadının tavsiyesi olan ve dilinin tesbihi ettiği şu mısraları okudu:


    Hak şerleri hayr eyler

    Arif ânı seyr eyler

    Zannetme ki gayr eyler

    Mevla görelim neyler

    Neylerse güzel eyler

 
Esma AKMER