๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Kasım 2010, 15:17:24



Konu Başlığı: Bir sosyal baskı grubu müstekbirler
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Kasım 2010, 15:17:24
Bir Sosyal Baskı Grubu: “ Müstekbirler”


İslam, özgürlükçü bir din olup, toplumu özgürleştirmeyi hedefler. Eğer toplum bir güce dayanarak kurulsaydı ya da ilke ve programlarını halkı baskı altına alarak uygulasaydı, toplumsal yapı İslamiliğini kaybederdi. Elbette sıkı disiplin ve denetim gerekli olabilir, ancak bu durum, yürütme alanı ile sınırlı olursa meşrû görülür. Bundan önce İslam, her halükarda yalnızca özgül projelerle ilgili ve geçici olabilen gerçek disiplinin kurulması konusunda karşılıklı danışmayı gerekli görür. Hele hele inanç konularında İslam, iknayı temel alır, tercih konusunda bireyleri özgür bırakır.1 Bu alanda ferde ya da topluma sosyal baskı uygulamadığı gibi baskı gruplarının oluşmasına da karşı çıkar.

Kur’an-ı Kerim’i sosyolojik açıdan inceleyecek olursak, fert ve toplum içinde insan ve insan davranışlarından bahsettiğini görürüz. Çünkü onun muhatabı, insandır. Toplum, çeşitli sosyal gurupların oluşturduğu bir sosyal ilişkiler ağıdır. İnsan doğar doğmaz aile, dini ve sosyal zümreler tarafından çevrelenir ve sosyalizasyon sürecine katılır. Böylece şahsiyetin olumlu ya da olumsuz yönde şekillenmesinde bu çevrelerin büyük payı vardır. Bu sosyal çevrelerde, bazen yaratılışın doğasına uygun yönelimler gerçekleştiği gibi bazen da aykırı yönelimler gerçekleşebilir. İnsan, aklını kullanabilme, olaylar arasında neden-niçin bağlantıları kurabilme aşamasına geldiği zaman geçirdiği sosyalleşme ya da kültürel alımları bilinç düzeyine göre bir filtreden geçirir. Burada önyargılı ve peşin fikirli olup-olmamak inanç ve fikir alanındaki geleceğini tayin etmede büyük rol oynar.

Kur’an’da bir takım sosyal baskı gruplarından bahsedilir. İslam’ın kitlelere ulaşmasında çok önemli bir engel olarak görülen bu baskı grupları arasında mele’, mutref gibi sosyal oluşumlara değinilir. Bu oluşumlardan birisi de ‘müstekbirler’dir. Bir sosyal baskı grubu olarak ele alınan “müstekbir” kavramı, belli bir grubun kendilerini adlandırdıkları bir isimlendirme değil, bir takım nitelikleri taşıdıkları için Kur’an’ın tanımladığı bir nitelendirmedir. Burada özneden ziyâde eylem,  onları, müstekbir ya de istikbar kavramının içine yerleştirmektedir. Arapça’da  müstekbir kavramı, ‘büyük olmak’ anlamına ‘ke-bu-ra’ fiilinden türemiştir. Çoğulu ‘ekâbir’ ve ‘küberâ’ olup, bir toplumda reisler ve önderler anlamına gelir.2

 

Allah’a Rağmen Yaşamanın Adı: “Müstekbirlik”

 

Toplumsal hayatta bazı insanlar dünyevî ölçütlerden hareketle varlıklarına güvenerek, (haşa) Allah’a hiçbir ihtiyaçları yokmuş gibi fiili bir yaşam içerisine girerler. İşte birey ya da toplumların kendilerini Allah’a ihtiyaç hissetmeme tavrı içerisine girmeleri ve başkalarını küçük görerek tahkir etmelerine ‘kibir’; bu sıfatın davranışlara yansımasına ‘tekebbür’; kendilerini büyük görme eylemine ‘istikbar’;  kendilerini büyük görerek seçkinci bir havaya girmelerine de ‘müstekbir’ denilir.3 Görüldüğü gibi ‘müstekbir’ kavramı, olumsuz bir niteliktir. Bu sebeple Kur’an müstekbir kavramını, inkârcıların bir vasfı olarak anar. Çünkü müstekbirlerin itikadî alandaki inançları şunlardır:

Allah’ı yalanlamak: “Büyüklük taslayanlar, “Şüphesiz biz sizin inandığınız şeyi inkâr edenleriz.” dediler.4

Peygamberleri zor durumda bırakmak: “Bizimle karşılaşmayı (bir gün huzurumuza geleceklerini) ummayanlar: Bize ya melekler indirilmeliydi ya da Rabbimizi görmeliydik, dediler. Andolsun ki onlar kendileri hakkında kibire kapılmışlar ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.”5

İnsanları hidâyetten saptırmada öncü rolü oynamak: “Zayıf sayılanlar da büyüklük taslayanlara: Hayır! Gece gündüz (işiniz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkâr etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz, derler. Artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar; biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar.”6 Bu âyet grubunda ‘müstekbir’lerin, toplumu, Allah yolundan alıkoymak için bütün faaliyetlerinde izledikleri strateji,  her türlü ‘baskı yöntemlerini’ devreye sokarak psikolojik açıdan korku ve tedirginlik oluşturmak suretiyle varlıklarını sürdürmektir. Kaldı ki, Kur’an’da  ilk önce  ‘istikbar’ sıfatı, şeytanın bir vasfı olarak anılmıştır: “Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.”7 İblis’e, Hz. Âdem’e itaatsizliğinin sebebi sorulunca, yaratılış maddesine giderek; Hz. Âdem’in çamurdan, kendisinin ateşten yaratıldığını mukayese ederek Allah’a isyan etmiştir. Onu bu isyana sürükleyen duygu, ‘yücelme ve büyüklenme’ kompleksine kapılmasıdır.8 Bu sebeple, dil, din, renk, cinsiyet gibi ontolojik anlamdaki farklılıkları mutlaklaştırarak bir ayrımcılık olarak görmek, müstekbirce bir duygu ve tutumdur. Böyle bir yolu izlemek, İblis’in yolunca gitmek anlamına gelir.

İslam’da, adalet, hukukun üstünlüğü, ötekine saygı gibi değerleri önemseyen ve bu değerlere yaşama alanı tanıyan hiçbir yönetici, servet, makam ve mevki sahibi vb. kimseler ‘müstekbir’ kavramı içerisinde değerlendirilemez. Müstekbirlik, bir duygu halidir. Bu duyguyu taşıyan, Allah’ın en büyük oluşunu kabul etmediği için kendisini hem Allah’tan ve hem de bütün bir varlık unsurlarından büyük görür. İşte bu hâlet-i rûhiye içerisinde bulunan kimseler, ister sıfatı iktidar seçkini, ister sıfatı servet sahibi, ister sıfatı makam ve mevki sahibi olsun hepsi de bu kavram içerisine girer. Tevhid tarihine baktığımız zaman bunun birçok örneğiyle karşılaşırız. Toplumları ıslah etmek için gönderilen bütün peygamberler kurulu düzenin baş aktörleri olan müstekbirleri karşılarında görmüşlerdir. Bu konuda Kur’an’da bir örnek olay şöyle anlatılır:

“Andolsun biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Ondan sonra ardı ardına peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da mucizeler verdik. Ve onu, Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. (Ne var ki) gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz.”9

“Büyüklük taslayanlar dediler ki: "Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz."10

“Ama inkâr edenlere gelince, onlara: Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir toplum olmuştunuz, değil mi? denilir.”11 Hatta onların vicdanlarının kabul ettiği şeylere bile istikbarları, mani olmuştur. Kur’an’da akıl devriminin önderi olarak sunulan Hz. İbrahim’in kavmiyle olan mücadelesinde buna işaret edilir:

“Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim, dediler. Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa! dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) "Zalimler sizlersiniz, sizler!" dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler: Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun, dediler. İbrahim: Öyleyse, dedi, Allah'ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâla tapacak mısınız? Size de, Allah'ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?12 Bu ayetlerde de görüldüğü gibi Kur’an ‘istikbar’ sahibi kimseleri daha çok bir şahıs olarak değil de kamu gücünü elinde bulunduran “sosyal bir tabaka” olarak anlatmaktadır. Kur’an, bu tür tahakkümcü ve baskıcı sosyal grubun vasıflarını anlattığı nice örneklerle doludur. Örneğin, Nuh Peygamberin kavmindeki müstekbirler, hidâyet kendilerine beyan edildiği zaman parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar, elbiselerine bürünürler,  ayak direrler, kibirlendikçe kibirlenirler. Kur’an, onların bu durumunu şöyle tasvir eder: “Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.”13 Dikkat edilirse bu âyette, peygamberin çağrısına direnenler, fert olarak değil, sosyal bir zümre olarak ifade edilmektedir. İstikbar düşüncesi ruhlarına işlemiş olan bu zorbalar,   mutlak hakikatin bilgisine karşı önyargılıdırlar. Ayrıca, değil davet çağrısı, davet çağrısı yapan kimsenin varlığını bile meşru görmezler. Onu, göresi gözleri olmadığı için elbiselerine bürünmektedirler. A. Einstein’in dediği gibi, “önyargıları parçalamak,  atomu parçalamaktan daha zordur.”

 

Sınıfsal Ayrımcılığın Adı: “Müstekbirlik”Tir.

 

Kur’an’a göre insanoğlunu ‘istikbara’ sürükleyen sebepler nelerdir?

Kur’an’da sayılan sebepler arasında, insanın kendisine bir iktidar alanı oluşturarak ‘seçkinci’ görmesi başta gelmektedir. Bu güçlü egocentrik/ben merkezli yapı, adaletle muamele ve olaylara objektif bakmayı engellemektedir. Bu en önemli engeller arasında sınıf ayrımı gelmektedir. Hatta onlar, ‘varlıklı olmayı’ seçkin olmanın bir göstergesi olarak nitelendirirler. Dolayısıyla servet sahibi olmak, sosyal bir statüdür. Bu duygu onlarda dünyevîleşmeyi artırmış, Allah’a rağmen yaşamanın kapılarını açmıştır. Kehf Suresi’nin 32’den 36. âyete kadar geçen âyetler grubunda bu durum çok güzel analiz edilir. Allah’ın yerine serveti koyan, sahip olduğu servetin kendilerinde huld/ebedilik düşüncesi meydana getiren bu müstekbir kesim, hem yaşam biçimleriyle ve hem de sözleriyle; kıyameti, ölüm ötesi hayatı ve nübüvveti inkâr ediyordu.14 Bu tip müstekbir zümre o kadar ileri gidiyordu ki,  halkın irade beyanına dayalı çoğulcu yönetim anlayışı yerine, jakobenci/tepeden inmeci totaliter bir yönetim anlayışını benimsiyor, gerekirse, inanç hayatını seçme tercihini bile kendi tekellerinde görüyordu.  Çünkü müstekbirlerin egemen olduğu bir ülkede, ifade hürriyeti yoktur. Örneğin,  Meyden toplumunun seçkinleri, Şuayb (a.s)’ı ve ona inananları; inançlarından irtidat etmeye, eğer etmezlerse, doğup-büyüdükleri ülkelerini terk etmeye çağrıyorlardı: “Şuayb’ın kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: “Ey Şuayb! Andolsun, ya kesinlikle bizim dinimize dönersiniz ya da mutlaka seni ve seninle birlikte inananları memleketimizden çıkarırız.” Şuayb, “İstemesek de mi?” dedi.”15 Aslında iktidar seçkinlerinin, servet ve makamperestlerin peygamberlerin çağrısına büyüklenerek karşı çıkmalarının tek sebebi, sahip oldukları koltuklarını koruma ve toplum nezdindeki sosyal statülerini devam ettirme isteğidir. Bu durumları onlara toplumda sınıf ve tabaka hâkimiyeti yoluyla totaliter bir yönetim imkânı vermektedir. Tarihsel sürece baktığımız zaman, iktidar alanlarını dokunulmaz alanlar ilan eden müstekbir zümreler,  mevcut konumlarını tehdit algılamalarına dayalı olarak; yakın, uzak, muhtemel gördükleri tehlikeleri bertaraf etmek için  her türlü  yola ve hileye başvurmayı mubah görmüşlerdir.

“Müstekbirûn” sınıfının temel silahı, mevcut statükoyu koruma adına, her türlü -ister sosyal isterse dini olsun- değişime karşı çıkmaktır. Nitekim İslam’ın Mekke döneminde bir avuç iktidar seçkini,  yeni daveti sevimsiz göstermek Hz. Peygambere ve ilk bağlılara, haklarında olmadık yalanlar uydurarak karşı koymuşlardır. İnananlara, bir tür mahalle baskısı uygulamak için, toplumu, topyekûn direnişe çağırmışlardır: “Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. Kur'an aramızdan ona mı indirildi? diyerek kalkıp yürüdüler.”16 Kaldı ki, yeni davet/İslam, toplumu, siyasi nüfuz ve hâkimiyetin baskısından kurtararak sosyal adaletin yüksekliği, birinin diğerine renk, servet ve makam açısından farklılığının olmadığı, ancak kişinin topluma faydalı ve hayırlı işiyle üstün olabileceği ve insanlık itibarını kazandıran yeni duruma toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktadır.17 Müstekbirûn için hak dava, yerel ve küresel adalet, hakkaniyet, dürüstlük gibi temel ahlaki değerler sözkonusu değildir. Onlar, totaliter düzenlerini sürdürmek için adaleti toplum kesimlerinin tüm alanlarına yaymak ve insanca bir düzen kurmak yolunda çaba sarfedenlerin yolunu kesmek adına her türlü yalan, dolan, haksızlık, iftira gibi değersizlikleri tedavüle sürmekten asla çekinmezler. Çünkü onlar kendilerini bir tür merkez görürler, çevrenin merkeze yürüyüşüne tahammül edemezler. Hz. Peygamber Mekke’de ilk defa insanları Hak dine çağırmak için çıktığında toplumun ileri gelen müstekbirleri şöyle meydan okumuştu: “Çünkü onlar, kendilerine, “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” denildiği zaman inanmayıp büyüklük taslıyorlardı. “Biz, deli bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz?” diyorlardı.”18 Müşriklerin aslında bu itirazları Resulün şahsiyetine yönelik değil, risaletin mahiyetine yönelttikleri bir itirazdır. Nitekim Mekke oligarşisinin ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Hz. Muhammed aleyhisselam’a: “Biz seni yalanlamıyoruz, getirdiklerini tekzip ediyoruz. Sen bizim nazarımızda emin kişisin. Ne ki biz sana uyarsak, yerimizden, yurdumuzdan olacağız. Bundan dolayı sana inanmıyoruz” demişti.19

Sonuç

 

Müstekbir olma, Allah’a rağmen yaşama talebinin adıdır. İstikbâr; birey, toplum ya da iktidar seçkinlerinin kendisini üstün görme duygusudur. Bu duyguyu taşıyanlar, gitgide Allah’ın en büyük oluşunu sözleriyle reddetmeseler de davranışlarıyla reddeder bir pozisyon kazanırlar. Kendilerini başta Allah olmak üzere, her türlü varlıklardan üstün gördükleri için toplum üzerinde siyasi, hukuki, fikri, harsî ve iktisadi alanda tahakküm kurarlar. Bir tür toplumu köleleştirirler. Kur’an’ın anlattığı istikbar yüklü müstekbirlik hali, salt tarihsel bir durum değil, evrensel bir tutumdur. Bu sebeple ibret almalı, ruh ve düşünce dünyamızı kontrolden geçirerek istikbara yol açacak hallerden arındırmalıyız. Bir Müslüman için Allah’ın büyüklüğünün dışında bütün büyük olma durumlarının izafi olduğunu bilelim ve ‘takva’yı merkeze alan bir yaşam alanı oluşturmanın mücadelesini verelim.


 

1 İsmail R. Farûkî, Tevhîd, (çev. Dilaver Yardım-Latif Boyacı), İstanbul, 2006, s. 122.

2 Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, İstanbul, 1968, s. 635.

3 el-İsfehânî, el-Müfredât,  s. 637.

4 el-A’raf 7/76.

5 el-Furkan 25/21.

6 Sebe’ 34/33.

7 Sad 38/74. Ayrıca krş. el-Bakara 2/34.

8 Bkz. el-Bakara 2/34; Sad 38/74–78.

9 el-Bakara 2/87.

10 el-A’raf 7/76.

11 el-Câsiye 45/31.

12 el-Enbiya 21/62/66.

13 Nuh 71/7.

14 Fussilet 41/15; Yunus 10/7; ed-Duhân 44/35; el-Câsiye 45/24.

15 el-A’raf 7/88.

16 Sad 38/6-7.

17 Muhammed el-Behiy, Min Mefâhîmi’l-Kur’an,  Mısır, 1973, s. 99.

18 es-Saffât 37/35-36.

19 Taberi, Câmiu’l-Beyân, Beyrut, 1972,  VII, 108

 

Ramazan Altıntaş