๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 03 Aralık 2010, 15:28:48



Konu Başlığı: Bir anının çağrışımları
Gönderen: Sümeyye üzerinde 03 Aralık 2010, 15:28:48
Bir Anının Çağrışımları…



Haydi, kardeş, gel rica ederim benimle

                                                               Ağır işlerimize iyi gelmez bu kadar hafiflik


                                                                                                     CAESAR

Ortaokul sıralarında, evimizin salon duvarında asılı kanaviçe işlemeli çerçeveli bir tabloyu babama gösterdiğimde, çok genç yaşta vefat eden anneme karşı derin bir özlem içindeydim. Annemin, o nahîf hanımefendinin yıllar önce ince iğne oyası ile işlediği Osmanlı Türkçesi bu beyit’in ne anlama geldiğini, neler söylediğini hep merak ederdim. Çocukluk yıllarımda annemin zarif bir el işlemesi olarak gördüğüm bu tablo,  onun vefatından sonra da aynı ihtimamla, duvarda asılı diğer tabloların üzerindeki hâkim mevkiini hep korudu. Anneme karşı ne zaman içimi bütün bütün dolduran özlemler çeksem, o küçücük hâlimle ne zaman anneme bir şeyler söylemek istesem hep o tablonun yanına gidip, sanki annemi görüyormuş gibi ona dalar giderdim. Yazılarından bir şey anlamasam da, bu tablonun yanına gittiğim her zaman, annemin hemen orada ellerini uzatıp başımı okşayacağını hisseder huzur duyardım. Gerçekten de öylemiydi acaba? Mahzun olduğum zamanlar, sığınacak bir kucak aradığım zamanlar bu işlemeli tablonun karşısına geçtiğimde, annemin bütün ruhaniyetini hisseder onun kokusunu duyardım. Yıllar önce babama işte bu tabloda ne yazıyor diye sorduğumda babam, elimden tutarak beni tablonun yanına kadar götürdü ve kolunu tabloya doğru kaldırarak hece hece o beyiti okudu:

 

Âlim ile sohbet etmek lâle mercan incidir

Câhil ile ülfet etmek âkibet cân incitir.

 

O çocukluk günlerimde annemden hatırası kalmış bir şiir gibi hissettiğim bu muhteşem beyitin anlatmaya çalıştığı derin belagati, bugün, kadim bir medeniyetin yıkıntıları içinde can çekişirken asıl manası içinde anlamaya başladım. Kime ait olduğunu bilmediğim bu beyit, hiç şüphe yok ki, unutkanlığıyla meşhur insanoğlunun binlerce yıllık macerasını, göz göze gelenlere hâlâ duyurmaya çalışmaktadır. Ve hatta muhayyilelerde uyandırdığı mana, bu toplumun bilgiye kapalı ve değişmeyen bir yanı olarak canlılığını hep koruyacak gibidir. Gerçekten de bilgi ve cehalet arasındaki farkın cehalete yakın kaçan taraflarının, asırlardır bizlere neler kaybettirdiğini düşünürsek eğer... Ağır bir yük sayılabilecek kültürel kayıplarımızı, çok şeye kâdir müminler olmadığımızı anlayarak tek tek tahlil edebilirsek, bulanıklıktan kurtulmuş duru bir aklın, insanoğlunun muvaffakiyetlerinde ne kadar ciddî roller oynadığını ve toplumsal kaderini nasıl etkilediğini görebileceğiz. Bizim şaşaalarımızın azametlerle süslendiği dönemler, o ihtişam dönemlerimiz, basiretli ve âkil insanların topluma önderlik ettiği devirlerdi. Ama tarihçilerin “kaht-ı ricâl” başladı dedikleri dönemde yavaş yavaş siyaset alanının dünyasında basiretli ve kendisini hak önünde mesul gören yöneticiler azalırken ilim ve fikir adamlarının dünyasında da aynı inkıraz görülmeye başlar. Aslında zaman zaman ortaya konulan teşebbüslerle kötü gittiğine inanılan talihin düzeltilmesi için ciddi çabalar sarfediliyordu ama bunlar inatla farklı jargonlardan beslendiği için toplumun islamla olan bağlarının kuvvetlenmesinde bir faydası olmuyordu. Esasen yenilenme denildiğinde ve toplumsal dinamiğin yeniden kazanılması düşünüldüğünde, ele alınanlar İslam’ın dışında olan şeylerdi. Mesela anılarında Erdal İnönü: Pakistan Büyükelçisi’nin, babasına yaptığı bir ziyarette, her sözünü islami muhtevalı bir cümle ile bitirdiğine dikkat ederek daha sonra bunu babası İnönü’ye sorar. İnönü de cevaben: “Evet, vaktiyle biz de her sözümüzü bir ayet ya da hadisle kuvvetlendirmeye çalışırdık.” diye cevap verir. Her şey normal bir mecrada seyrediyor gibi görünse de aslında büyük bir irfanı terk ederek basmakalıp normlara yaklaşıyorduk. İslam, toplumun ve bürokrasinin söylemlerinde daima birinci derecedeki yerini koruyor olsa bile hayatın akışındaki yeri mühimsenecek ölçüde zayıflatılmıştı. Yani İslam’ın, Kitab’ın ortaya koyduğu değerler, kavramlar kalbimize eskiden olduğu gibi tesir etmediği için heyecan da duymuyorduk. Bundan yıllar önce Adalet Bakanı M.Esat Bozkurt’un değişime dair hazırladığı gerekçede Bozkurt, özetle şöyle diyordu:” Hayat yürür; ihtiyacat sür’atle değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mana ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zarurettir. Bu itibarla dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması, asrı hazır medeniyetin esasatından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim farikalarından biridir. Esaslarını dinlerden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları camiaları, nazil oldukları iptidai devirlere bağlarlar ve terakkiyata mâni belli başlı âmiller sırasında bulunurlar.” (Doç. Dr. ÇetinYetkin, Tek Parti Yönetimi, s.139) Bu durumdan, bazı seyrek çıkan seslerin dışında kimsenin şikâyeti olmadı. Çünkü şahsiyetinize şekil veren kıymetlerinizi elden çıkarmaya başlarsanız sorunsuz bir hayatı yaşadığınızı zannedersiniz ama başkaları önünde hızla gözden düşmeye başladığınızı asla fark edemezsiniz. Bizim saflıkla ve cehaletle yoldan çıkmamız da böyle olmuştur. Daima İslam’ın içinde ve onun temsilcisi müminler olduğumuza kendimizi inandırdık ama bizim şahsiyet dokumuzu tanımlayan nasıl bir kültürel künye taşımaya başladığımızın hesabını hiç yapmadık. Mesela ünlü düşünür Rodinson’a göre: “Hz. Muhammed ile Sahabeleri için, Tanrı ile Sezar arasında bir seçim yapmak söz konusu değildi. Hristiyanlar bu tuzağa düşmüşlerdi. İslamiyette Sezar yoktu, yalnızca Allah vardı, Resûlü de Hz.Muhammed’di. Tebliğin muhtevasını da, yönetimin temellerini de tayin eden aynı vahiy idi.” İşte bu toplumda değişmeye yüz tutan ve kendisine karşı seslerin yükseltilmeye başlandığı asıl alan burasıydı. Rodinson, her ne kadar İslam dünyasında yalnızca Allah ve Resulü vardır diyorsa da, Müslümanların hayatında muzdarip nesiller yaratacak Sezarlar çoktan doğmaya başlamıştı. Daha öncelerinden yaralar almaya başlamış olsak bile, dinin kendisiyle restleşmeye başlandığı bir dönem olarak, özellikle II. Mahmut zamanı bütün batılılaşma tarihinde tamamıyla ayrı ve yeni bir devrin başlangıcı olmuştur. Bu itibarla kültür değişmelerine ait devirler arasında hususi bir ehemmiyeti ve mevkii vardır. Zira bu devirde meydana gelen yenilikler, beliren sosyal temayüller, tazyik ve tesirler, müteakip devirler üzerinde etkili olmak suretiyle müstakbel değişmelerin çığrını açmış ve istikametini tayin etmiştir. Binaenaleyh bu devir, zamanımıza kadar devam edip gelen mecbûri veya güdümlü dediğimiz değişmelerin başlangıcı olmuştur.(Prof. Dr. Mümtaz Turhan-Kültür Değişmeleri shf.226) Bu durum aynı zamanda bugünümüze ait sıkıntılarımızın da merkezini teşkil etmektedir. Zira kitlelerin yönetiminden islamın muhtelif mahfillerde dillendirilmesine kadar bütün alanlarda bugün sahip olduklarımız,  o günlerin eğreti emaneti olarak içimizi saran bütün mevzularıyla üzerimizdedir. Dikkat ediniz, konuşmalarımızda kusur olarak görüp onaylamadığımızı söylediklerimiz, aslında içimizden cazip bularak imrendiklerimizdir. İşte gerçek inkıraz budur. Sosyal yapılanmamıza baktığımızda Hıristiyan dünyası ile entegrasyonun ne kadar ileriye götürüldüğü hususu modernleşme sürecinde görülen biricik yol olarak kabul edilmektedir. 1961’de Ankara anlaşmasında İsmet İnönü;” Bugün artık bizi ebediyen avrupaya bağlayan bir anlaşmanın içine girmiş bulunuyoruz” diyerek anlatmaya çalıştığı heves, farklı üsluplarda, ama aynı muhteva içinde sürüp gitmektedir. Bu manada siyasilerin hangisine bakarsanız bakınız, batı ile uzlaşma, Hristiyan dünyası ile benzeşme, kendi varlıklarını ayakta tutan en mühim bir referans noktası olarak sunulmaktadır. Dolayısı ile hayatımızın içine dâhil edilen sosyal hayatın bütün özlemleri ve hukûkî yapılanmalar, kültürel imrenmeler, islamın hayatımızdaki rolünü örterek gelişmektedir. Kur’an’ın sunduğu bilgi ve hikmet, artık bırakılan, gözardı edilen, bazı ritüellerden ve hamâsî söylemlerden ibaret bırakılan kültürel bir enformasyon olarak elde tutulmaktadır. Dolayısıyla toplumsal yapımızda ve bireysel dünyamızda, bize ters düşmesi beklenecek olan zihniyet tarzına alışkanlık kazanılarak mümin figürünün his ve zihin kalitesi hızla düşürülmektedir. Sizin bu bocalayan ve sürekli dönüşümler yaşayan dünyada kendinizi psikolojik olarak ne hissettiğinizin de önemi kalmamıştır. Gerçekten de, günümüzde Müslümanların çoğunluğuna baktığımızda, onların rahat tavırlarında kendi zihinsel çözülmeleri ile hiçbir sorunları yok gibidir. Bunun farkına varmaları da zordur zira hayata ve bugüne dair konuştukları dil kendi dilleri değildir ve her şey çok karışmıştır. Ben bu hususu şuna benzetirim; Meşrutiyet öncesine dayanan bir dönemde ordu içindeki subaylar arasında alaylı ve mektepli mücadelesi başlar, bu hâdiseye askerler de dâhil olurlar. Ancak ilk dönemlerde Askeriye-i Şâhâneyi bitirip orduya katılanlar alaylı ordu mensuplarının karşısında zayıf durumda oldukları için kendilerini alaylı göstermeye çalışırlardı. Birgün Bâb-ı Âli yokuşunda askerlerle karşı karşıya gelen ve Askeriye-i Şâhâne’yi bitirmiş Tabib Binbaşı Hakkı Bey’e oradaki gurup biraz da öfke ile sorar: “Siz alaylı mısınız yoksa mektepli mi?” Binbaşı Hakkı Bey sükûnet içinde cevap verir. “Evladım, hiç mektepli Tabib Binbaşı olur mu?”  Müslümanların ne yazık ki bugün içinde bulundukları hâl tıpkı böyledir ve Kur’an’ın getirdikleriyle sadece simgesel bir ilişki içinde olduklarından hayatlarının iktidarı daima kendilerinden bildikleri başka ellerde bulunmaktadır. Zira Müslümanlar olarak elde tutmaya çalıştıklarımız; tamamen nefsî olan arzu ve eğilimlerimizin biz istediğimiz için İslami görüyor olamızdaki yalancı yansımalarıdır. “ Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona kötülük ve takva kabiliyeti verene yemin olsun ki, elbette nefsini temizleyip arınıran kurtulmuştur, onu kirletip gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 7-10)  Bugün dünya coğrafyasında vuku bulan hadiseler gözden geçirilirken hadiselerin ve toplumsal faillerinin tahlillerini doğru yapmalıyız. Doğru sonuçlara başka türlü varamayız. Mesela bugün için batı ve İslam toplumları ayrımını yaparak olayları tahlil ederseniz sonuçları yanıltıcı olacaktır. Evet, batı vardır ama onun karşısında bir güç ve medeniyet olarak İslam toplumu yoktur, sadece geçmişin bir bakiyesi olarak İslam’ın hatıraları, izleri vardır. Dolayısı ile batı ve İslam tanımlaması yerine, batı ve biz tanımı doğru olandır. Günlük hayatımızda elde ettiklerimizi(?!) sahih imanımızın üstün zaferleri olarak gördükçe asla isabetli mülahazalara varamayacağız. Ünlü Bozkurt kitabının yazarı İngiliz Armstrong’un I.Dünya savaşı yıllarına ait notları vardır. Şöyle yazıyor: “İstanbul’da hayat şen ve günahkâr idi. Gazinolar içki ve dans ile doluydu. Vatanını düşünen yoktu. Tokatlıyan’a gidip orkestrayı dinlemek, güzel kızları bakışlarla yakalayarak masalar arasında dans etmek, Marmara adalarına giderek denizde yüzmek hoştu. Evler arabalar, motorlar emre hazırdı. Şişli taraflarında Türk kadınlarının katıldığı çaylar verilmekte idi. (F.R.Atay, Çankaya, s.134, Baskı 1980)  Burada toplumumuz adına tarihe düşülen kayıt, hayatımızın örtbas etmeye çalıştığımız düşkün bir yanı hâlâ devam etmektedir. Ancak hayatımıza hâkim olan ve bir kimlik tanımlaması olarak yeterli bulduğumuz ritüeller, bu çarpıklığımızı farkına varamayacağımız bir şekilde örtmektedir. Geniş halk kitleleri için böyle olduğu gibi özellikle zenginleşerek yapay bir sınıf oluşturmuş sermaye grubu içinde bulunanlarda bu temayüller, zaman zaman küstahlaşan bir zamanların levantenleri gibi zevk düşkünü şımarık guruplar, ağır kokan çökeltiler oluşturmuştur. Bu tabii bir sonuçtur, zira batı dünyası ile kıyaslanacak sınıf yapısı ve burjuvazisi olmayan kültürel bir zeminden gelip şımarık reddiyelerle kendilerine yalnızca paraya dayalı sınıf yaratmak bir isteyen zümrenin içine düştüğü bu hâl oldukça mizahidir. Şimdi bir noktayı dâima hatırda tutalım: Amerikalı işadamı misyoner Al Dobra,  dinsel misyonerlik işini Orta Asya’da yıllarca sürdürmüştü. Yabancı ülkelerde uyguladığı misyonerlik yöntemini şu sözlerle özetliyordu: “Amacım bir Müslüman’ı dininden döndürmek değil.(…) Hedefim (olan attığım tohum) önce çürüyecek, sonra çatlayacak ve (fidan) büyüyecek; (o kişiler) giderek dinlerini sorgulamaya başlayacaklar.” (Mustafa Yıldırım, Project Democracy, Sivil Örümceğin Ağında, s. 439)  Ne yazık ki bu manadaki çürüme hayatından memnun görünen Müslümanları pek rahatsız etmemektedir.

 Aynı bozuk ruh hâli, toplumun diğer katlarında da kendi seviyelerine uygun düşecek laubalilik içinde ve bayağılaşmış bir sarhoşlukla sürüp gitmektedir. Bu hiç de tesadüfi olmayan toplumsal yangın, Müslümanların zihin kanallarında malayaniliğe ve berduşluğa vardıran gayriahlaki literatürler oluşturmaya başlamıştır. Esasen bu durum simge, lâfız ve model davranışlarıyla İslam görülen, fakat yansıttığı gerçekleriyle hiç de öyle olmayan ve gittikçe zayıflayan kitlelerin tabii düşüş manzarasıdır. Mümin ama düşüncelerinin ve hareketlerinin beslendiği kaynak Kur’an olan bir mümin, bütün boş, safsatacı ve hayal ürünü kimliğin ötesinde gerçekten çok üstün ve yüksek bir yapıya sahiptir. Bu mümin, Kur’an’a dayalı üstünlük duygusu ile dünyasını inşa ederken, hayatının pratik ölçülerini hiçbir çelişkinin yoluna düşmeden ortaya koyacaktır. Bugün, modern psikolojinin bir icabı olarak biliyoruz ki üstünlük duygusu taklitçi kişiliğin gelişmesini önler. Eğer Amerika’ya gelen milyonlarca göçmen üstün insanlardan ( yani geldikleri yerlerin üst tabakaları) teşekkül etmiş olsaydı bugün bir Amerika Birleşik Devletleri olmaz fakat onun yerine çeşitli dil ve kültür gruplarına ayrılmış birçok devlet olurdu. Cins ve tabiatça çok çeşitli milyonlarca kişinin öyle süratle ve tamamen birbirlerine kaynaşabilmiş olmasının sebebi, gelen göçmenlerin çoğunlukla en aşağı ve fakir tabakadan ve hor görülmüş kimselerden oluşmasıdır. Bunlar eski dünyadaki kimliklerini atarak yeni bir dünyaya yeniden doğmaya geliyorlardı ve yeniyi taklit etmek için sınırsız bir kapasiteye sahiptiler(Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, s. 125) İşte böyle bir değişim geçiren inanç ve tefekküre dayalı hayatları tamamen ellerinden alınarak kolonileşen kitleler, karşılarına çıkan sorunlarla Müslüman kimliğe dayalı olarak mücadele ettiklerini sanmaktadırlar. Oysa en büyük sorun kendi içlerindedir ve bunu anlayamadıkları sürece de yaşanılan dünyanın alay edilen bir kompozisyonu olmaya devam edeceklerdir.

Geçtiğimiz günlerde eski bir arkadaşıma rastgeldim. Yıllarca okullarda din dersi öğretmenliği yapmış, camilerde halka vazetmişti. Her konuşmasında Kitabın, Allah Resulünün şan ve şerefinden bahseder, davranışlarına bu şereflerden pay toplamaya çalışırdı. Nedendir bilmiyorum ama ciddi, kalbî bir yakınlığım hiç olamamıştı. Aynı okulda görev yapıyorduk ve onu okulun mescidinde namaz kılarken gördüğüm zamanlar, namaz kılan bir mümini seyrediyor olmaktan da çok hoşlanırdım. Bu bana bir çelişki gibi gelirdi ve onu namaz kıldığı zamanların dışında gördüğümde neden aynı sevgiyi duyamıyorum diye kendi kendime sorardım. Mabedin içinde âdeta bir parçam gibi gördüğümü diğer zamanlarda aynı nazarla görmeye çabalasam da olmuyordu. Neden? Çünkü ne kadar zorlarsanız zorlayın birilerini asla aklınızla sevemiyorsunuz, hissetmeniz, çok ama çok içerilerde bir yerde hissetmeniz gerekiyor. Ne kadar akılcı baksanız da gözlerinde derununuza nüfuz eden o ışıltıyı göremiyorsunuz, sözleri doğruya benzese de eğer öyle bir dudaktan dökülüyorsa, inandırıcı gelmiyor. Secdesine hayran olduğum ve secde anlarında bütün masumiyetleri kendisine yakıştırdığım bu kişiyi dışarıda çok farklı görüyordum. En ağırbaşlı yanlarını da düşünsem olmuyordu. Anladığım şu idi hayatı asla aynı noktalardan görmüyorduk. Namaz onun hayatını sadece şekil olarak tamamlayan ve muhitine kim olduğunu anlatmasını kolaylaştıran sosyal bir figürdü. Yani o secdelerde Resulallahın gül kokusu yoktu. Yani namaz, muhtevası ile ruhu ile bir murakabe alanı ve bir kişilik, bir birey inşası olarak yoktu. Günlük hayatının bir parçası hâline getirdiği İslami tavır ve hareketlerinin, aslında felsefesiz, ruhsuz, emelsiz ve hedefsiz şeyler olduğunu bütün tavırlarıyla açıkça gösteriyordu. “Kim Rahman’ın zikrini görmezlikten gelirse ona bir şeytanı sardırırız. Artık o onun arkadaşı olur. O (şeytanlar) bunları doğru yoldan çıkardıkları hâlde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf- 36-37)

 Tıpkı pek çok kimse gibi o da bunu söylemiyordu ama, yaşama biçimindeki tutumlarıyla islamın kendisi için yalnızca bir enstantane, bir sahne oyunu olduğunu da gizleyemiyordu. O gün onunla ayaküstü yaptığımız görüşmede, murakabesi ve iç dengesi kurulamamış bir insan hayatının nasıl zebil olabileceğini, insan kişiliğinin ne kadar yavan bir alelâdeliğe düşebileceğini hayretlerle gördüm. Kur’an’ın insan ruhunu arındıran, hayatın fikir ve düşünce zeminini oluşturan temel terbiyesi bir süreklilik olarak ihmal ediliyorsa dün vazediyor gördüğünüz bir kişiyi bir süre sonra başka nizamların malı olmuş bir şarlatan olarak görebilirsiniz. O eski arkadaşım, bugün emlak dünyasının büyülü fantezileri içinde bir yörüngeden diğer yörüngelere keskin sapmalar yaparken kirletilmiş çağın aldırmazlığı içindedir. İnnâlillah ve innâ ileyhe râciûn…

Pascal: “Tanrıyı tanımak ve sevmek çok farklı şeylerdir.” diyor. Henüz tanımamışken sevebilir misiniz? Eğer gerçekten, katışıksız, gönülden seviyor olsaydık hayatımızdaki alaylı riyalar olur muydu? Hayatın tabii bir realitesi olarak kendi doğal seyrinde bazı olumsuz havalar ve yanlış hesaplar olabilir. Ancak yaşadığınız hayatın ruhunu,  iç felsefesini biliyor ve buna gerçekten inan besliyorsanız, o zaman asla sizi yanıltacak, büyük yanlışlara götürecek maceralar yaşamayacaksınız. Çünkü duyacağınız yankılar size kitabınızdan gelecektir ve o hayatın hangi katmanında bulunursanız bulunun bu noktadaki ahlaki kişiliğiniz, toplumu bozan bütün ahlak dışı katogorilerin hem siyasal hem de kültürel lügatlerini bozacaktır. Peki bu durum bizler için mümkün müdür? Bu kadar olağanüstü bir keyfiliğin içinde ve Kur’an’ın insan hayatına yüklediği bilgi ve imanına ait süreklilik hattını kaybettiği bir ortamda mümkün müdür? Zira bugün için, Allah’ın ve kitabının adını sürekli telaffuz eden, hayatını O’nunla irtibatlandırmaya çalışıyor gözüken ama her türlü eylemini ihtiras nöbetleriyle kirleten kimseler için mümkün müdür? Aynı kitabı okuyan, aynı islam’dan söz eden ama îmanlarının rengi ve kıvamı farklı, hayatın yorumu da farklı olan kimseler için mümkün müdür? Sahabenin: “ Acaba ben bir münafık mıyım?” diyerek sürekli kendisini sorgulayan ve nefsini asla başıboş bırakmayan iç hassasiyetine karşı, birlik duygusunu kaybetmiş, yanıltıcı cemaat anlayışlarımız ve bozuk kişisel sicillerimizle hayatımızı kötü kaderlere karşı zorlarken bu mümkün müdür? Bunun cevabını herkes verebilir. Eğer bilgi ve günlük amellerimizin kaynağını nelerin sağladığını, duygu bakımından en çok nelere yakın olduğumuzu anlamaya yetecek kadar kendimize zaman ayırabilirsek inanın nasıl hatalar içinde debelenen toplumsal failler olduğumuzun farkına varacağız. O zaman kafamızın içinde besleyip büyüttüğümüz şeylerin aslında Allah ve Resulünün sevgisini hedefleyenden ziyade, hep inatla reddedilen siyasal cemaatlerin lekeli yansımaları olduğunu da fark edeceğiz. Çok uzun yıllardır kabul etmediğimiz hâlde gözardı ettiğimiz ve bizi her geçen gün daha da ağırlaşan yanlarıyla tehdit eden, zihniyetimizdeki masumiyete bürünmüş zaaflarımızın büyüttüğü zehirli meyveler çoğalıyor. Günlük hayatımızdaki kokuşmuşluk kendisini fark ettirmeden sıradan troplumsal olaylarmış gibi bütün varlık dünyamızı kuşatmayı sürdürüyor. Bakın çok derinlere inmeye gerek yok, Bursa’da Amerikan Kız Kolejinin kapatılması ile sonuçlanan ve gençlerimizin Protestanlıklarını ilan ettikleri 1928 yılından 1949 yılına gelindiğinde Sultahahmet Talebe Yurdundaki kızlarla muhtelif Türk okullarındaki kızları Amerikan bahriye askerlerini eğlendirmek üzere içkili, danslı toplantılara davet edilişleri(Sebilürreşad, c.2 sayı. 41 s. 255, 1949) ve 12 Eylül ihtilalinden sonra konsey tarafından Ali Fethi Esener Paşa’ya, “namazını, orucunu kaçırmadığı ve içkiyi de günah olduğu için içmediği “ gerekçesiyle parti kurmasına izin verilmeyişi ( Kenan Evren, Zorlu Yıllarım,  C 1, s.32) ndeki anlayış ve toplumsal duyarsızlık, Kur’an toplumunun yükselme kabiliyetinin dışında ve sadece kalplere inemeyen söylemleriyle İslam kalan kalabalıkların özetlenen hayat öyküsüdür. Kalabalıkların, yani bizim…

Toplum olarak yaşanılanlar, kitlelerin kendi gelecekleri adına ortaya koyup sahip çıktıkları şeylerle alakalıdır. O yüzden yaşadığımız hayatın her döneminde karşımıza çıkanlar bizim doğrudan doğruya hak ettiklerimizdir. Kendinizi hep gadre uğramış ve haksızlığa uğratılmış masum kişiler olarak gördükçe ve kendinize hiçbir yanlışı yakıştırmadıkça vakaların altında ezilmeyi sürdüreceksiniz. Çünkü kişinin sürekli kendi masumiyetine inanmasındaki iç rahatlatıcı teselli payı, aslında derinlemesine bir âcizlik itirafıdır. İşte bizler bu acizlik içinde her zaman birilerini tac ve taht sahibi yaptık, sonra da onların bizleri hem yönetmelerini ham de irşad etmelerini bekledik. Bir şeyleri fark edelim. Ne kadar kısa zamanda, nelerle senli benli olup neleri ülküleştirdiğimizi anlamaya çalışalım. Hayalî bir iman alanının içinde kendimize ne zamandır yüksek nitelikler vermeye çabaladığımızı da görelim. Dileyen kendi iç hesaplaşmasını yapar, dileyen de huzur içinde tortulaşmasını sürdür gider.

Ünlü Pers İmparatoru Kambis, Mısır seferine çıkarken kâhinlerinin kendisine verdiği zafer müjdesi ile mutludur. O mutlulukla ve kazanacağına inandığı zaferin sevinciyle ordusunu hazırlar ve Mısır üzerine yürür. Nil vadisinde kırk gün süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan bu büyük savaşı gerçekten de Kambis kazanır ve Mısırın bağımsızlığına son verir. İmparator Kambis, artık bir ucu Hindistan’a dayanan büyük bir imparatorluğun başındadır. Ancak zalim imparator, zaferinin ihtişamını daha farklı ilan etmeyi düşünür ve bu düşünceyle çadırında esir olarak tuttuğu Mısır Kralının bütün yakınlarının, önünde diz çökmüş vaziyette teker teker geçirilmelerini ister. Önce Kralın yardımcısı kırbaçlanarak imparatorun önünden geçirilir, daha sonra Mısır kralının yüksek rütbeli bütün komutanları tartaklanarak alay edilerek ve aşağılanarak geçirilir mağrur imparatorun önünden. Ancak Mısır Kralının yüzünde bir mutsuzluk göremez İmparator. Daha sonra Kral’ın yenilgiye uğramış ordusu geçirilir yuhalanarak, ama kral’ın yüzünde kimse bir hüzün göremez. Sonra kralın oğlu prens geçirilir önlerinden. Elleri ve ayaklarından zincire vurulmuş, işkence görmüş ve acınacak bir hâlde… Prens babasının gözleri önünde idam edilir. Ama kral yine hüzünlü değildir. Pers İmparatoru bu garip işe akıl erdiremez bir türlü ve bu defa kralın güzeller güzeli kızı prenses, sıradan bir uşağın saçlarından tutarak tartakladığı, yerlerde sürüdüğü bir savaş esiri olarak geçer önlerinden. Kral yine mutsuz değildir. Saçlarından çekiştire çekiştire, itile kakıla önlerinden geçirilen,  sanki her zaman üzerine titrediği nazlı kızı değildir. En sonunda önlerinden Mısır kralı’nın değersiz uşakları geçirilir teker teker. Hiç kimsenin hiçbir tepki beklemediği bu anda, Mısır kralı dövünerek yırtınarak avazı çıktığı kadar bağırarak feryad etmeye başlar. Kimse kralın bu sıradan uşakları için neden dövündüğüne akıl erdiremez, ama Pers İmparatoru Kambis, bu yakıcı feryadın ne demek olduğunu anlamıştır. Evet, insan, en değersiz şeyini kaybettiğinde, artık her şeyini kaybettiğini de anlar. Şimdi herkes, ama herkes neleri kaybettiğine bir baksın ve dilerim tarihin tanıklık ettiği bu öykü bizim öykümüz olmasın.

 Tan vakitleri uzunca bir süredir ağarmaz olmuştur. Neden dersiniz? Bizler küçücük sokaklarda vurgun yerken Ebu Zerr’in imanı yerle gök arasına sığmıyordu. Herkes aklının bir köşesinde bulundursun; Eğer yetim bırakılmış öylece dolaşıyorsa tenha sokaklarda Muhammed’in sevgisi ve öğretisi ve hâlâ laf olsun diye açılıp kapanıyorsa kitabın sahifeleri, inanın tarihin üzerimize düşüreceği alaylı lekeler asla silinmeyecektir.



Nurettin Özcan