๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 03 Aralık 2010, 16:40:13



Konu Başlığı: Bilginin üç veçhesi
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 03 Aralık 2010, 16:40:13
Bilginin Üç Veçhesi:

Bilim, Hikmet, Marifet


Bugünkü “Bilim” anlayışı, hemen belirtmeliyiz ki, insanoğlunun rüştünü ispat için “inkâr” bayrağını açtığı dönemin ve sonrasındaki sürecin ürünüdür. Rüşt ispatı için gerçekleştirilen bu inkâr -ilk adımda ya da ilk bakışta- Batılı insanın kendisini yüzyıllardır boyunduruk altında tutmuş bulunan Kilise’ye karşı bir tepkisi gibi görünse ve gösterilse de, gerçekte olayın yöneldiği üç ayrı hedef vardır: İnsan, Tanrı ve Doğa…

İnsan bu “inkâr” edişiyle “reşit” olduğuna inanacak, bu inancıyla “doğa” üzerinde egemenlik kuracak, bu egemenliği kurmak adına da Tanrısal erke/ erkinliğe son verecek. Tohumları 17’inci miladî yüzyılda atılan ve 18’inci yüzyılda da bir felsefi anlayış olarak ortaya çıkan Aydınlanma, işte budur ve bugünkü Bilim anlayışı, Bilimsel Düşünce bu inkârın sonucunda ortaya çıkmıştır.

Bu yaklaşımda “Bilim”, duyu verilerinin düzenli düşüncelere uyumlulaştırılması; Bilimsel Yöntem ya da Bilimsel Düşünce Yöntemi de bu uyumlaştırmayı sağlayan uygulamalar bütünüdür. Gözlem, deney, akıl yürütme yoluyla oluşturulan varsayım, varsayımın denetlenmesi/ deneylenmesi ve gerekli düzeltmelerin yapılması, varsayımla deneyler arasında tutarsızlık kalmayıncaya kadar test etmeler ve böylece varılan sonucun kuramlaştırılması diye basamaklandırılabilecek uygulamalar…

Evet; “Bilim” ve “bilimsellik” adına öne sürülen sav budur. Öylesine bir savlama ki, sanki insanlık onların öncesinde bilimle hiç tanışmamış; ister kuram, ister yasa, ister buluş adına hiçbir şey gerçekleştirememiş.

Tarih ve özellikle de Bilim Tarihi insana ve uygarlıklara ilişkin olarak ve üstelik “bilim” çerçevesinde var olan hazineleri sıralasa da, Aydınlanma’nın inkârı bu elle tutulur, gözle görülür ve yaşanmış/ yaşanmakta olan şeyleri de kapsamıştır, kapsamak zorundadır.

Çünkü “inkâr”la birlikte ve o doğrultuda yapılandırılmak istenilen bir başka “iman”ın iman olarak yerleşmesi için bu alanda da “inkâr”a ihtiyaç vardır. Tüm o olgular, çünkü -savlamalarına göre- bir bilimin verimleri olsa bile, bu bilim onlara göre “bilimsel bilim” değildir. Sanki bunları gerçekleştirenler hiç gözlem yapmamış, hiç deneye başvurmamış, hiç kuram oluşturmamış, hiç yasalar saptamamış, hiçbir şey üretmemişler gibi…

Aydınlanma sonrası oluşturulan demeyelim de ağırlığı gözlenen bilimsel atılımların elbette inkârı mümkün değildir. Ama şu var ki, bu atılımlar “doğa bilimleri” bağlamında gerçekleşmiş; yüz yıllardan sonradır ki, o da bir “iman”a dönüşme ortamının oluşmasının ardından, sosyal bilimlere de soyut bilimlere de yansımıştır.

“İman ortamı oluştuktan sonra” diyoruz, çünkü ilim/ bilim iman demektir. Bilimsel Düşünce Yönteminin öğelerinden ya da basamaklarından biri olarak saydıkları ve “amaçlı” olarak “varsayım” diye adlandırdıkları olgu doğrudan doğruya bir “iman” ediştir, “iman” ediş doğrultusunda ortaya konulan “varsayım”dır. “Varsayım ile deney arasında tutarsızlık kalmayıncaya kadar deneylerin yenilenmesi” diye özetlenebilecek yöntemleri, işte, bu iman edişlerini deneylerle kanıtlayıncaya/ tanıtlayıncaya kadar çabalayıp durduklarının ifadesidir. Şu var ki, bu “iman” ve haliyle de onların “bilim” dedikleri disiplinler, üzerinde egemenlik kurdukları “Doğa” ile sınırlıdır ve onun ötesine hiçbir zaman ulaşamayacaklardır.

Oysa “bilim”i böylesine dar bir alan içine tıkayıp tıkıştırmak/ sıkıştırmak gerçekte “bilim”den değil, “cehalet”ten yana olmaktır.



Bilim, hani Batı’da Bilimlerin anası olarak anılan Felsefenin kapsamı içinde bulunan/ sayılan Yaratıcıyı, yaratılanı/ yaratılanları ve bunların arasında, bunlarla birlikte insanı birer sorunsal olarak konu edindiği zamandır ki, gerçekten de tam tamına bir bilim olur. Felsefecilerin ifadesiyle “mantık, fizik/metafizik ve ahlak” alanlarında söyleyecek sözü olduğu zaman… Buradaki “fizik/metafizik” vurgusu çok önemlidir. Çünkü konu sayımında sadece “fizik” denildiğinde, hatta Maddeci filozoflar bile “fizik” dediklerinde metafizik de kapsam içinde sayılmıştır.

Felsefenin muhtemelen Nebevî bir bilgilendirme zemini üzerinde kurgulanmış bulunan, değilse bile fıtrî/ yaratımsal bir sezgi ve kavrayış ürünü olan bu yaklaşımı oldukça tutarlıdır. Tutarlıdır, çünkü insanla, insanın yaratılışıyla uyumlu bir yaklaşımdır.

Âdem âleyhisselamın yaratılış sürecine baktığımızda onun muhatap olduğu iki nailiyeti görürüz: İsimlerin öğretilmesi ve ruh üflenmesi. Âdemoğullarının Yeryüzüne gönderilmesinden önceki aşamada (belki de Cennet döneminde) bireysel olarak nail olduğu üçüncü bir nimet daha vardır: “Rabbiniz değil miyim?”/”Evet, Rabbimizsin!” sözleriyle gerçekleşmiş olan “misak/ ahit”…

Mantık, esmanın/isimlerin öğretilmesinin karşılığıdır. Âdem âleyhisselam isimleri sayar, yani konuşur; natıkasına, mantığına tanık oluruz. Bu “bilim”dir. Fizik/metafizik, ruh üflenmesinin yansımasıdır. Âdem âleyhisselama ruh üflenmesiyledir ki, o kendisine ram edilmiş varlıklar üzerinde yetkin olmuştur. Bu da “hikmet”tir. Hikmet, bilimin/ bilginin yaşama geçirilme yetisi… Ahlak ise “Kalu Bela” misakının uzantısı.. “Marifet” de bu. Marifet budur; çünkü Rab bilinmiştir, O’nun rabliği tanınmıştır.

Bilim ve Hikmetle donatılmış/donanmış olan Âdem/âdemoğulları Rabbi “bilir” olmuş ve “Belê!” diyerek O’nun Rabliğine teslimiyetlerini dile getirmişlerdir.



Yeni bir başlık atmayı/bölüm açmayı gerektirecek adımı atacağımız noktaya gelmiş bulunuyoruz.

Ancak bu adım için gerekli zemini görmek üzere insansal sorunsalların gözlem alanı durumundaki “Yeryüzü Öncesi Dönem”e bir göz atmamız gerekecek. Âdem âleyhisselam ve eşinin Cennet’ten çıkarılma sürecine…

Kendisine isimler öğretilmiş ve ruh üflenmiş, böylece bilim ve hikmetle donatılmış olan Âdem âleyhisselam eşiyle birlikte Cennette iken, Şeytan’ın “Ey Âdem!” diye seslenişine muhatap olur. Açıktan değil de iç fısıltısı biçiminde gerçekleşen bir sesleniş. Kalıcılardan olması ve sarsılmaz bir saltanata erişmesi için “Yasak Ağaç”tan yemesi önerilmekte; bu yasağın melekleşmelerini engellemek için getirildiği söylenmektedir.

Âdem âleyhisselam, Yüce ALLAH ile olan ahitleşmesini de unutmuş olduğundan, söylenen bu sözleri yeni bir bilgilenme, o âna kadar kendisinden gizlenmiş bir bilginin kendisine iletilmesi olarak yorumlar ve de yeni edindiği bu bilginin gereği olarak da -eşiyle birlikte- “Yasak Ağaç”tan tadar.

Bu tadış sonucunda farkına vardıkları bedenlerinin çıplaklığını cennet yapraklarıyla örtmeğe çabalarlar. Bir yandan da yaptıkları yanlışı anlamış olarak Yüce ALLAH’a yönelir, O’ndan aldıkları kelimelerle tövbe ederler.

Ve, hepimizin bildiği sürecin sonunda Cennet’ten çıkarılırlar.

Olaya konumuz olan “bilim, bilgi, bilgilenme ve hatta bilgi kaynakları ve bilgilenme yolları” açısından baktığımızda Âdem âleyhisselam ve eşinin bu süreçte art arda birkaç evreyi yaşadığını görürüz.

Birinci Evre: İsimlerin öğretilmesi, ruh üflenmesi, ahitleşme. Bilim, Hikmet ve Marifetle donanma dönemi. Bilgi kaynağı, Yüce Yaratıcı; bilgilenme yolu vahiy, yani bildirim. Bildirilenin alınması, algılanması; bir tür “haber”; haber olarak gelen bilgi.

İkinci Evre: “Yasak Ağaç”a yönelim süreci.. Yeni/ gizli bir bilgiyle karşılaşma coşkusu ve şaşkınlığı.. Bilgi kaynağı, Şeytan; bilgilenme yolu “vesvese/ iç fısıltısı”.. Sezme, sezgi şeklinde bir bilgileniş.. Bir tür içe doğuş; içten/ bâtından doğan, doğuyormuş gibi görünen bilgi..

Üçüncü Evre: Yasak Ağaç’tan tatma sonucu farkına varılan bedenin çıplaklığını örtme çabası.. Cennet yapraklarına yöneliş.. Bilgi kaynağı, Cennet yaprakları yani doğa;  bilgilenme yolu, akıl yürütme.. Gözlem sonucu varılan yargı; dışımızdan edinilen bilgi..

Bu evrelerden her biri, âdemoğullarını ayrı bir bilgi türüyle karşılaştırmış/ tanıştırmış, o da her birinde yaşamını o evredeki bilgiye göre kurgulamak cihetine gitmiştir. Ve süreçten okuyabildiğimiz kadarıyla da insan ilk evrede “insan” olmuşken, Bâtın bilgiler doğrultusunda davranmakla Cennet’i kaybetmiş, çıplaklığını örtmek örneğinde olduğu üzere aklına göre vardığı yargıdan sonuç alamamış, ancak Yüce ALLAH’a yöneldikten, yani ilk evredeki bilgilenişini yaşamına yansıttıktan sonradır ki kendine gelebilmiştir.  

Nebevî, Bâtınî ve Aklî bilgilenme türlerine/ yollarına baktığımızda dikkat edilecek olursa yöntemlerden ikisinde sezgi ve akıl olarak adlandırılan insana özgü iki yetenekten doğrudan doğruya yararlanılarak bilgilenme gerçekleştirilirken, birinci sırada verdiğimiz üçüncüsünde elçilerin aracılığı söz konusudur. Melek ve insanlardan seçilmiş elçilerin aracılığı..

İlk ikisinde bilgi ya da bilgi kaynağı kabul edilen odak ya da odaklarla doğrudan bağlantı kurularak bilgilenme gerçekleşirken, ilk sıradakinde bilgilenme elçiler aracılığıyla ve haberleşme yöntemiyledir.

Bir küçük not: Burada anılan akıl, felsefî bir kavramdır ve gerek işlevi gerekse ona hamledilen yapısı bakımından da “kavrayıcı/anlayıcı/tanıyıcı” değil, “belirleyici/ kurallandırıcı/ tanımlayıcı” bir akıldır.

Ve aralarındaki fark için son bir vurgulama:


Nebevî Bilgilenme içerik ya da kapsam olarak geçici bir süre için geçinmek üzere Yeryüzü’ne gönderilmiş ve orada halife kılınmış olan âdemoğlunun tüm ihtiyaçlarını karşılayıcı bir bütünlükte iken, ikinci sıradaki Bâtınî Bilgilenme insanın kendini aşması, insanüstü bir konum yakalaması, bir bakıma tanrılaşması amaçlıdır. Üçüncü sıradaki Aklî Bilgilenme ise doğa üzerinde tanrısal bir güç kullanma hedefine yönelik işlevleniş içindedir.

Aklî Bilgi, gerçekte Nebevî Bilginin veçhelerinden biri olan Hikmet’in yozlaşmış halidir. Bâtınî Bilgi de Marifet’in bozunuma uğramış hali.. Nebevî Bilgi’nin birer yeti olarak insan fıtratında yer alan bu veçheleri Şeytan’ın önerdiği/özendirdiği “sarsılmaz bir egemenlik kurma” ve “kalıcılardan olma” eğiliminin azgınlaşması sonucunda böylesine bir yozlaşmaya, bozunuma uğramıştır.



 Düşünce ve inanç bağlamında insanın/ insanlığın açıklamalar aradığı “Yaratıcı, Yaratılan ve İnsan” sorunsalı açısından yaklaşımda bulunulduğunda, Nebevî Bilgideki Marifet veçhesinin Yaratıcı’ya, Hikmet veçhesinin Yaratılana, Bilim veçhesinin de insana ışık tuttuğunu görürüz.

İnsan Marifet’in ışığında Yaratıcıyı, Hikmet’in sayesinde doğayı, Bilim’in kılavuzluğunda da kendini bilir. İlk iki veçhe insanın dışına yönelikken, üçüncü veçhe kendine dönüktür. Kendisi bağlamında “var” oluşu, kendisinin varlığını algılayacağı, kavrayacağı açılım.

İnsanı ve insana ilişkin her şeyi anlayabilme yolunda ipuçlarını devşirebileceğimiz alan olan yaratılış, insanın yaratılışı sürecine baktığımızda “var” olmanın isimlerin öğrenilmesiyle gerçekleştirildiğini görürüz. Beşer olarak yaratılmış bulunan kimliksiz kişi, isimlerin öğretilmesi üzerine “Ey Âdem!” hitabına mazhar olur.

Âdem, meleklere isimleri söyler/ sayar. Bu öğretilmiş olan şeylerin zikridir. Haliyle de Yaratan’ın ve Öğreten’in zikri. İşte burası Bilim ile Zikir’in özdeşleştiği, belki daha doğru bir deyişle örtüştüğü yerdir.

Nebevî Bilgi’nin Bilim veçhesinin insan yaşamına söylem ve anış bağlamında “Zikir” olarak yansıtılması ve aynı zamanda bir Zikir olan Kur’an-ı Kerim’in ölçüt ve hakem edinilmesi, Hikmet ve Marifet veçhelerinin sağlıklı işleyişini sağlar ve Zikir’in süreklileştirilmesi iledir ki, Hikmet’in Aklî Bilgiye, Marifet’in de Bâtınî Bilgiye dönüşmesine yol açan yozlaşma ve bozunumun önüne geçilebilir.  



Nebevî Bilgi’nin bu kuşatıcılığına karşın, nasıl oluyor da çağımız/ günümüz insanları Aklî Bilgi’nin egemenliğine, Bâtınî Bilgi’nin de güdümüne girebiliyor? Ve Nebevî Bilgi bunların yanı başında, niçin, kabuğuna çekilmiş bir durumda kalıyor?

Bu sorunun yanıtı basittir:

Aziz bir yadigâr, kutsal bir emanet olarak özenle korunan ve Kıyamete dek geçerli olması gereken bu bilgi, evet,  kullanıma alınamadığından ötürü çağın/ zamanın dışında kalmış bulunuyor. Ağırımıza gitse de bu ifade çok önemli: “Zamanın dışında kalmış bulunuyor..” Daha doğru-düzgün bir anlatımla söylersek, o bilgiye sahip olması, onu kullanması gerekenler onun gösterdiği bilgilenme yollarını göremediklerinden ötürü onlar eliyle zamanın dışında bırakılmış bulunuyor.

Şöyle anlatalım:


Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda insanlık tarihi, “İnsan”ın Yeryüzü yaşamındaki eceli bağlamında üç dönüşüm/ başlangıç noktasına işaret edildiğini görürüz.  

1. Yeryüzü’ne geliş..

2. Nuh Tufanı ile Yeryüzü’ndeki yaşamın yenilenmesi..  Tufan ile birlikte, daha doğrusu Tufan sürecinde ya da sonrasında, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Nuh Kavminden sonra”  insanların “yaratılışça geliştirilmiş” olmasını da kapsayan yenilenme..

3. Nübüvvetin sona ermesi..


İnsanlığın bu üç dönemine koşut olarak da üç farklı bilgilendirme yolu olduğunu görürüz:

Âdem âleyhisselamdan Nuh âleyhisselama kadar olan dönemde bilgilendirme yolu “tedris”.. Bu uygulamanın bayrak ismi İdris âleyhisselam.. Yöntem, insanların bir öğreticinin rehberliğinde bire bir ders verilmek suretiyle “bilgilendirilmesi”… Bu savımızın dayanağı, kendini İdris âleyhisselama nispet eden mistik öğretilerin halen bu yöntemi kullanıyor olması.. Ayrıca “ders, tedris, idris” kelimelerinin kökteşliği de dikkat çekicidir.

Nuh âleyhisselamdan Efendimiz âleyhissalatuvesselama kadar uzayan dönemdeki bilgilendirme yolu ise “tebliğ”.. Bildirme ve açıklama.. Bayrak isim İbrahim âleyhisselam; çünkü Kur’an-ı Kerim pek çok ayetinde “İbrahim’in Dini” diye adlandırma yapıyor..

Efendimiz âleyhissalatuvesselamdan yani Nübüvvetin sona ermesinden sonraki dönemde bilgilenme yolu ise, “teklif”.. Nübüvvetin sona ermesine karşın bu dönemin Kıyamete dek sürecek zamandaki bayrak ismi Muhammed âleyhissalatuvesselam. Ahir zaman elçisi…

Artık Nebi gelmeyecek.. Mutlak gerçekliğin bilgisinin yol haritası olarak Kur’an-ı Kerim insanlığa emanet edilmiş ve Nübüvvet kesildiği için de bir bakıma insana “Bundan sonrasında kendi başınasın, Kur’an’ın rehberliğinde bildiğince yürü!..” denilmiş.

Bu, insanlığın özellikle Hikmet’in farkına varmaları için gerçekleştirilen bir çağrıdır.

Bu döneme “teklif” dönemi diyoruz. İki yönlü bir “teklif” söz konusudur, çünkü..

Birincisi, Yaratıcı’nın cihetinden gelen teklif-mükellefiyet/ yükümlülük. Akletme yükümlülüğü.

İkincisi, insanın bilgilenmesini sağlayıcı öğeleri bağrında taşıyan “doğa”dan teklif: “Gel, benden yararlan..” Kur’anî ifadeyle söyleyecek olursak, “Yaratılmış olanları gör/gözlemle ve aklederek bilgilen…” Bilgilenerek kendini çek-çevir, Cennet yaşamına liyakat kesp etmeni sağlayacak yaşantı için gerekli ortamı kendin oluştur…

Kur’an-ı Kerim’in hiçbir semavî kitapta rastlamadığımız “doğayı gözlemle, gördüklerine göre aklet”  buyruğunu sıkça tekrarladığını anımsarsak, Nübüvvet dönemi öncesi ve sonrası insanlarının da tıpkı Nuh Tufanı öncesi ve sonrası insanlar gibi farklı, yaratılışça gelişmiş olduğunu düşünebiliriz.

Bu farkı fark etmeliyiz. Nübüvvetin sona erdiğini ve “akletme” döneminde bulunduğumuzu..

Peki, Çağdaş Bilim anlayışı güdenlerden farkımız ne olacak?

Onlar Nebevî Bilgi’nin Bilim ve Marifet veçhelerinden habersizlikleri ya da inkârları dolayısıyla Aklî Bilgi’ye tutuklanmışlarken, biz Nebevî Bilgi’nin Bilim ve Marifet veçhelerinin aydınlığından kopmaksızın bugüne dek ihmal ede geldiğimiz Hikmet veçhesini de yaşamımıza geçirmiş olacağız. Unutmayalım ki, İslam Âleminin/Uygarlığının “Aydınlatma” çağında bu yapılmıştı.

Vesselam....


Zübeyir Yetik