๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 19 Aralık 2010, 15:38:01



Konu Başlığı: Bey ile Dilenci
Gönderen: Ekvan üzerinde 19 Aralık 2010, 15:38:01
         Bey ile Dilenci


Ey çölde dolanıp duran! Vaha ararsan, Bey yeter.
Durma, dilen kapısında, payın “susamaksa” eğer.
 

“-Sana vermek yaraşır Beyim, Allah rızâsı için ver.” dedi Dilenci… Ellerini açtı ve sustu.

Bey, dışarı hiç çıkmadan, içeriden, pek celâlli çıkıştı:

“-Ne verecekmişim!” dedi, “Yanlışlıkla yere düşse hemen, çöpe atacak oluyorsun! Temizleyeyim, zâyi etmeyeyim, demiyorsun! A yüzsüz, hele söyle, yere hayvan mı pisledi, yoksa sen mi?! Ne diye o lokmayı hiç düşünmeden necis sayıyorsun?! Bir gün yere düşsen de, seni de o lokma gibi hakir görseler, hiç râzı olur musun?! Yoksa hatanı anlamak için, Allâh’ın, seni çöplükten lokma arayacak kadar fakir bırakmasını mı bekliyorsun? Söyle, o günün gelmesi için mi, böyle şiddetli kaşınıyorsun?”

Dilenci utandı. Bu şamar gibi sözler sebebiyle, yanakları kızardı. Bey, pek celâlliydi besbelli; ama doğruyu söylerdi.

“-Hakk’a baş eğ!” dedi nefsine… Hiç karşılık vermedi.

“-Hatırla…” dedi Bey, “Geçen gün de güyâ nefis muhâsebesi yapmış, günâhını görmüş, kendine kızmış da, «Tüküreyim hâlime!..» deyip, yere tükürmüştün! Be yahu! Sen zelilsen, yerin ne günahı var?!”

Dilenci, kocaman bir taş yemiş gibi acıdığını hissetti canının. Nefsi kabarır gibi oldu. İçinden, “Bey dedim, kapısına geldim, hele şunun da ettiğine bak!..” diyecek oldu; ama cevap öyle çabuk geldi ki, sanırsınız Bey, Dilencinin gönlünden geçeni duydu:

“-Dilenene gıdım gıdım verirler. Hep bal değil, bazen zehir, bazen zıkkım verirler. Dilencinin kadri kıymeti de olmaz. Sen hakikatli dilenciysen, verilenden râzı ol. Nefsine kıymet verilsin diye bekleme!.. Elinden nasiplendiğin zenginin aşkıyla sarhoş ol da, «Bu ne biçim nasip?» deme! Ama sen, dilenciliğinde bile yalancı isen, o vakit fazlayı az, «ankâ»yı kaz bulur; burun kıvırıp, bir cakayla uzaklaşır gidersin. Git be! Öyle dilenciyi, bu fukarâlığımla ben bile beğenmiyorum ki, zengin olan beğensin!”

Bu sefer şaşırdı Dilenci.

“-Estağfirullah!” dedi, “Hâşâ Beyim, sen bildiğim tek zenginsin.”

“-Ben senin bilmediğini bilirim.” dedi Bey. “Zenginin zengini vardır, fakirin daha fakiri… Bak, hem bir de yetmiş yaşında bir kadın bilirim. «Yaşım yetmiş, işim geçmiş.» dedi bir gece, «Allâh’ım, artık beni korusan da olur, korumasan da!» O kadın, aynı gece gidip, komşusuna zinâ teklif etti de, yetmişinden sonra zinâkâr oldu. Bunlar oldu! Gözünü aç, ne dediğine dikkat et, son nefesini verene kadar haddini bil de, Allah’tan muhâfaza istemeyi ihmal etme!..

Vallâhî sen kim olursan ol, O’nun muhafazası üzerinden kalktığı takdirde, her kötülüğü yapabilecek bir nefs taşıdığını unutma!.. İnsanoğlunun başına gelmeyecek iş yoktur. Şunu da unutma: Senin asâletin, kapısında dilenmekte olduğun asilin kadrini bilmektir. Onun karşısında ne kadar boyun büker, ne kadar acze düşer, ne kadar yakaran bir gariban olursun; O’nun yüceliği karşısında, kendi zelilliğini ne kadar fark edersin, işte o vakittir, senin aslanlığın, sultanlığın ve asilliğin!”

* * *

Öyle zannediyorum ki, bir başkası olsa, böyle bir Bey’in kapısında bir dakika daha durmazdı, ama dilenci tuhaf adamdı. Yerinden bile kımıldamadığı gibi, üstelik bir de serenâta başladı:

“-Aman Beyim, karşında zaten tüyü dökülmüş, uyuz bir sokak kedisine dönmüşüm. Bende asâlet ne gezer? Asil de, sultan da; aslan da, kaplan da sensin. Kükre beyim, kükre! Kükre de kendime geleyim. Yeter ki, susup beni harâp etme. Bir an bile kesme benimle sohbeti, etme. Bunalırım, daralırım, her bir hâle girerim sensiz. Kapını kapatma bana. Ya da hep işte böyle, içeriden bir ses ver. Dışarıda ayaz var Beyim, ayaz! Dışarısı kar boran! Beni kapı dışında, kendi hâlime terk etme. Gel, rahmetini göster de, içeriye kabul et beni.”

Bu talep üzerine sustu Bey. Ama bu susma, dilenciye o kadar uzun geldi ki, başladı inlemeye:

“-Tamam, talebimden geçtim. Olanın şükrünü seçtim. Hem çok suçum var, bilirim. De ki şu sesini esirgeyişin, hangi suçumun cezâsıdır. Israrla susmanı, hangi hayra yorayım Beyim? Peki, sus. Zaten ne konuşturmaya, ne hakkıyla sevmeye, ne de bırakmaya yeter gücüm. Buldun âcizi, dilediğini yap bakalım; ama şu boyuma, şu ağırlığıma, şu çapıma bak da insaf et be yâhu. Dayanamam bilirsin. İnsaf et, bu kadar sessizliğini, ben nasıl kaldırayım senin? Hâlim kalmadı, korkum çoğaldı, insaf et sevdiceğim.

Dersen ki bu cezâ değil, aman işte ne bileyim, suçlu olunca, cezâ verdin sanıyorum böyle. Hem sessizliğin ağır cezâ hükmündedir bilmez misin ha, bilmez misin?! Ben yana yana bir bakışını, bir gülüşünü, bir «fakir!» deyişini beklerken, gelmeyişin ne büyük cezâdır bilmez misin? Bu kadar mı habersizsin hâlimden? Bu kadar mı Beyim? Sıkıldıysan, bıktıysan, onu da söyle! Açık açık söyle. Vallâhi o vakit, ne insaf isterim senden, ne de ses… Sana temelli düştüğümü görüp de kendince mesafe koyuyorsan, onu da söyle, bileyim.

İşte şurada, kapının dışındayken bile, en mahrem odalarına girer, en mahrem hâllerini seyrederim. Ne sana gizlim kalmıştır, ne bana gizlin... Sana her şeyi haber verişimden bıktıysan, bileyim söyle! Benim sevmem de işte böyle. Beğenmediysen, alayım sevgimi, başıma çalayım! Kapından defolup gideyim, hayatından çıkayım!

Sen böyle sessizliği ve yokluğu seçtiğinde; ortada, öyle kendimle baş başa, kendi yorum ve kuruntularımla yapayalnız bıraktığında beni, ne hâle girdiğimi bilmez misin? Etme be! Etme. A benim merkezim, râbıtam, sevdâm! A benim tutkum, en büyük hasretim! Hiçbir şeyimken her şeyim! Fikrimi, hissimi, açığımı ve gizlimi öylece önüne koydum diye mi kendini esirgiyorsun? Zelil düştükçe ben, sen kat kat asâlet urbası mı giyiniyorsun? Bana cezâ, işte senden mahrum kalmak, bilmiyor musun sanki, bilmiyor musun?!”

Dilencinin bu sözlerine karşılık Bey, yine hiç görünmeden; fakat bu sefer daha yumuşak bir tonda, tekrar başladı söze:

“-İnsanlar işte böyle, sorar dururlar zaten!” dedi. “Bazısı, çok sormakla âlim olacağını zanneder. Bazısı, çok bilince başının göğe ereceğini… Kimi de laf olsun diye sorar. Tabiî, hak yememek lâzım. Kiminin sorusunda, seninkinde olduğu gibi samimiyet ve aşka talep vardır.”

O esnâda Dilencinin yüzünde beliren tebessümü size nasıl anlatayım ki? Ellerini daha da büyük bir aşkla açıp, tekrar, “Allah rızâsı için ver Beyim!” deyişindeki o içtenliği nasıl dile getireyim? Öyle bir manzaraydı ki bu, sadece seyrine dalabildim. Bey:

“-O hâlde işte sana bir tembih…” dedi. “Eğer sana, her işi, aklıyla çözeceğine inanmış biri gelir de, sırf senin îmân etmiş kalbini köşeye sıkıştırmak ve -hâşâ- Allâh’ın kelâmını saçma kılmak maksadıyla sorarsa ki, «Elif lâm mim, ne demek?», şöyle söyle: «Elif lâm mim, senin aklın her şeye ermez, haddini bil, demek»!..

Al, sana ikinci tembih: Eğer yüzüne gözüne kusur bulan densiz biriyle imtihan edilirsen, sen de o densizi şu soruyla imtihan et; «Sen, beni mi beğenmiyorsun, yoksa beni Yaratan’ı mı?» de.

Bu da üçüncü tembih: Eğer şu kapımdaki hâllerine bakıp da, hakkında dedikodu çıkaranlar olursa, işlediğin günahları yokla ki, muhtemelen bir günâhının keffâreti olmak üzere oluyordur. Baktın ki, günahın yok, sakın dert etme, sevin ki, bu sefer de Rabbinle yakınlığın artıyordur. Üzüleceksen, dedikodunu yapanlara üzül. Zira onlar bu şekilde devam eder de, hâllerine «Estağfirullah!» demezlerse, yarın hâlleri pek çetin olacak. Oysa aynı dedikodu senin, virdinden sayılacak.”

“-Ver.” dedi Dilenci, “Allah rızâsı için, biraz daha ver!”

“-Al, o zaman!” dedi Bey, “Al, bu da dördüncü tembih: Kimse, imtihanıyla kınanamaz. Bu sözü iyi belle. Seni imtihanından ötürü kınamaya kalkacak olanın, benzer bir imtihanla sınanması da zaten yakındır, dertlenme.”

“-Bir daha ver.” dedi Dilenci. “Ver ne olur, esirgeme!”

Bu ısrarlı talep üzerine:

“-Bunu da al, helâl olsun!” dedi Bey, “Al, bu da beşinci tembih: Muhâtabına duyduğun saygı, onun tek bir tuhaflığıyla kopacak zayıf bir ip gibiyse, at çöpe gitsin. İyi bil ki, öyle saygıdan ne sana, ne muhâtabına hayır gelir. Evet; saygı, kazanılan bir şeydir, doğru; ama kazanmasını bekleme de, ara sıra sen hibe et, ihtiyaç hissedene.”

* * *

İşte bu tembihlerin ardından, bir daha günlerce ses vermedi Bey. Sadece bir kerecik, miyavlamakta olan bir yavru kediyi kucağına alıp sevmek için göründü kapıda. Bir de çokça azık, para ve elbise bıraktı kapının yakınına. Siz belki Dilenciyi, verilenleri aldı da, evine gidip dinlendi sanırsınız ya, yok, öyle olmadı. Dilenci, o karda boranda, öylece dışarıda beklemeye ve Bey’den yeni bir ses ummaya devam etti.

Nasibini bekledi yılmadan... Hani bildiğimiz nasip; şu hem kıymet, hem ziynet olan.

“-Yâ nasip!” dedi bekledi.

Bu sözünde kimi zaman te’yid ve te’kid; kimi zaman serzeniş, tevekkül ve temennî… Sadece bu kadar değil, gerçi. Aczin başladığı noktada söylenirdi “Yâ nasip!”... Ondan öncesi sormaktı, aramaktı, gayretti. Elinden geleni yapanın, bekleyiş için oturmasıydı, duâ idi… Nasip işte. Bey sustukça sustu, Dilenci inledikçe inledi. İnleyişi bazen acıklı bir sese, bazen bir meydan okumaya benzedi:

“-Bana, «bu senin sevdan» demiştin. Al işte, ben de böyle yaşıyorum sevdayı. Yok, Beyim yok! Karşılık ummam demiş, büyük konuşmuştum ya tövbe! Karşılık da umuyorum. Tek başına sevda, benim harcım değil! De hele, o yavru kedi kadar da mı hatırım yok? Allah rızâsı için, ne süt beklerim, ne de et. O bıraktığın azıkla para, vallâhi bana eziyet! Sadece sevgini vermek için, ne olur ki, o sıcak bağrına, bir kere de beni dâvet et. Bir kere be! Bir kere! Korkma başına kalmam Beyim!

Ah ah! İşte, manzara böyle… Ben konuşurum, sen dinlersin. Ben bitiremem sözü bir kere, sen bir söyler, bin seyredersin. Sen Beysin; rahata ermişsin. Ben hem fakir, hem zelil, hem gevezeyim; kendimle cedelleşmedeyim. Yorgunum Beyim, yorgun! Zorlardayım zaten, bir de sen, yokluğunun acı tadını sürüp de dilime, temelli mahvetme beni.

«İşine geliyorsa böyle, sana özel davranamam.» dersen, yapacak bir şeyim yok. Mecbur ve mahkûmum sana. Kıvrılır yatarım şu kedilerle beraber, eşiğinin bir ucunda. En fazla işte böyle, acı acı miyavlar, yoruldukça susar, sonra yine devam ederim.

Ya kovarsın, ya dinlersin, insafına kaldım Beyim! Üstelik dokuz canım var ne yazık. Birini alsan, sekizi; beşini alsan dördü dipdiri… Ölmemi bekliyorsan, vallâhi daha çok beklersin. İyisi mi yol yakınken kov beni Beyim, kov beni! Ya da artık insaf et de sarıl bana sımsıcak... İki arada, bir derede, beni böyle inim inim inletip de, söyle, kârın mı olacak?

Bezdim canımdan bezdim! Bilmez misin ki yine çok özledim. Kastetmene gerek yok ki, sen beni zaten, çoktan yakıp kül ettin. Geveze külüm! Zayıf külüm! Uçuşup gitsem de, sen de kurtulsan keşke; ama yok! Esmiyor rüzgâr! Uçurmuyor! Kapında öylece kaldım, neyleyim…”

Bu son sözlerin ardından:

“-Ver deyip duruyorsun, söyle, daha ne istiyorsun?” diye seslendi içeriden Bey.

Hiç hâli kalmamıştı:

“-Allah rızası için vur da öldür artık beni!..” dedi Dilenci.

Sonra bakın aralarında nasıl bir konuşma geçti:

“-Bakıyorum da pek uyanıksın, o kadar ölesin varsa, durma, işte şurası uçurum, git atla!”

“-Aman de Beyim, atlamam, gelir itersin, o başka.”

“-Neye susadın ki böyle, hiç susmak bilmiyorsun?”

“-Göğsüne susadım Beyim, hâlâ mı söyletiyorsun!”

* * *

İşte tam da bu sırada ne oldu biliyor musunuz? O en başta, şamar gibi sözler söyleyen Bey dışarı çıktı, bir sarmaşık, dalı sarar gibi sarıldı Dilenciye. Günlerdir susmak bilmemişti ya hani Dilenci, o anda öyle bir sustu ki, korktum, eyvah, can verdi diye. Sonra güldüm o korkuya. E öyle ya, Mâşuk’a kavuşmuş âşık, artık ne söylesin, ne diye inlesin… Elbet sussun, duyabilen, o meşkte semâ eylesin.
 
 

 

alıntıdır