> Forum > ๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ > Dini Konular > Dini makale ve yazılar  > Benim dinim senin dinin Onun dini
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Benim dinim senin dinin Onun dini  (Okunma Sayısı 628 defa)
22 Kasım 2010, 14:55:17
Sümeyye

Çevrimdışı Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 29.261



Site
« : 22 Kasım 2010, 14:55:17 »



Benim Dinim, Senin Dinin, O’nun Dini…


Bu yazımızda, Türk toplumunun islama bakış serüveninde çok kısa tarihsel bir seyir yaparak, İslam’ın bizim kültürümüzdeki algılanış biçimi hakkında belirleyici çok küçük notlar düşüp, ruhumuzda üstün bir değeri olduğunu söylediğimiz İslam’ın aslında gözleri kamaştıracak bir düzeyde hayatımıza alınıp alınmadığını görmeye çalışacağız. Yoksa maksadımız, Türklerin, Muaviye’nin valisi Ubeydullah bin Ziyad ile başlayıp Kuteybe ile yoğunlaşan ve bugüne uzanan geniş bir tarihi hikâyesini ortaya koymak değildir. Görmek istediğimiz yalnızca, Allah’ın koyduğu hükümlerin geniş bir yelpaze içinde geçmişten günümüze ne kadar duyarlılıkla ele alındığını görmektir o kadar.

Nazım Paşa’nın; “Be biz Osmanlıyız, biz bize benzeriz” diye söylediği meşhur bir sözü vardır. Dolayısı ile bizim kültür atlasımızdaki her anlayış’ın, her olgu’nun yalnızca bize ait istisnai renkleri taşıyor olması tarihi bir vakıadır. Yalnızca bizim toplumsal dokumuza has olan, batı toplumlarında benzerini bizdeki kadar büyük ölçekler içinde göremeyeceğimiz ve bizi bütün açıklığıyla tanımlayıcı vasıflarımızdan biri de, yalnızca yönetim erki’nin ve aydınların gösterdiği yolda derin bir iç rahatlığı ve kendinden geçiren bir biat anlayışı ile yolumuzu sürdürme anlayışımızdır. Tarih boyunca hep çok üstün görülen iradelerin buyrukları tartışılmaz değerde emirler telâkki edilmiş ve onlara kusursuzca itaat edilmiştir. Bugün bile insanların sürüler halinde bir yığın cemaate kapılanıp oradan fikir alıp iman tazelemeye duydukları ihtiyaç, kıt bir zekâdan ziyade, deva reçetelerini hep başka iradelerden isteme alışkanlığındandır. Bu o kadar öyledir ki; bunun öyle olmadığı söylendiği ölçüde bizzat öyledir. Ve ne yazık ki, bu tarafımız, bizi selamete çıkaracak en faydalı ve en duyarlı yanlarımızı elimizden alarak hep başkalarının ruh üstünlüğüne güvenmemizi kolaylaştırmıştır. 1924 yılının ilkbaharı. Erzurum Pasinler’de bir depremde birçok köyün evi yıkılır. Zarar gören halk için oraya giden devlet ricâli insanlarla konuşmaya, bilgi toplamaya başlar. Bir ara yetkili kenarda suskunca duran şahsa sorar: “Hükümet sana kaç lira verse zararını karşılayabilirsin?” adam yöre ağzıyla cevap verir: “Valle Padişeh bilir,”  “Baba artık Padişah yok, siz onları kaldırdınız, söyle bakalım zararın nedir?” adam yine cevap verir: “ Padişeh bilir.”(Niyazi Ahmet Banoğlu-Tarihi Öyküler CD2-Genelge ile devrim olmaz) İşte bizim insanımız, kendi ruhuna kılavuzluk edecek iradeyi elde edemediği ve kendisini daima yeteneksiz bulduğu için, geleceğini de sürekli hatalı temalar ve şüpheli yollarda aramıştır.

 Sistem bazen bunun öyle olmadığını, zihinsel dönüşümün başladığını ve artık toplumsal iradenin özgür kalacağı olgunluğa geldiğinizi size hissettirecek dramlarını ortaya sürer. Ve siz bu noktada; “evet artık kendime malikim” dediğiniz anda yeniden bir başka oyunun rolünü üstlenmişsinizdir. Bu durum sosyal hayatın bütün alanlarında böyle olmuştur ve böyle sürmektedir. İstisna denilecek aykırılıklar zaman zaman göze gelse de sistemin boğucu atmosferi içinde kolayca örtülmektedir. Zaten bir devrin ünlü sadrazamı Keçeci Fuat Paşa, halkın bu suskunluğunu, talepsizliğini ve hareketsizliğini kendisine has nükteli üslubu ile “Halktan, tabandan hiçbir talep gelmediği için biz de pabuççu muştası gibi yan taraftan, yabancı sefaretlerden yardım alıyoruz” diyerek durumu özetler. Selçuklulardan Osmanlıya, Osmanlıdan günümüze uzanan kültür atlasının toplumsal gelişim çizgisinde çok şey var gibi görülse bile, özellikle İslam’ı, hayatın bütününü kuşatan bir ilkeler manzumesi olarak görmede, devletin ve halkın din anlayışlarındaki derin farklılıkları sürmektedir. Yâni İslâm’a ait kavramların dili; her iki tarafta da bütünüyle kitaba uygun düşmemekle beraber, devlet’in ve halk’ın kendilerini ittifak halinde görmek istediklerinde birbirlerine karşı kullandıkları müşterek bir dil olmuştur. Yani Medrese’nin, halkın, Bâb-ı Âli’nin ve saray’ın İslami algılamaya bakışları farklı olmuş ama şartlar gerektirdiğinde bu alan hep bir ittifak hattı olarak kullanılmıştır. Meselâ, dinî duyarlılığı hiç olmayan ve hatta İslam’a çok ciddi hasım olduklarını bile söyleyebileceğimiz ittihatçılar(1), toplumun nezdinde nüfuzlarını kaybetmeye başladıklarında, kendilerine eski sempati duygularını yeniden kazandırabileceği umuduyla, Ramazan ayında oruç yiyenlere ağır cezalar verileceğini bildiren yasalar çıkarırlar. Yani İslam anlayışı, bizde yönetim yetkisini elinde bulunduranlar tarafından, çok yüksek heyecanları ilham edecek bir terbiye havası içinde ele alınmamıştır. Çok büyük bir ekseriyeti okuma yazma bilmeyen halkın(tebaa) ise İslam dinini tanıması ve ona duyduğu yakınlığı; Kur’an ile bizzat yüz yüze gelme terbiyesi ile değil, tekkelerin, dervişlerin ve benzeri unsurların güzelliklerini üstün bir zevkle benimsemeleri, eski Türk şaman geleneklerinin İslam’a katılması, Hıristiyan ve Yahudilerin Müslüman olduklarında buraya kısmen taşıdıkları inançları ile oluşmuş heterojen bir harmandır ki, yaygınlığını bugün bile hâlâ sürdürmektedir. Yâni toplumumuzda İslam denildiğinde bütün meşhurluğuna rağmen söz hakkı, Kur’an’ın değil maalesef halkın dimağına hakim olan diğer unsurlarındır. Ama o, onun Kitap’tan olduğunu söyler. Bu konuda kendimizi ve özellikle de geçmişimizi sorgulamayı ecdadımıza karşı bir tür nezaketsizlik ya da bir vefasızlık telakki edip sorgulamadığımız sürece(*) masallarda yaşamayı sürdürürüz. İslam bir bütün olarak, yani hayatımızı bütünleyip tamamlayıcı bir din anlayışı olarak bünyemize tamamen nüfuz etmiş midir? Buna evet demek o kadar kolay değil. Bakınız, Sultan Alparslan’ın ve Melikşah’ın ünlü Selçuklu veziri Nizamü’l- Mülk’ün meşhur eseri “Siyasetname”sinde, sultanların nasıl davranmaları gerektiği konusundaki tavsiyelerinden birisi de, hafta içinde bir veya iki gün tertip edilmesi gereken ve türlü merasim incelikleri anlatılan içki(şarap) meclisleridir.(Nizamü’l-Mülk– Siyasetname –XXX.Fasıl) Osmanlı’da ise devletin İslam algılaması, özellikle II. Mehmed’in merkezi devlet otoritesini tesis etmesinden sonra halkı bir arada tutan siyasi bir dayanak, en yüksek dini merci şeyhülislamlık ise, hakkın mührünü taşımaktan çok, devletin icraatını halk nezdinde meşrulaştıran bir onay makamı olarak işlevini sürdürmüştür. Sarayın fermanını, meşru olmayışı sebebi ile onaylamayı kabul etmeyen din büyüklerinin sayısı çok olmamakla birlikte, bu reddiyelerinin, çok geçmeden kendi azillerini getirdiğini görmekteyiz. Mesela, II. Osman’ın kardeş katli konusundaki fetva talebine Şeyhülislam Esad Efendi olumlu cevap vermeyince derhal azledilir. (Prof. Dr. M. A. Ünal- Türk Yurdu – 700. Yılında Osmanlı shf. 191) Ne var ki, siyasallaşmış şeyhülislamlar’ın ve ulema’nın hepsi aynı iman duruluğunda olmayınca Kur’an adına meydan okuyacak cesareti de kendilerinde bulamazlar. Sultan II. Abdülhamid’in halli hususunda asılsızlığı ve yalan tertibi herkes tarafından bilinen ve bu sebeple fetva emini Hacı Nuri Efendi tarafından reddedilen hal fetvasını büyük tefsir âlimi Elmalılı Küçük Hamdi Efendi hazırlamamış mıydı? Eğer o günün zorlayıcı şartları vardı diyenlerimiz olursa, aynı kimseler, benzer şartları Ebu Hanife için de düşünüvermelidirler. Bir konuda ilim sahibi olmak ile imana dayalı bir alanda cüret sahibi olmak çok farklı keyfiyetlerdir.

 Mah-ı Peyker Kösem Sultan, oğlu Sultan İbrahim’in hapsedildiği, etrafı horasanla sıvandığı için adeta diri diri gömüldüğü odadan çıkmaması ve eğer çıkarsa kendisinden hesap soracağı korkusuyla Sadrazam Sofu Mehmet Paşa’ya: “Sarayda fitne vardır. Tiz mahbesi bir hoşça sed ve istihkâm eylesünler. Eğer bir boşanırsa maazallah kimesnemiz kalmayız” diyerek sultanın mahpus tutulduğu hücrede cellat Kara Ali’ye zorla boğdurtulur. Sultan İbrahim’in bütün çılgınlıklarına “caizdir” fetvası veren ulema ve Şeyhülislam Abdurrahim Efendi bu defa ölüm fetvası verir.” Menasıb-ı ilmiye ve seyfiyeyi ehline vermeyüp rüşvetle nâ ehline tevcih etmekle nizam-ı âleme halel veren padişahın hal’i ve izalesi câiz olur mu?”

El cevap: Olur.

Bunları orada bulunup daha sonra Şeyhülislam olan Bahâi Efendi anlatır ve tarihçi Naima nakleder.  (Tarih Konuşuyor – 1964 clt.2 sayı.8 shf.661) Şeyhülislam’lık makamının protokolde Veziriazam’ın bile önünde bulunduğu göz önünde tutulursa vereceği hükümlerin ne mânâya geldiğini daha kolay anlayabiliriz. Bu örnekleri sayfalar dolduracak kadar sıralamak daima mümkündür. Ancak baktığımız perspektifte anlatmaya çalıştığımız asıl mesele; ısrarla bazı yerlere suç isnad etmek değil saray’ın, din adamlarının ve yüksek din mercilerinin asırlarca devam eden bir süreç içinde, hadiselere hangi nazarlarla baktıklarını yaşanılmış vakıalar ve sağduyunun ışığı altında anlatabilmektir. Bir şeyhülislam tasavvur edebilir misiniz ki, saray imamlığından Şeyhülislamlık makamına getirildiğinde Padişah onun gıyabında; “Rüşdi Paşa’nın teklifiyle bunu Şeyhülislam nasbeyledik. İmamlığında müfsid birisi idi, Allah vere de şimdi bir halt etmeye” desin?!. Evet, işte bu Şeyhülislam Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz’i önce hal edip sonra da katleden ve tarihin yazabildiği en iğrenç ve en gayri ahlaki grubun içindeki ihtirasların suç ortağıdır ve Sultan’ın katlinden sonra, kazanılmış üstün bir zaferin nişanesiymiş gibi Sultan’ın hanımlarının baş örtülerini açarak, cariyelerini paylaşan Devlet-i Âliye’nin mirasyedilerindendir. Devlet-i Aliye’den bugün’e yönetimin İslam’ı Kitab’ın ölçülerinin dışında farklı bir projeksiyonda algılamasının sebeplerinden bir başkası da muhtemelen, hanedana gelen hanımların çoğunlukla Müslüman olmayışları ve kendi kültür kodlarını yönetime taşımış olmalarıdır. Mesela Yıldırım Bayezid devrinden bahsedilirken, Yıldırım Han’ın karısı Olivera’nın zaman zaman sarayda kendilerini ziyarete gelen kardeşlerinin b...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Benim dinim senin dinin Onun dini
« Posted on: 29 Mart 2024, 09:48:51 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Benim dinim senin dinin Onun dini rüya tabiri,Benim dinim senin dinin Onun dini mekke canlı, Benim dinim senin dinin Onun dini kabe canlı yayın, Benim dinim senin dinin Onun dini Üç boyutlu kuran oku Benim dinim senin dinin Onun dini kuran ı kerim, Benim dinim senin dinin Onun dini peygamber kıssaları,Benim dinim senin dinin Onun dini ilitam ders soruları, Benim dinim senin dinin Onun diniönlisans arapça,
Logged
Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes