๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:20:29



Konu Başlığı: Beklenen kurtarıcılar inancından vahy müslümanlığına
Gönderen: Sümeyye üzerinde 21 Kasım 2010, 15:20:29
“Beklenen Kurtarıcılar ” İnancından Vahy Müslümanlığına


Bu yazıda “beklenilen kurtarıcılar” ifadesiyle genellikle izaha çalışılan Mesih ve Mehdi ile sınırlanan konuyu merkeze almayacağız. Bu bağlamdaki rivayetlerin sıhhati tartışmaları da bu yazının asıl konusu değildir. Konuyu, teolojik anlamı kadar bugün aktüel değeri olmayan boyutundan öte bu ifadelerin de içinde yer aldığı ve fakat sıcaklığını daha bir hissettiğimizi düşündüğümüz yönleriyle/etkileriyle izaha çalışacağız. Yazıda öncelikle “İslam Düşüncesi” açısından bireysel ve toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesini erteleten bir inanış olarak beklenen kurtarıcılar üzerinde durulacaktır. Yine çalışmada, olaylara, Allah’ın değişmez yasası (sünnetullah) bağlamında bakmayanların, kulluğun gereklerini yerine getirmeyenlerin; kendi cehd ve gayretlerinin dışında beklentilere girenlerin; bunu da konjoktürel şartlarla orantılı bir şekilde dinden delillendirmeye çalışanların tavrının bir anlamda İslâmî(!)liğini tartışacağız. Ayrıca bu yaklaşımların sosyal ve siyasal açıdan ne gibi sonuçlar doğurduğu; bu kanaatlere kaynaklık eden bâtınî te’vilin Kur’an yorumunda bilgi değeri açısından ne anlam ifade ettiği üzerinde de durulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Bâtınîye, İsmâilîyye, Hurufîlik, İşârî Tefsir, Mesih, Mehdi, Sünnetullah, Hızır, İlyas (a), İsa (a), Cefr, Ebced, Celcelûtiye.

 

Giriş

“Kurtarıcı beklentisi!” bireysel ve toplumsal zeminde “cehd ve gayret”i zayi eden, direnme gücünü kıran, yapamadıklarını/yapmadıklarını kendi makul ve meşru(!) alanına sığınarak örten/erteleyen bir kitle ortaya çıkarmıştır. Kurtarıcı bekleme hali sığınma psikozu içerisinde başvurulan bir yoldur. Konjonktürel şartların, siyasi başarı ve başarısızlıkların savunulması veya oluşması umuduyla yönelinen bir motivasyon yöntemidir. Bu olgu, tarih boyu hemen her inanç ve toplumda görülmüştür. Kuşkusuz bu durumlar birer netice ve/veya sebeplerdir. Oysaki bir olgunun kabul ve reddinin asıl gerekçesi öncelikle onun hakikat olup olmamasıyla ilgilidir. Fakat hadiseye sosyolojik açıdan bakarken karşılaşılan emareler geriye doğru bir iz sürüm imkânı vermesi açısından da kayda değerdir.

Allah’ın yardımının hiçbir çaba harcamadan gelmesi her şeyden önce Allah’ın Âdeti’ne muhaliftir. Zira Allah yardımını ancak insanların yapmaları gerekenleri yapmalarından sonra gönderir. Burada yapılması gereken “gereği gibi kulluk”tur. Yetersizlikler karşısında, “…Allah'ın da bir hesabı vardır elbet" söyleyerek işi ihlâsla(!) Allah'a havale eden insanların kolaycılığı çoğu kez zorluklarla yüzleşmekten kaçmanın bahanesidir. Keza Allah'ın hesabı öncelikle bizimledir ve bu hesaba konu herkesin kendi imtihanıdır. Allah'ın yardımı (Nasrullah) na gelince bu kuşkusuz Allah’ın hesaba gelmez takdirindedir. Zira Allah, kadir-i mutlaktır. Ümitsiz ve teslimiyetçi bir ataletin İslam’da kabul edilir tarafı yoktur. Kur’an, değişimin bir yasaya bağlandığını, bir gerçeklik zemininde mücadele içinde olunması gerektiğini bildirir. İslam, çağı şekillendirmeye muktedir olan tek hak dinin adıdır. Müslüman’a gelince o, hayatın nesnesi değil yaşamın içinde ve aktif olarak özne mükellefiyetiyle var olması gerekendir.

“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.”

“Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı (güzel ahlâk ve meziyetleri) değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir.”

“(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet Peygamber ve beraberindeki müminler: Allah'ın yardımı ne zaman! dediler. Bilesiniz ki Allah'ın yardımı yakındır.”

Kur’an’ın işaret ettiği sorumlulukları yerine getirmeden kurtarıcı beklemenin her şeyden önce Kur’an’a ters olduğunu görüyoruz. Zira Allah’ın gaybî yardımı muhakkak ki dilediği an dilediği şekilde gelecektir. Ancak bu beklenti ve beklenen kesinlikle Kur’an’a rağmen kendimizden rol biçtiğimiz aktörler şeklinde olmayacaktır. Kur’an, mü’minleri mucizevî ve sihirli çözümler ve beklentilere değil bilakis adaletin yerine getirilmesi, marufun emredilmesi şirkin yerine tevhidin ikamesi için Allah’ın yasalarını takip etmeye sevk etmektedir.

Zulüm ve adaletsizlikle dolmuş yeryüzünü zalim tağutlardan temizleme mükellefiyeti de yine Müslümanların bireysel ve toplumsal vazifesidir. Islah edilmiş bir dünya; tabir caizse, koyunla kurdun bir arada yaşaması, her yerin adaletle dolması da ancak imtihanın gereğini ifa ile mümkündür. Bunun da yolu, iman, amel ve hakka çağrıdır. Bu süreçte başa geleceklere de sabırdır. Bu sabır dahi atalet değil direnmenin sükûn halidir. Tarihte böyle davranmayanlar hak uğruna mücadeleden kaçan, bedel ödemek istemeyen, Yahudileşmiş İsrailoğullarıdır. Onlar, her ne zaman baskı, sürgün ve eziyetlerle karşı karşıya kalmışlarsa dinlerini ve şereflerini korumak için direnmek yerine zilleti tercih edip boyun eğmişler ideallerini ve düşlerini geleceğe erteleyerek “Mesih”in gelmesini beklemeye başlamışlardır. Bu anlamıyla beklenen Mehdi düşüncesi de bunun bir misli olup aslında ertelenen düşlerdir.

Hıristiyanlıkta şiddetin bilgisel kaynağı Mesihçi ve Milenyarist akideye dayanmaktadır. Hıristiyanlar ya yaklaşmakta olan şiddet olaylarına hazırlıklı olmak ve Mesih’in yanında yer almak ya da dünyanın sonunun gerçekleşmesi iyilerin galibiyeti anında öncülerden olmak için şiddeti gerekli görmekte ve bu süreçte fiilen yer almaktadırlar. Bütün bunlar Mesih’in krallığı, Tanrısal iradeyi temsil eden egemenliğin kabulü anlamına gelmektedir. Bugün küresel Batı hegemonyasının dayandığı zemin bundan bağımsız değildir. İşgal ve talanların teolojik zemini Mesih’in krallığı ütopyası üzerine oturmaktadır.

Hadis literatüründe bazı ifadelerin (mehdi gibi) kullanılmış olması o ifadelerin kullanıldıkları kelime anlamlarının dışında zamanla yüklendikleri terim anlamlarını veya anlam kaymasına uğradıkları yeni formunu (kurtarıcı) hakikat derecesine yükseltmez. Bir ifadenin/metnin sıhhat yönüyle tetkiki; terimlerin, kavramsal ve tarihsel analizi, kaynak metodolojisi, senet ve metin açısından değerlendirilmesi; bütün bu değerlendirmelerin de nihaî testinin Kur’an ile yapılması halinde konu hakkında isabetli kanaate varılabilir. Bu testin yapılmadığı zamanlarda ortaya çıkacak fitneler başkalarıyla ilgili değil, bizatihi anı yaşayanlarla ilgilidir.

 “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.”

Bahse konu fitne, bir toplumda sadece zulmeden, Allah’a isyan eden, tuğyan edenlere erişmekle kalmayacak fitnedir. Aynı zamanda bu fitne, Allah’a isyan edenlerle birlikte, hakka inandıkları halde zulme, haksızlığa ve tuğyana karşı mücadele etmeyen, oturup kalanları da kuşatan/kuşatacak bir fitnedir. Burada mesajın amacı, müminleri hakkı savunmaya, batıl ile mücadele etmeye çağırmaktır. Yine inananlar, sadece asîleri helâk ile sınırlı kalmayacak bir cezalandırmaya karşı uyarılıyorlar. Keza bu ceza, bir şey yapmayarak kötülere dolaylı destek verenleri de kuşatacaktır. Burada, imanı eylemleştirme; yanlışlara karşı çıkarak haktan yana olma, doğrunun egemen olması için mücadele etme gereği bildirilmektedir. Farklı bir ifadeyle iman etmek, amel ile imanı teyit etmek, hakkı ve sabrı tavsiye etmektir.

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk (ümmet) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Emr-i bi'l-ma'ruf ve'n-nehy-i ani'l-münker: İyililiği emretme ve kötü olan her şeyden sakındırmadır. Aslî bir vazife olan bu ameliye, bozma ve helâk edişin ortadan kaldırılması; yeryüzünde tevhid ve adaletin tesisi hedefine mebnidir. Bu, hayata dair şahitliği tam yapmak; farklı bir ifadeyle kulluğun farkına varmaktır. Kulluk, her şartta yapılması gereken zaman ve mekân değişimiyle ertelenmeyen vazifedir. Zaafa uğratılmış olmak, kişinin iradî bir tercihi, oturup kalmasının sonucu olmamalıdır. Nitekim kişinin mazereti de direndiği halde maruz kaldığı bir sonuç ise söz konusudur.

Tecdidin yerini mukallid mantığın alması da bu bağlamda sayılabilecek hastalıklardan biri belki en önemlilerindendir. Bu bozuk ruh hali de kurtarıcılar beklemenin önemli sebeplerindendir.

Geleneksel bakış, epistemik dayanağını, pozitivist; görgül (emprist) ve ussal (rasyonalist) zeminden almadığı gibi İslâm’ın mutlak bilgi kaynağı olarak gördüğü salt vahyi de esas almaz. Bu bakış, metafiziğe dayalı bilgi kaynağını hususî terminolojisinde batınî yaklaşımla uçları açık olan ilhâma, tevile dayar. Dolayısıyla atalardan devir alınan gelenek mirası mozaiğinde İslâmî prensiplerin de bulunduğu inanç ve rituellere rastlamak olası hatta kaçınılmazdır. Nitekim bu açıdan bakıldığında hiçbir medeniyet yoktur ki içerisinde başka bir medeniyet hatta alt kültür unsurlarından örneklere rastlanmamış olsun. Bu açıdan da bakıldığında, gelenek için İslâm vahyinin “tekbaşınalık zorunluluğu yoktur” inancı ön plana çıkar. Bu da bilinen literal anlamıyla İslâm’a aykırı bir tercihtir.

 “Beklenilen kurtarıcılar” yanlışı kadar zikre değer gördüğümüz bir diğer yanlışta Modern aklın etkisi altında kalanların uçuk-kaçık olanı red adına gaybî olanı, İlâhî kudreti red şekline dönüşmüş savrulmalarıdır. Bu da pozitivist felsefenin çekim alanına kapılmaktan başka bir şey değildir. Bu cenahta olanlar da küresel sekülarizasyonun dayatmasıyla oluşan mağduriyeti suçluluk psikolojisiyle aşma telaşesi yaşamaktadırlar. Nitekim yabancı kültürlerde de bir konunun bulunması veya aklın bir hadiseyi imkânsız görmesi her zaman bir kanaati reddetmenin sebebi olmayabilir. İmanla ilgili konularda aklın sınırlarını zorlayan alanlar olduğu gibi farklı kültürlerle İslam’ın kabullerinin benzeştiği noktalar da olabilir. Bu cümleden olmak üzere bizim için rivayetlerin kabul ve reddine biricik gerekçe Kur’an’a uygun olup olmadığı, rivayetlerin Kur’an’ın bütünüyle çelişip çelişmediğidir. Dolayısıyla kabul ve redde kayda değer nokta, ‘niçin’ sorusunun doğru cevap bulmasıdır.

 

Bâtınîyye - İsmâilîyye

Bâtın ilmi, gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı mânevî kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilimdir. İslâm’da zâhir ve bâtın olmak üzere iki bilgi türünün bulunduğu görüşü ilk defa Şiîler tarafından ortaya atılmıştır. Aşırı Şiiler tenzilin Hz. Muhammed’e te’vilin ise kendilerine indiğini ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda Ca’fer es-Sâdık’ın bildiği iddia edilen cefr ilminin de bâtın ilmi olduğu kabul edilir. Nitekim Müslüman âlimler yaklaşık H. IV./M.X yüzyıldan bu yana –Şiiler ve bazı sufiler dışında- ‘tefsir’ terimini ‘te’vîl’ terimine tercih ede gelmişlerdir.

Bâtınîyye en yalın haliyle dahi nasslara tamamen dil dışı anlamlar yüklemek suretiyle istediği sonuçlara varmak için son derece zorlama; ilginç, hatta akla-hayale gelmeyecek tuhaf sonuçlara gitmiştir. Bâtınî yorum tarzını daha çok tasavvufî ve Şii tefsir ve metinlerde yaygın olarak görmek mümkündür. Bâtınî-İsmâilî hareketin temelde aşırılık (guluv) ikliminde vücut bulduğunu görmekteyiz.

Bâtınîliğin İsmâilî versiyonunun tamamen bâtınî te’vil üzerine inşâ edilen bir düşünce sistemi olduğunu söyleyebiliriz. Bu irfânî düşünce sisteminde temel ayıraçlar, zâhir-bâtın, tenzil-te’vil ve mesel-memsul (sembol-sembolize edilen) gibi ikili ayrımlardan oluşmakta; bâtınî te’vilin genel karakteri Kur’an’ın zahiri anlamlarını inkar sonucuna götüren bir mantık üzerine oturmaktadır.

İsmâilîlere göre te’vilde en yetkili merci masum Ehl-i Beyt imamlarıdır. İmamlar’ın te’vile esas teşkil eden bilgi kaynakları ise Tasavvuf ve Şii’likte asl olan Sunnilikte de kimilerince kullanılan cefr ve Nûr-ı Muhammedi ve ledünnî ve gaybî bir ilim olarak nitelenen ilhâmdır. Onlara göre nasların zâhirî ve bâtınî manaları vardır; ancak asıl geçerli olan bâtınî mânadır.

Bu bağlamda dinin zahiri hükümlerini inkâr etmemekle birlikte sadece kendi anladığını cefr gibi tamamen sınırsız te’vile dayandıran fırkalar da kuşkusuz “Bâtınî” birer fırkadırlar.

Bâtınî te’vil, sadece bir dine veya fırkaya özgü bir hususiyet değildir. Zira bâtınî te’vilin kökeninin antik uygarlıklara kadar uzandığı, muhtelif kültür havzalarında felsefî metinlerden şiir ve diğer edebiyat ürünlerine kadar çok geniş bir alanda kullanıldığı bilinmektedir. Bazı Yahudi âlimlerin Kutsal kitabın sarih lafızları üzerinde bâtınî yorumlar yaptıkları bilinse de Philo seleflerinden farklı olarak te’vil anlayışını bir sistem haline getirmeyi amaçlamıştır. Müslüman araştırmacılar da, Bâtınıyye-İsmâilîyye’den Bâbîlik-Bahâiliğe, İhvân-ı Safâ’dan Muhyiddin İbn Arabî’ye kadar muhtelif fırkaların, felsefî ekollerin ve mutasavvıfların Kur’an ve hadis nasslarına yönelik bâtınî yorumlarının köken itibariyle Philo’nun alegorizmine dayandığına ilişkin kesin yargılarda bulunmuşlardır. Philo, Tevrat nasslarını literal anlamlarına aykırı biçimde yorumlayan, bu yorumlama yöntemini de kurumsallaştıran bir Yahudidir.

Araştırmacılar tarafından, bâtınî te’vilin İslam dünyasına Yahudilik, Hırıstiyanlık ve Ortadoğu’daki Sâbiîlik, Maniheizm ve Mecûsîlik gibi çeşitli dinlerle, Hermetisizm ve Yeni-Eflâtunculuk gibi gnostik karakterli düşünce ekollerinden beslendikleri tespit edilmiştir. Bu konuda en ufak bir kuşku duyulmadan aşırı Şii fırkaların öncülerinin ve bunların takipçilerinin başrol oynadıkları ortaya konulmuştur.

 

Tasavvufî İşârî Tefsir Okulu

Süreç içerisinde Kur’an’ın yorumuna dair farklı fırkaların görüşlerini yansıtan tefsir ekolleri doğdu. Bu oluşum safhasında mutasavvıflar da kendi görüşlerine uygun düşen tefsirleri topladılar. Yaşadıkları zevk haline göre âyetlerden manalar çıkardılar. Bu tefsire, ilk anda akla gelmeyen, fakat tefekkürle, ayetin işaretinden kalbe doğan mana anlamına gelen işârî tefsir adını verdiler. Böylece diğer tefsir ekolleri yanında mutasavvıfların görüşlerini yansıtan Tasavvufî işârî tefsir okulu doğmuş oldu.   

 “İşârî tefsir terminolojisinin en temel terimi olan ‘işâre’, ‘ibâre’nin zıddıdır. Esasen işâre-ibâre terimleri arasındaki ilişki, zâhir-bâtın ilişkisiyle aynıdır. Tasavvufî terminolojide zahire denk düşen ibâre, toplumsal uzlaşımın ürünü olan beşerî dile delâlet eder. İşaret ise, bâtını temsil vasfıyla, ilâhî dili sembolize eder.” Kanaâtimizce İşârî tercihin kabulleri, çıkarımlarını, “kendi anlam dünyalarının sembolleri”ne endekslemeleri ile ilgili yargıları oldukça tartışmalı duruma sokmaktadır. Kur’an’a rağmen yapılan birçok tevil,  Tasavvufî işârî bir zemine oturmaktadır.

 

Kur’an Yorumu, Cefr ve Ebcedin İslâmîliği İmkânı

-İslâm’da Gayb Problemi-

Cefr ve ebced, harflerin rakamsal değerleriyle tarih düşürmede kullanılan yönteme adını veren kelimelerdir. Epistemolojisini bâtınî te’vil üzerine kurgulayan mukassıdların kullandıkları cefr ve ebced, harf ve rakam metafiziği bağlamında değerlendirilmelidir. Bunu, bir anlamda harf ve sayı gizemciliği olarak da niteleyebiliriz.

İlâhî metinlerin cefr ve ebcede başvurularak yorumlanmasını savunanlar, bunu, bâtınî kasıtları anlama çabası olarak meşru hatta gerekli görmektedirler. Bu yönelimin kutsalın sınırlarını zorlar boyutta; hatta bizatihi ilâhî mesaja aykırı olması dahi onları engelleyememiştir. Zira onlara göre yapılan, paradigmanın doğası gereğidir dolayısıyla meşru hatta lüzûmludur.

Bu yorum yöntemi, modern dönemin teolojik hermenötik tartışmalarına sebep olduğu gibi, gelenekçi izleri taşıyan bir kısım modern teoloji denemelerinin de meşruiyet gerekçesi kabul edilmiştir. Bu çakışmayı, modern ve gelenek üst kimliği altındaki yaklaşımların ortak noktaları olarak görebiliriz. Buna verilebilecek özgün bir örnek Dinsel Çoğulculuk paradigmasıdır. Zira bu teoloji denemesi modern olmakla birlikte epistemolojisini gelenek zeminden derlemeye çalışmış bir üretmedir.

İslâm inancı açısından gayb itikada dair bir konudur. Allah, Kur’an’da gaybı ancak kendisinin bildiğini haber vermekte, başkasının da bilmediğini/bilemeyeceğini tekrarla vurgulamaktadır. Kur’an’da gaybe dair apaçık âyetler vardır ve gayp bilgisi Allah’ın Ulûhiyyet vasıflarındandır. Gayb konusunda Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem... Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez...”

Peygamber (s)’den gaybe ve istikbale âid şeyleri bilmenin sadece Allah’a mahsus olduğuna dair birçok hadis rivayet edilmiştir.

Apaçık (beyan edilmiş/Kitab-ı Mübin) Kur’an, Allah’ın, insan ile anlayacağı dilde konuşması iken; şifreli konuşma, sırlar avcılığına çıkma, mesajı birilerine kapalı kılma aslında onu anlama ve yaşama mükellefiyetinden kaçma arzusundandır.

Beklenilen kurtarıcılar kervanına şahıslar gibi kitaplar ve unvanlar da katılmıştır. Özgün bir örnek olarak verilebilecek olan Said Nursi, aslının vahy olduğunu söylediği “Cecelûtiye” adlı kitapta; “Risale-i Nur”ların, “Nur talebeleri” diye adlandırdığı öğrencilerinin ve “Bediüzzaman” lakabıyla kendisinin zikredildiğini anlatır. Kitaplarına, Kur’an’ın kuvvetli işaretle iltifat etiğini, imam Ali (r) v.b. tarafından ehemmiyet verildiğini, kitaplarının hatta içindeki birçok konunun bile isminin iradesi dışında bildirildiğini şu ifadelerle izah eder:

“Çok defa kalbime geliyordu; Neden İmam Ali (r), Risalet-ün Nura ve bilhassa Âyet-ül Kübrâ risalesine ehemmiyet vermiş, diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd, o sır ihtar edildi... “Âyet-ül-Kübrâ Risalesi”ni İmam-ı Ali (r) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.”

“Ben Celcelûtiye’yi okuduğum vakit, sair münacaatlara muhalif olarak kendim bizzat hissiyatımla münacaat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyle taktirkarane olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alakadar ve tefekürat-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Bir kaç sene sonra kerametini ve Risal-i Nur ile münasebetini gördüm ve anladım ki; o halet bu münasebetten ileri gelmiş.

Hz İmam-ı Ali (r) Tugadusiracunnuri fıkrasiyle “Risale-i Nur”u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıyla ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanice isimleri tâdâd (birer birer söyleyip sıralayarak) ederek münacat eder.” Yine Hz. Ali (r) ahir zamanda “Risale-i Nur”u dua ile Allah’tan niyaz ediyor, “Risalei Nur”u medhü sena ediyormuş.

İslâm inancında “Allah’tan bilgi almanın yolu vahiydir. Gayp hakkında bilgi sahibi olmanın yolu da budur.” Şimdi bir an için düşünelim: Aişe (r) annemizin, Resulullah’ın bile yarın ne olacağını bildiğini söyleyenin Allah’a iftira ettiğini hatırlatması karşısında acaba Hz. Ali’nin, Risale-i Nur’u, tarihiyle, ismiyle, mahiyetiyle, esasları ve vazifesiyle birer birer sıralayarak bildiğini/bildirdiğini, ahir zamanda “Risale-i Nur”u Allah’tan niyaz ettiğini ve onları övdüğünü söyleyenin durumu ne olur?

Şia’nın sapmasının en önemli sebebi: Kur’an ve Sünnet’te bildirilmediği halde Rasûlulah (s)’in İmam Ali (r)’a bir takım özel sırlar verdiği inancıdır. Sünnî olarak gösterilen birçok zevât, şia’nın yanlış görüşünün burasında da kalmazlar. Bu sırların bilakis vahiy olduğu inancına kadar giderler. Said Nursi, aslının vahiy olduğunu söylediği meçhul kitabın, vahiy nazil olduğu vakit, Rasûllulah (s) tarafından İmam Ali (r)’a yazdırıldığını, “Bediüzzaman” lakabının da vahiy ile nazil olan Celcelûtiye’nin Süryanice karşılığı olmasından ötürü iradesinin dışında kendisine verildiğini şu ifadelerle iddia eder:

“Hem madem Celcelûtiye’nin aslı vahiy’dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umur-u istikbaliyeden haber veriyor. Ve madem Kur’an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur’an hesabiyle “Risale-i Nur” bu karanlık asırda ehemmiyetli hadisedir. Ve sarahat (açıklıkla, şüpheye sebebiyet vermeyecek tarzda) derecesinde çok karine ve emmarelerle “Risale-i Nur” Celcelûtiye’nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş...

“Celcelûtiye,” Süryanîce bedî demektir. Ve bedî manasındadır. İbareleri bedî olan “Risale-i Nur” Celcelûtiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı görüldüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatim olmadığı halde, bana verilen “Bediüzzaman” lakabı benim değildi. Belki “Risale-i Nur”un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş...”

Görüleceği üzere burada tam anlamıyla bir tanrısal kurtarıcı portresi çizilmekte ve tevazua dahi gitmeye gerek duymadan epistemik referanslar(!) verilmektedir.

 

Tanrısal Yetki/ Tanrısal Sıfat

Batınî yorumun ortaya çıkardığı sonuçlardan hemen her din ve kültür fazlasıyla nasibini almıştır. İslam tarihi de Emevîlerle başlayan Abbasilerle devam eden bir süreçte bu bozulmanın etki alanına girmiştir. Sosyal ve siyasal neticeleri harmanlanan heterodoks din anlayışı açısından kayda değer bir örnek Şah İsmail ve hareketine ivme kazandıran kurtarıcı motifidir. “Şah İsmail'in hükümet teşkilatçılığı ve yöntemleri sayesinde On iki İmam Şiîliği, mehdici (mesiyanik) bir espri ile halife denilen propagandacı misyonerler aracılığıyla, Anadolu'nun yarı göçebe bir hayat sürdüren heterodoks Türkmen ve Kürt boyları arasında yayılmaya başladı. XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Fatih Mehmed'in başlattığı merkeziyetçi yönetimin bir gereği olarak yerleşik hayata geçmeye zorlanan, ama buna bütün gücüyle direndikleri için baskı ve hatta zulme maruz kalan yarı göçebe Türkmenler, bu mehdici propagandadan etkilenmeye çoktan hazır idiler. Çünkü onlar kendilerini Osmanlı yönetiminin zulmünden kurtaracak bir mehdi bekliyorlardı. Bu mehdi, Şah İsmail şeklinde zuhur etti.”

Peygamberimiz ve sonrasındaki Halifeler esas itibariyle tevhidî duyarlılıkla hareket etmiş ve gelecek kuşaklara miras olarak da yönetim tarzlarıyla uyumlu siyasî bir bilinç devretmişlerdir. İslâm toplumunun ilk döneminde Halifelik unvanı ruhanî bir nitelikle kullanılmamıştır. Halife için unvan, tam olarak “Halifetü’r-Rasûl” (Peygamberin Halefi) şeklinde kullanılmış olup halifeliğin Allah’a ait (halifetullah) olmadığı vurgulanmıştır. Hatta Hz. Ömer’in yöneticilik unvanı olarak, Halife’den ziyade, “Emir el-Mü’minin” (Müminlerin yöneticisi) şeklinde kullanımı tercih ettiği bilinmektedir. Nitekim Hz. Ebubekir’e “Allah’ın halifesi” denildiğinde buna karşı çıkarak “Ben Allah’ın değil Allah Resûlü’nün halifesiyim” diye açıklamada bulunduğu da bilinmektedir. O’nun bu açıklamasında, hem halefliğin peygamberliğe değil siyasî yönüne olduğu ve hem de halifeliğin ruhanî bir yönünün olmadığına dair şiddetli bir vurgu vardır. Ancak sonra gelenler bu hassasiyeti aynı ölçüde gözetmemiş, iktidâr için din faktörünü bütün cömertlikleriyle kullanmışlardır. Emevîler, Abbasîler ve daha sonra Osmanlılar dönemi bunun somut örnekleriyle doludur. Bütün bu yapılanlar ile hem peygamberlik sıfatı hem de İlahî hukukun gaspı söz konusuydu.

Hilâfetin Kureyşliliği konusu da bu bağlamda kayda değer bir noktadır. Bu mesele dini bir mesele olmaktan öte siyasî hatta asabiyet taassubunu aşamayanların problem haline getirdiği bir mevzu olarak tarafların siyasi meşruiyet sağlama ya da bir kurtarıcı bekleme fikirlerinde rol oynamıştır. Ümeyyeoğulları’nın Kur’an’ın hiçbir yerinde bir ırkın üstünlüğünden söz edilmediği halde kendilerini üstün ırk olarak görmeleri ve bunu siyasi nüfûz için bir hak ediş addetmeleri neticesinde doğan tepki akımlar da yeni sapmaları doğurmakta gecikmemiştir.

Muaviye, “Yeryüzü Allah’ındır ve ben de Onun vekiliyim.” derken II. Abbasi hükümdarı Ebu Cafer el-Mansur, “Ey insanlar Allah’ın bize bahşettiği hukuk sayesinde sizlere baş oldum… Ben Allah’ın yeryüzündeki vekiliyim.” diyordu. Osmanlı Padişahları da, ‘Allah’ın halifesi’, ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’, ‘Tanrı’nın yeryüzüne uzanan eli’, ‘Allah’ın kılıcı’ lakaplarını kullanıyor ve sultanı Allah’ın seçtiğini iddia ediyorlardı. Böylece yapılan bütün işler kutsal sıfatlarla perdelenmiş oluyordu. İlâhî kanunlarla yönetme, ilahî yetkiyle yönetmeye, oradan da ilahî sıfatlarla donanmış yöneticilerin kendilerini ve fiillerini tartışmasız kılmaya götürmüştür. Sonrasında oluşan/oluşturulan fırkalar kendilerine kutsal(!) avantajlar sağlama yoluna gitmişlerdir. Yani yasa uygulayıcılığı mukaddes kişiliğe dönüşmüştür. Uhrevî saâdeti Peygambere nispet edilen seçilmişlik teminatlarıyla elde edenler, dünyevî sadeti de Mehdilik hak edişleriyle(!) sağlamışlardır.

Emevîlerin ilâhî salahiyet iddiaları farklı konularda olduğu gibi sonraki dönemlerde kelâmî tartışmalarla akideye taşınmıştır. Bu bağlamda tartışılan konuların siyasî arka planı dikkate alınmadan bir netliğe varmak ve/veya rivayetlerin sıhhatine dair fikir yürütmek isabetli olmasa gerek.

İlâhî yetkiyle/sıfatla yönetme iddiası, Şiî akidesinde de masumiyet olarak yer almıştır. Bu inanç, dönemsel ve politik olmanın da ötesinde akidevî bir kabul olarak karşımızda durmaktadır. İmam’ın masumiyeti; masum olarak tayini, günahlardan pâk ve münezzeh olması, hiçbir surette hata etmeyeceği kanaati, her söz ve hareketinin ancak hak ve doğru olduğu inancı İlahî yetkiyle donanmanın bir başka felaket alanıdır. Keza Şiilikte imamların önemli sıfatlarından birisinin de peygamberlerde olduğu gibi ‘ismet sıfatı’ olduğuna inanılır. Ehl-i Beyt dostları olarak nitelenen Şiîler, tıpkı peygamberler gibi on iki imamın da masum olduklarına inanırlar ve dolayısıyla onları da inanç ve fiillerinde hatasız kabul ederler.

 

Hızır-İlyas Kültü

Hızır-İlyas Kültü, Tasavvuf ile Türk Müslümanlığı içiçeliğinde oluşmuş ve kabul görmüş bir inanıştır. Hızır-İlyas kültü de bu anlamıyla verilebilecek özgün örneklerden biridir.

Hızır kıssası ile oluşturulan mitsel çerçevenin Bâtınîlik bilgi kaynağı üzerine kurgulandığı görülmektedir. Kuşkusuz efsanevî heyulanın bilgi değeri açısından kıymeti olmadığı bilinen bir gerçektir. Bunca hurafe yığınının Kur’an’la tezat teşkil etmesi, Peygamberimizin Sünnetiyle örtüşmemesi, tecrûbî ve ilmî delile dayanmaması İslâmî açıdan test edilebilir bir bilgi kaynağı olmadığını göstermektedir. Vahye rağmen oluşturulan telakkiler tevhid inancını bozan, imanı zayi eden hurafeler nev’indedir.

Hızır’ın tasarruflarını şer’î hükümlerden sıyrılmaya delil gösterenler olmuştur. Bu düşünce genel olarak Bâtıniyye’nin kanâatidir. Bâtınîlere göre şer’î hükümler ile peygamberler ve avâm hakkında hüküm verilir. Velîler ve havâsa gelince, onların bu gibi naslara ihtiyaçları yoktur. Onlardan istenen kalplerine doğan şeylerden ibarettir. Kuşkusuz bu tür kabullerin İslâm inancıyla ne denli çeliştiğini söylemeye bile hacet yoktur.

Hızır’a birçok yerde makam ve kabirler isnat edilmekte, oralarda kurbanlar kesilmekte, taşları öpülerek teberrük telakkisiyle farklı beldelere taşınmaktadır. Hızır’ın ayrı bir şeriata sahip olduğu için namaz kılmadığına inananların yanında kimileri onun şerî’atlere uymakla emr olunmadığını söylemiştir. Kimileri de onu bir mezhebe nispet ederek Şafiî olarak görmüş, başkaları da boş durmamış onun namazı Hanefi olarak kıldığını söylemişlerdir. Üretilmiş değerlerin dinleştirilmesi diyebileceğimiz bu mantıkla, “bu ümmete tekrar bir peygamber gönderilse idi, Hanefi mezhebine göre ibadet ederdi” demenin yanında İsâ (as)’ı gökten indirip onun da Ebu Hanife’ye uyacağını söylemekten de geri durmamışlardır. Bunları söylemekle yetinmeyenler, vilâyetin kemâlâtının Şâfi’î mezhebine, peygamberlik kemâlâtının ise Hanefî mezhebine bağlı olduğunu söylemişlerdir.

 “Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar.” “Her canlı ölümü tadacaktır.” Ayetleri, bizlere bu durumu zaten açıkça bildirmektedir.

Bu konuda anlatılan çoğu mitolojik meseller İsrailiyât kaynaklıdır. Nitekim İbn Hacer Hızır’ın Aynu’l-Hayat’tan içip ölümsüzlüğe kavuşması rivayetlerinin Vehb ibn Münebbih ve onun gibi İsrailiyatı nakledenlerden çıktığını kaydetmektedir.

Hızır kıssasına kaynaklık ettiği sanılan destan ve efsanelerin tarihi milâttan önce IV. binlere ait Sumer metinlerine kadar uzanır. Gılgamış Destanı bunlardan biridir. Bunun, Akkad, Babilonya, Hitit ve Hurrî dillerinde varyantları vardır. Bu efsanelerin bir diğeri İskender Efsanesi’dir. Bu ise milâdî 300’lerde yazıya geçirilmiştir. Burada, insana ebedî hayat bahşeden bir çeşmeyi (Âb-ı hayât) bulmak için yola çıkan İskender ve ordularının meselleri anlatılır. Bir diğer efsane ise ‘Yahudi Efsanesi’dir. Kahramanı Ahd-i Atîk’te bir peygamber olarak gösterilen İlya’dır. Efsanesi, XI. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Bu efsanelerin yanında Hızır, Grek mitolojisinde Glaukos (İlyada) hikâyesi ve daha başka birçok mitsel aktarımlarla irtibatlandırılır. Hızır meseli, Yahudilik’teki Elijah ve Hrıstiyanlık’taki Saint George (Circîs) inançlarıyla da içiçedir. Müteahhir hadis kaynaklarıyla tarih ve özellikle tasavvuf kitaplarında yer alan Hızır’ın kıyamete kadar yaşayacağına dair mitolojik kişiliği ile ilgili ne Kur’an’da ne de sahih hadislerde en küçük bir ima dahi yoktur. Ancak “salih kul” hakkında Nuseyrîler başta olmak üzere aşırı Şiîler (Gâliyye), Yezîdîler ve Dürzîler arasında bu konuyla ilgili olarak bir çok mitsel tanımlamalar yapılmıştır ve ritueller yaygındır.

İlyas (as) Kur’an’da ismi geçen peygamberlerdendir. Kitab-ı Mukaddes’te İlya’nın ateşten araba ve ateşten atlarla semaya çıktığı bildirilmektedir. Ahd-i Atik’te İlyâ’nın tekrar dünyaya geleceği bildirilmekte dolayısıyla Yahudi milletinin hafızasında onun hatırası hep canlı tutulmaktadır. Yahudi bilginleri İlyâ’nın bir gün geleceğine ve kendilerine beklenen cevapları verip açıklamalar yapacağına inanmaktadırlar. Bu bağlamda İslâm literatüründe yer alan ancak Kur’an tarafından doğrulanmayan İlyas ile ilgili haberlerin çoğu Yahudilik literatüründen alınmıştır. Bu, Ahd-i Atik’te yeniden beklenen kurtarıcı kişilik Mehdi telakkisiyle de birebir örtüşen bir başka sapmadır. Hızır’ın değişik fonksiyonlarının nüans farklarıyla Yahûdilik ve Hıristiyanlıkta İlya tarafından yerine getirildiği görülmektedir.

Salih kul ve İlyas (as) ismi etrafında oluşturulan mitolojik çerçevenin İslâm itikadına tamamen ters olduğu görülmektedir. Hızır’a, burada, beklenilen kurtarıcı mehdi formunda bir rol biçilmiş ve tahrife çanak tutulmuştur. Beklenilen kurtarıcılar(!) Allah’ın sıfatları ile donatılmış, tevhid erleri ise fetişistler elinde pagan kahramanlara dönüştürülmüştür. İlmî değeri olmayan kendine özgü rituellere sahip bu kültün İslâm’la bir ilişiği yoktur. Müslümanlar hangi formda gelişirse gelişsin bu tür sapıklıkların uzağında durmalıdırlar. İnananlar akidelerini geleneksel atalar yolundan değil içinde şüphenin olmadığı doğrunun ta kendisi apaçık vahiyden almalıdırlar. Keza Allah’ın dini oyun ve eğlence değildir.

 

Sözün özü

Dün olduğu gibi bugün de biz Müslümanlara düşen aslî vazife, murad-ı ilâhîyi doğru anlama çabası olmalıdır. Düşünce bulanıklığının asıl sebebinin bilgi kirliliği olduğu unutulmamalıdır. Bu kirlilikleri İslam düşüncesine taşıyan Kur’an dışı zemin ve atmosferlerdir. Vahye rağmen oluşan kurtarıcı beklentileri de farklı inanç kaynaklarına dayanmaktadır. İslam dışı kültürlerden etkilenmenin birçok sebebi vardır. Sosyal - siyasal sebeplerin yanında İlâhî metinlerin Batınî yoruma tabi tutulması da bir yöntem olarak hem sebep hem de sonuçtur. Bu süreçte oluşan yanlış inanışlardan Şia kadar olmasa da Sünnîlik de fazlasıyla etkilenmiştir. Farklı din ve kültürlerde ne ise İslam mezhep ve fırkalarında(!) da beklenen kurtarıcıların misyonu hep aynı olmuştur.

Özün özü:

“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez.”

* Araştırmacı-Yazar
Ramazan Yazçiçek*