๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:58:07



Konu Başlığı: Ayak değiştirmenin türlü halleri
Gönderen: Sümeyye üzerinde 02 Aralık 2010, 14:58:07
Ayak Değiştirmenin Türlü Halleri


Allah’ın yeryüzündeki sünnetinde bir değişiklik olmayacağı hususundaki malumatımızın ciddi bir izaha ihtiyacı vardır. Bu değişmezlik batılı manadaki dogma ve/ya statükoya mı denk düşmektedir? Yoksa daha başka türlü mü anlamalıyız buradaki değişmezliği? Kişisel kanaatim odur ki İlahî Kelam’ın öğretisi, bize bu ifadeyle bir dogma ve/ya statükoyu dayatmamaktadır. Sünnetullah’tan maksat, insan tefekkür ve ufkuna barikat kurmak, bir sınırlama getirmek değildir. Tam aksine gönderilen bu İlahî mesaj, yegâne muhatabı insanın, davranışları doğuştan sınırlanmış diğer yaratıklar üzerindeki mümtaz konumunu belirtmektir. İnsanların birçoğunda öteden beri hayatı fizik ve metafizik diye ikiye ayırma alışkanlığı vardır. Elbette anlamak ve anlamlandırmak maksadıyla buna benzer tanımlama denemelerine muhtacız. Ancak böylesi terimleştirme çabalarını mutlak ilim gibi görmek ve değerlendirmek doğru değildir. Bilgi basamaklarındaki zaruri terimleştirmeler geçici süreler için işimize yararlar. Birçoğu dönemseldir. Değişime açıktır. Yeniden farklı biçimde tanımlanabilir ve anlamlandırılabilirler. Bu hususu teslim ettikten sonra, Sünnetullah dediğimiz İlahî yasanın işte tam da bu noktada, insanoğluna sağladığı bir değiştirme dönüştürme melekesinden söz etmiş oluyoruz. Başka hiçbir mahlûka nasip olmayan söz konusu melekemizle biz insanlar, eşya ve olaylar karşısında onları adlandırma, sınıflandırma, soyutlama melekemizi kullanarak, tabiat üzerinde bir hâkimiyet kurarız. Tabir caizse onların isim babası biz oluruz.

 

Tabiat bahsine girmişken Sünnetullah’ta değişiklik olmaz esprisini bir de buradan bakarak anlamaya/anlamlandırmaya çalışalım. Hayatın esasını oluşturduğu öteden beri benimsenen su, toprak, hava ve ateş unsurlarının akıcı, sert, uçucu ve yanıcı tabiatlarında elbette dünya kurulduğundan bu yana bir değişiklik olmamıştır. Çok özel durumları dışarıda tutarak düşündüğümüzde, değişmezlik formülünü tabiatın diğer unsurlarına da rahatlıkla uygularız. Bal arıları başlangıcından bu yana sürekli petek, bal ve polen üretirler. Baharla birlikte uykularından uyanır kırlara dağılırlar. İçgüdülerinin tespit ettiği kimi çiçeklerin usarelerine ulaşır, onları peteklerin içerisine dökerler. Bal arılarının kuş yuvası yaptığına rastlanmamıştır. Ihlamur ağaçları size iğde veya ceviz üretemez. Dağlar yerlerinde asırlardan beridir sabit oturmaktadırlar; küçük erozyonları saymazsak. Büyük baş hayvanların ancak dişileri bize süt verirler. Gökyüzündeki cisimlerin hareketi de böyledir. Onlar da başlangıçta bulundukları yere konumlandırılmış ve tek bir işe görevlendirilmişlerdir. Başlangıcından bu yana yapıp ettiklerinde bir değişiklik göremezsiniz. Bu onların tabiatıdır. Tabiatta bir değişiklik olmaz.

 

İnsan dışındaki yaratıkların hayatiyetine ve hareket tarzına topluca Tabiat dememizin elbette bir dayanağı vardır. Bize Sünnetullah’ta değişiklik göremeyeceğimizi bildiren İlahî Kelâm, bunu da öğretmiştir. Bu tür mahlûkların bulundukları konuma bizzat Allah tarafından böylece tab’ edildikleri bildirilmiştir. Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, insan dışındaki mahlûkatın davranış ve hareket kabiliyetinin, Tabiat kelimesinin kök anlamıyla irtibatlı bulunduğu açıkça görülecektir. Ancak sıra insana geldiğinde insanın tab’ edildiğinden bahis yoktur. Aksine onun bir Fıtrat üzere yaratıldığı bilgisi vardır. Tabiat; mühürlemek, öylece kodlamak, sabitlemek anlamları taşırken, fıtrat; açık bulunmak, açmak, yarılmak, ikiye ayrılmak gibi anlamlar taşımaktadır. Adeta diğer yaratıklar öylece kapatılmış ama insan açık bırakılmıştır. Ayrıca öteki yaratıkların davranışlarını tabiat kelimesiyle nitelerken, insan davranış ve hareket kabiliyeti bir kodlama ve sınırlamaya tabi tutulup sabitlenmediği için ahlak kelimesiyle ifadesini bulur. Bu ne demektir; insan tabiattan ayrı olarak davranışlarını yapma, yaratma melekesine sahiptir. Çünkü ahlak kelimesi halk etme fiilinden türemiştir. Bu fiil ise bir modele bakarak, bir modelden hareketle yaratma anlamı taşımaktadır. İnsanın yaratması ise yoktan var etme anlamında değil işte tam da böyle halk etme şeklinde doğmaktadır. Bu sebepten insan davranışları ahlak adını almıştır. Mesela Eşyanın aslı ibahedir (helaliyettir) deriz. Yani tabiatta bizatihi kötülük, şer yoktur. Bu kavramlar ancak insanla varlık kazanmıştır. Çünkü insan, davranışlarını yaratma melekesiyle, hayrı da şerri de bizzat ihtiyar edebilen yegâne yaratıktır. Bu durumda Allah’ın sünnetinde değişiklik göremezsin ifadesinin insan yönünden açıklaması nasıl olacaktır? Anladığımız kadarıyla insana dair Sünnetullah, insanın davranışlarında hür bırakılmasıyla tezahür etmiştir. İnsan fıtraten yani doğuştan hür bir yaratıktır, kıyamete kadar bunda bir değişiklik görülmeyecektir. Nitekim tarihe baktığınız vakit açıkça sergilenen de budur.

 

Girişi özetleyecek olursak, demeliyiz ki arılar yaptıklarını değiştirerek başka bir ürün ortaya koymaya kalkışamazlar. Ateş yanmaktan vazgeçip artık soğutuculuk işlevi göremez. Dağlar bulundukları mekândan sıkılıp yer değiştiremezler. Papatyalar ise bu baharda gelincik olarak açma denemesinde başarılı olamazlar. Çünkü Allah onları tabiata dâhil etmiş, hareket kabiliyetlerine ise mahkûm yaratmıştır. İnsan böyle değildir. İnsan, davranışlarını yaratma kabiliyet ve melekesiyle, davranışlarının bütünü ve süreklisi olacak olan ahlakını, bizzat kendi hür iradesiyle ortaya koyacaktır. İnsan tekinin zaten bir kerelik olumlu yahut olumsuz davranışına onun ahlakı diyemeyiz. İnsanda davranışların ahlak olarak isimlendirilmesi için süreklilik kazanması lazımdır. Ömründe bir kere sigara içmiş adama tiryaki diyemeyiz. Ömrü boyunca sadece bir defa sadaka vermiş zengin birisini ise cömert ahlaklı olarak hatırlayamayız. İnsanda güzel ve çirkin davranışların ağırlığına göre ahlak tayini yapılır. Görülmektedir ki insan davranışları tabiattan farklı olarak hem iradidir hem de değişkendir. Ve bu husustaki Sünnetullah da böyledir.

 

Yukarıdaki bakış açısı ve değerlendirme kriterleri kalbe yatıyorsa, o vakit insanın kaderi esasen kendi elindedir düşüncesinin haklılığını onaylamak gereklidir. Diğer yaratıklara tabir caizse yaratılırken bir kader tayin edilmiştir. Alın yazısı çizilmiştir. Buna canlı cansız, insan dışındaki bütün eşya ve olayları katabiliriz. Sadece insan hayatının takdiri tayin ve tespit edilip alın yazısına dönüştürülmemiştir. İnsan hususundaki Sünnetullah böyledir. İnsanın tabiatı gibi ifadeler maalesef iyi düşünülmemiş bir ağız alışkanlığıdır. Belki de İslâm dışı kültür ve inanışların, Müslüman zihinlere yönelik taarruzu sonrasındaki tahribatın ardından doğmuştur. Peki, insanın fıtraten temiz yaratıldığını bilen, yeryüzündeki hayatın bir imtihan olduğuna dair uyarılmış bulunan, hayatının ana maksadı ise, Allah’a karşı kulluk bilincini diri tutmak olarak tanımlanan bir mümin, nasıl başka türlü düşünebilir? Aksi halde iman ettiği Allah’ın adaletine gölge düşmez mi?

 

Ferdi ve toplumsal değişimin Sünnetullah ile ilişkisi üzerinde düşünürken, insana, davranışlarını hür iradesiyle yapma/yaratma yetkisi verildiğini görmezden gelmek, onu büyük açmazlara düşürür. Asırlardan beridir geniş Müslüman kitlelerin, çözümsüzlüğe terk ederek, gözü kapalı biçimde sürdürdükleri mevcut itikadi hayatları, bunun tipik örneğidir. Amentülerine kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine imanı dâhil eden kitlelerin yaşadığı zillet hayatında, acaba bu itikadın ne ölçüde rolü vardır? Yahut İlahî Kelam’ın bir bilinç ve basiret üzere imana davet ettiği aynı kitlenin, mevcut dogmatik ve statik inancını nasıl açıklamalıdır? Körü körüne benimsenen bir inancın Allah nazarında değeri nedir? Akait kitaplarına taklidi iman caizdir ifadesini yazarak, ümmi insanları geri zekâlı farz eden kimi geçmiş ulemanın, bu husustaki vebali ne ölçüdedir? İnsanlar bu sert cismi çiğneyemez diyerek, çiğnenmiş halde hazır drajelere dönüştürülmüş bir inanç manzumesinin, onu iki cihan saadetine ulaştırması mümkün müdür?

 

Bu suallerin cevabı sıhhatli bir biçimde verilmeden ferdi ve/ya içtimai değişimden bile söz edilemez. Çünkü değişmek/ dönüşmek iradeye dayanmak zorundadır. Çünkü Bir toplum, kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez hikmeti ortadadır. Kendinde mevcut değiştirme dönüştürme kabiliyet ve melekesini iptal ederek, bu işi kendi dışındaki güç ve iradelere bırakanların hali ortadadır. Bence Müslüman âlemi insan davranışlarının kaynağını sahih biçimde anlamadan, anlamlandırmadan değişim ve dönüşümü konu bile etmemelidir. Çünkü sonuç çözümsüzlüğe, paradoksa, açmazlara doğru seyredecektir. Tarih boyunca da böyle olmuştur.   Taze bir olay örnek verilebilir. Bir süre önce Katar’da, galiba El Cezire televizyonunun katkılarıyla, Ortadoğu-İslâm toplumları arasında bir toplantı düzenlenmişti. Bir Türk sosyologu, hem de T.C. Başbakanını temsilen orada yaptığı konuşmada, bizim yıllardır söyleyip durduğumuz bir hususu aynen dillendirmişti. Hatırımda kaldığı kadarıyla özetlemeye çalışayım. Katılımcı Müslüman ülke temsilcilerine hitaben: Değerli katılımcılar! Eğer biz Ortadoğu-İslâm toplumları, aramızdaki ve yaşadığımız tüm sorunları bizzat kendi irademizle çözmez, çözmeye kalkışmazsak, başkaları gelir bizim bu sorunlarımızı çözer. Ancak o zaman bu yabancılar yaptıkları işe karşılık bizden komisyon olarak iktidarı alırlar. Azıcık dikkat edilirse, bir nice zamandan beridir cereyan eden, siyasal sosyal karmaşaların temelinde yatan paradoksun, açık ve net bir biçimde dile getirilişiyle karşı karşıyayız. Ben Düşünmek Farzdır adlı eserimde, seksenli yıllarda benzer şeyler yazmıştım. Demek ki nereden bakarsanız bakınız gerçekler değişebiliyor, lakin Hakikat değişmiyor. Gerçek, eşya ve olayların salt duyusal bakımdan tanık olduğumuz yönüdür. Ve elde ettiğimiz bilgiler hakikatin tamamı değil ancak birkaç boyutudur ve kuru malumattan öteye bir anlam ifade etmez. Eşya ve olayların ötesine dair idrak için, kalbin akletme fonksiyonunu devreye sokarak vakıanın makul olup olmadığını da ölçmek durumundayız. Eğer hadise gerçekten makul ise aynı zamanda insan fıtratına yatkın ve maruf da demektir. Böylece malum, makul ve maruf, bütün boyutlarıyla kavranan gerçek, artık hakikate inkılâp etmiştir. İşte o vakit gerçek bütün boyutlarıyla karşımızdadır. Gerçeğin değişebilme ihtimaline karşı hakikat niçin değişmezdir? Çünkü hadise sıradan bir bilgi mevzuu olmaktan çıkmış iman alanına girmiştir de o yüzden.

 

Konuyu dağıtmamak için bilgi-iman, gerçek-hakikat bahsini erteleyerek şu nihai tespiti tartışmalıyız. Müslümanlar davranışların kaynağı problemini çözmeden, hiçbir hususta sağlıklı sonuçlara varamazlar. Yani geçmiş umumi tutumlarını sürdürerek değişim ve dönüşümü konuşmaya bile mezun değillerdir kanaatimce. Asırlar boyunca oturan, susmayı, sükûtu marifet sayan, düşünmekten korkan, üretmek ve yaratmanın kıyısına bile yanaşmamış, bin yıllık kış uykusunun mahmurluğunu üzerinden atmamış bir fert ve/ya toplum, neyi nasıl değiştirecektir? Değişmek kelimesinin salt kendisi bile dinden çıkmakla müteradiftir onların çoğuna göre. Hiç konuşmayan, düşünmeyen, üretmeyen, yaratmayan, yapmayan, etmeyen bir fert ve/ya toplum elbette hiç yanılmaz, hiç hata etmez. Böylesine şaşkın ve mükemmeliyetçi bir zihniyet imandan nasıl bahsedebilir? Çünkü iman bir eylemdir. Ben idraki, benlik bilinci, kendine güven, kendiyle barışıklık gibi sahih insani entelektüel çabalardan mahrum bir yaratık, insan sıfatıyla bile anılmamalıdır. Bu sebepten her şeye rağmen ve yanılmış olmaktan korkmaksızın yanlış da olsa düşünen, konuşan, üreten, yapan, eden, yaratan fert ve/ya toplumlar, oturan ve uyuyanlar karşısında daima bir iktidar sahibidirler. Dünya sorununu çözmüşlerdir. Berikiler ise kendilerini dünyadan soyutlanmış birer ahret adamı sıfatında görmekte, bunu marifet kıymetinde pazarlamaktadırlar. Unutmaktadırlar ki ahreti kazanma kulvarı bizzat dünyadadır. Yine unutulmamalıdır ki Allah bizzat Müslüman beklememektedir. Çünkü bütün insanlar yaratılıştan bizzat Müslüman’dırlar. O halde beklenen bilfiil Müslüman olmaktır. Dikkat edilirse burada fiil kelimesi vardır ve bu kelime bütün insan eylemlerinin umumi adıdır. Ben zaten Müslüman’ım gibi bir vehme kapılarak kulağının üstüne yatan, atalarının Müslüman kimliğine sığınarak oradan kuvvet alanların akıbeti ortadadır.

 

Bu ayak sağlam ayak değildir. Üstelik insan uzun süre tek ayak üzerinde durursa, kullanılan ayak yorulduğu gibi kullanılmayan da uyuşur; sonunda ikisi de kullanılmaz olur. İnsan için en büyük keramet ve marifet iki ayağının üzerinde durmasıdır diyor Abdulkadir Geylani. 



Metin Önal Mengüşoğlu