๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 05 Eylül 2010, 13:21:43



Konu Başlığı: Allah a dönelim
Gönderen: Sümeyye üzerinde 05 Eylül 2010, 13:21:43
ALLAH’A DÖNELİM 
   
 
Allah-u zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:

"(O şiddetli kıyamet gününde) En büyük korku bile onları üzmez. Melekler kendilerini; "İşte bu, size vaad edilen gününüzdür" diye karşılarlar." (Enbiya; 103)

Allah-u Zülcelal kudret ve azameti ile, kıyamet gününün çok dehşetli bir gün olduğunu bize beyan etmektedir. Dünyada bazı zamanlar deprem oluyor ve çok korkuyoruz. Bu depremler, o şiddetli kıyamet gününün yanında hiçbir şey değildir. Kıyametin şiddeti, öyle dehşetli bir olaydır ki, insanın korkudan dizlerinin bağı çözülüyor ve düştüğü yerden kalkamıyor. İşte Allah-u Zülcelal kıyamet gününü bize beyan ederken: "(O şiddetli kıyamet gününde) En büyük korku bile onları üzmez." buyuruyor.

Peki bu şiddetli kıyamet gününün dehşeti kimleri mahzun etmez?

Dünyada iken Allah-u Zülcelal'in ibadetine karşı ter dökenleri ve böylelikle, terini haşr meydanına bırakmayanları mahzun etmez. Bir kimse hastalandığı zaman: "Eğer biraz terleseydi, rahatlardı!" diyoruz. İşte bu dünyada da Allah-u Zülcelal için biraz terlersek, kıyamet gününde rahatlarız. Ama bu terin hepsini oraya bırakırsak, çok huzursuz oluruz.

Allah-u Zülcelal bizi öyle iyi biliyor ki, bunu tahmin bile edemeyiz. Sabahtan akşama kadar kalbimize yüz bin tane niyet de gelse, Allah-u Zülcelal bu niyetlerin hepsini ince ince bilir. Onun için kendimizi Allah-u Zülcelal'e karşı biraz samimi yapmamız lazımdır.

Anlatıldığına göre bir abid, evinin odun ihtiyacını almak için bir gün çarşıda dolaşıyordu. Yolun kenarında bir beze sarılı vaziyette ve bezin üzerinde de; bunun içinde yüz altın var diye yazılı bir kese gördü. Onun gözü bu altın kesesine çarptığı anda ezan okunmaya başladı. Bu abid, Allah-u Zülcelal'e ve O'nun ibadetine öyle aşıktı ki, ezanın sesini duyunca o altın kesesini orada unuttu.

Burada biraz dikkat edersek, bizim için çok mühim bir işaret vardır. Abid; ezanın sesini duyunca hemen camiye gitti. Namazını kıldıktan sonra, tekrar çarşıya geldi ve evinin ihtiyacı kadar odun aldı. Eve geldiğinde odunun bağını çözünce baktı ki, bunun içinde yüz altın var, yazılı kese de odunların içindedir.

İşte insan Allah için olursa, O'na karşı kendisini samimi yaparsa, Allah-u Zülcelal de insana karşı daha fazla cömerttir. Bu dünyada o abide bu şekilde mükafat verdi. Ahirette nasıl vereceğini de ancak kendisi bilir.

Her ne kadar onlar gibi yapamasak da, Rabbimizi unutmayalım ve O'ndan çok fazla gafil kalmayalım. O'na karşı biraz samimi olalım. O abid, dünyada Allah için ter dökmüş oldu. Eğer nefse kalsa, hemen o altın kesesini almak ister; eğer o altınları alıp keyif ve sefa yapsaydı, Allah-u Zülcelal'e karşı ter dökmemiş olurdu. Ama o Allah-u Zülcelal'in ibadetine koşup, altınları orada bırakmakla ter dökmüş oldu.

Onun için daima iyi kişilerle beraber olmamız lazımdır. İyi kişilerle beraber olursak yanlış gittiğimiz zaman, elimizden tutup doğru yola gelmemize yardımcı olurlar. Kötü arkadaşlar elimizden tutup yardımcı olmak bir tarafa, bizi cehennem ateşine götürürler.

Bu dünyada, yapmış olduğumuz ibadetlerin kârını zahiri olarak görmüyoruz. Ama ahirette onların mükafatını gördüğümüz zaman bir zerre kadar sevap için dahi yalvaracağız. Onun için Lokman-ı Hekim oğluna şöyle nasihat etmiştir:
"Ey oğul! Allah-u Zülcelal'in taat ve ibadetini kendine sanat yaparsan, sermayesiz olarak çok büyük bir kâr elde edersin."

İnsan Allah-u Zülcelal'in ibadetini yaptığı zaman, öyle büyük bir kârın sahibi olur, ahirette öyle büyük bir tüccar olur ki! Fakat maalesef bunu gözümüzle görmediğimiz için çok gevşek davranıyoruz. Bu kârı ancak öldükten sonra göreceğiz.

Bu da Allah-u Zülcelal'in bir vergisidir. Biraz O'ndan istemek lazımdır. Aynı bir dilenci gibi Allah-u Zülcelal'e yalvarmak lazımdır. Bizden önceki selefler de, yukarıda anlatılan abid de Allah-u zülcelal'in kuluydular. Birbirimizden hiçbir farkımız yoktur. Ama demek ki onlar bu mükafatlara müstahaktılar. Bir dilenci gibi Allah-u Zülcelal'e yalvarıyorlardı, Allah-u Zülcelal de onlara veriyordu.

İnsan daima Allah-u Zülcelal'e karşı olan kulluk vazifesini yerine getirmesi lazımdır. Bir dilenci, bir zenginin kapısına gittiği zaman, nasıl ondan bir şey alabilmek için kendisini onun karşısında acındıracak hale getiriyorsa; biz de öyle yaparsak Allah-u Zülcelal'in çok hoşuna gidecektir. O derecede de bizi kabul edecektir inşaallah!

Allah-u Zülcelal, değil insanların birbirlerine zulüm yapmalarını, hatta hayvanların bile birbirlerine zulüm yapmasını kabul etmez. Çünkü Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet gününde bütün haklar sahiplerine verilecektir. Hatta boynuzsuz koyun için boynuzlu koyundan kısas alınacaktır." (Tirmizi)

Anlatıldığına göre, İsa (aleyhisselam) bir gün bir deve çobanının yanından geçiyordu. Baktı ki, develerin içinde çok iri, etli bir deve, diğer develere vuruyor, onları yere yatırıyor. İsa (aleyhisselam) o devenin yanına gelip kulağına:

"Sen ölüsün!" dedi ve geçip gitti. Bir süre sonra geri döndüğünde deveyi tanıyamadı. Deve öyle zayıflamıştı ki, bir kenara çekilip başını yere koyuyor ve daima düşünüyordu. İsa (aleyhisselam) çobana:

"Bu deveye ne oldu böyle?" dedi. Tabi çoban ilk seferinde İsa (aleyhisselam)'ı tanımamıştı. Çoban İsa (aleyhisselam)'a şöyle cevap verdi:

"Ya Ruhullah! Birkaç gün önce buradan bir adam geçti. Onun kulağına bir şeyler söyledi. Ne dediğini bilmiyorum. Ondan sonra deve böyle oldu."

Burada bizim için çok büyük bir ders vardır. Allah-u Zülcelal, hayvanlara akıl vermediği halde, zulmü ve hakareti onlardan bile kabul etmez. Bu yüzden o deveye kendi Peygamberinin diliyle: "Sen ölüsün!" dedi. O deve, aklı olmadığı halde ölümü duyduğu zaman yeme içmeden kesildi, zayıfladı ve bir ölü haline geldi. Onun içindir ki, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"Eğer hayvanlar Ademoğlu gibi ölümü bilseydi, eti besili bir hayvan yiyemezdiniz." (Beyhaki)

Ama Allah-u Zülcelal onlara akıl vermediği için ölümün var olduğunu bilmiyorlar. Onun için yiyorlar, içiyorlar, etleniyorlar. Ama bizim gibi öleceklerini bilselerdi, bu şekilde olmazlardı. Bizim için bundan daha büyük ders var mıdır? Ama maalesef sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi davranıyoruz. Bu çok yanlıştır. Biraz kendi kendimize düşünmemiz lazımdır.

Ebu Said el-Hudri (radıyallahu anh) şöyle anlatmıştır: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün mescide girdi, bazı kimselerin kahkaha atarak güldüğünü görünce şöyle buyurdu:

"Ne bu haliniz? Eğer ağız tadını bozan ölümü çok düşünseniz, sizi bu halde görmezdim. Ümitleri kıran ölümü çok düşünün, çünkü kabir her gün şu sözleri mutlaka tekrarlar: 'Ben gurbet ve ayrılık eviyim. Ben yalnızlık eviyim. Ben toprak eviyim. Bana gelenleri toprak ediciyim. Ben kurt ve böcek eviyim. Bana gelen ölüler kurtlanır, böceklere yem olur.'

Mü'min kulun cenazesi gömülünce kabir ona: 'Hoş geldin, sefalar getirdin. Üzerimde yürüyenlerin arasında en çok sevdiğim sendin. Bu gün benim himayemdesin. Pek yakında sana yapacağım iyilikleri göreceksin' der ve Allah kabri ona gözünün alabildiği yere kadar genişletir ve kabrine cennetten bir kapı açılır.

Facir ve kafir bir kul defnedilince de kabir ona: 'Sana burada ne geniş yer var, ne de rahatlık. Üzerimde yürüyenlerin arasında en sevmediğim sensin. Biraz sonra seni bana bırakıp gittikterinde benimle yalnız kalınca, göreceksin sana ne işkenceler yapacağım' der, hemen üzeri daralmaya başlar. Kabir o kadar daralır ki, kaburga kemikleri birbirine girer." Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu söylerken parmaklarını birbirine geçirdi ve kabir azabını anlatmaya devam etti:

"Ona azap etmek için yetmiş ejderha (büyük yılan) gönderilir. Eğer onun bir tanesi dünyada olsa, nefesinden çıkan zehirin etkisinden yeryüzünde hiçbir şey bitmez. İşte o yılanlar kıyamet gününde hesaba çekilinceye kadar ona azap edecekler."

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sözlerini şöyle bitirdi:
"Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir veya cehennem çukurlarından bir çukurdur." (Tirmizi, Beyhaki)

Hakikaten insan bunları düşündüğü zaman, ibadetin tatlılığını kalbinde, ruhunda, sırrında hissedecektir. Her zaman birilerini kabre götürüyoruz. Ama sanki biz daima başkalarını kabre götüreceğiz. Oysa bir gün de başkaları bizi kabre götürecektir. Bunu bilmemek, düşünmemek insana menfaat vermez. Bu halden biraz sıyrılmak lazımdır. Eğer Allah-u Zülcelal'e karşı samimi olarak bir ibadet yaparsak, O her şeyimize yeter.

Anlatıldığına göre, İsa (aleyhisselam) zamanında bir kadın ekmeklerini pişirmek için tandıra koyup, ibadet yapmaya başladı. Şeytan bir kadın suretine girip kadının yanına gelerek dedi ki:

"Sen çok ibadet yapıyorsun ama senin ekmeklerinin hepsi tandırda yandı." Kadın buna hiç kulak asmadı. Çocuğunu götürüp tandıra attı ve gelip:

"Çocuğun tandıra düştü, yandı" dedi. Kadın yine hiç kulak asmadı. Onun kocası eve geldiğinde baktı ki çocuk tandırın içinde ateşin közleriyle oynuyor.

Peki bu ne ile oldu? O kadının Allah-u Zülcelal'e karşı olan iman kuvveti, samimiyeti ile oldu. Allah-u Zülcelal öyle kudret ve azamet sahibidir ki, kendine karşı samimi olanları ateşte dahi yakmaz.

İbrahim (aleyhisselam)'ı öyle bir ateşe attılar ki göklere çıkıyordu. Ama Allah-u Zülcelal: "Ey Ateş! İbrahim'e serin ve esenlik ol!" (Enbiya; 69) buyurunca, o ateş çiçek bahçesi oldu.

İşte Allah-u Zülcelal'e karşı samimi olanlar hem bu dünyada hem de ahirette kazanıyorlar. Ne mutlu onlara!

Allah-u Zülcelal bizlere akıl vermiştir. Bu akıl ile kendimiz için kârlı olan şeyleri yapmamız, zararlı şeylerden de muhafaza olmamız lazımdır. Kendi kendimize, bizden önce yaşamış ve şimdi toprağın altında olan insanların hallerini:
"Nasıl geldiler ve nasıl gittiler?" diye biraz derin olarak düşünürsek, kendi kusurlarımızı ve nefsimize ne kadar haksızlık yaptığımızı meydana çıkarabiliriz.

Firavun ve onun hanımı olan Asiye (radıyallahu anha) ikisi de bu dünyadan gittiler. Firavun: "Ben Rabbim!" diyordu. Yeryüzünde bundan büyük bir günah yoktur. Asiye (r.anha) ise, Nebi Musa (aleyhisselam)'a iman etti ve müslüman oldu. Firavun ona çok şiddetli azaplar verdi.

Bir çok insan Firavun'un hizmetçisiydi ve bir o kadar da zengin ve nüfuz sahibi idi. Allah-u Zülcelal ona bir çok nimetler vermişti. Şimdi soruyorum, Firavun ve Asiye (radıyallahu anha) neredeler? Asiye, kıyamet gününde bütün kainatın efendisi olan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) ile evlenecektir. Firavun ise bir tencerenin içinde bulunan et parçaları, ateşin üstünde kaynatıldığında nasıl yuvarlanıyorsa; o da cehennem ateşinin alevinin içinde aynı o şekilde yuvarlanacaktır.

Dünya çok kısa bir zamandır. Onun rahatına bakmamamız lazımdır. Nefsimiz, bu dünya hayatını bize öyle uzun gösteriyor ki, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bizi aldatıyor.

Herkes Allah-u Zülcelal'in muhabbetini arasın, onun üzerinde meraklı olsun. Allah-u Zülcelal kullarına karşı halimdir, ihsan sahibidir ve şefkatlidir. İnsanlar daima O'na âsi geliyorlar. Halbuki bir insan, Peygamber veya melek olsa kendisine âsi gelen kimseye bir gazaba gelir ve onu mahveder. Ama Allah-u Zülcelal kendisine karşı âsi gelen kullarına halim davranıyor, onlara mühlet veriyor. Onun için insan elini vicdanına koyup: "Benim Rabbim bana halimdir, ihsan ve merhamet sahibidir. Ben de O'na karşı biraz kendimi düzeltmeliyim." demesi lazımdır.

Bu şekilde derin olarak düşündüğü zaman, bülbül gibi daima Allah-u Zülcelal'den bahsetmek gerektiğini, O'nun zikrini, ibadetini yapmak gerektiğini ve O'nun muhabbetini, rızasını, kazanmak için gayret göstermenin her mü'minin üzerine hak olduğunu, farz olduğunu anlayacaktır.

Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametini idrak edemiyoruz. O'nun kudret ve azametini iyice idrak etseydik, devamlı olarak O'nun ibadetini yapardık ve kendimizi günahlardan da muhafaza ederdik.

Musa (aleyhisselam), Şuayb (aleyhisselam)'ın yanında çobanlık yapıyordu. Bir gün çok uykusu geldi. Fakat koyunların etrafında bir sürü kurt vardı. Onlardan bir an gafil kalsa, koyunların hepsini parçalardı. Fakat uykusuzluktan ve rahatsızlıktan ayakta duracak hali kalmamıştı. Allah-u Zülcelal'e dua ederek:

"Ya Rabbi! Ben koyunlarımı sana teslim ediyorum." dedi ve uzanıp uyudu. Bir süre sonra uyanınca baktı ki, bir kurt kendisinin âsâsını omzuna almış ve çobanlık yapıyor. Musa aleyhisselam bu duruma çok şaşırdı. Allah-u Zülcelal ona vahiy nazil ederek buyurdu ki:

"Ya Musa! Şaşırma. Bu benim yanımda bir şey değildir. Sen daima benim istediğimi yerine getir, Ben de senin istediğini yerine getiririm."

İşte Allah-u Zülcelal böyledir. Eğer kul O'nun istediği şekilde davranırsa, Allah-u Zülcelal de daima onunla beraberdir, daima onun her ihtiyacını yerine getirir.

Allah-u Zülcelal adalet terazisinin üzerindedir. Hiçbir kulunun zerre kadar ne bir sevabını, ne de bir günahını kaybetmez. Ama kendi rahmeti ve merhametiyle kulunu affederse, O'na hiçbir şey mani olamaz. Yalnız kul da, kendisini Allah-u Zülcelal'in affına müstahak etmelidir.

Bir yerde insanlarla beraber oturduğumuz zaman en azından bir miktar Allah-u Zülcelal'den, O'nun Peygamberinden, Allah-u Zülcelal'e nasıl gidileleceğinden ve O'nun rızasının nasıl kazanılacağından bahsetmemiz lazımdır. Bu şekilde yapmak, O'nun rahmetini üzerimize çeker.

Allah-u Zülcelal merhamet sahibidir. O'na dönmek lazımdır. Bizim günahlarımız O'nun yanında bir şey değildir. İnsan Allah-u Zülcelal'e döndüğü zaman, annesinden yeni doğmuş gibi tertemiz olur. Ne kadar günahı varsa hepsi sevaba çevrilir. İnsan için bu fırsattan, bu nimetten daha büyük ne vardır?

Yalnız, tevbe ederken, insan büyük bir pişmanlıkla:

"Ya Rabbi! Senin razı olmadığın geçmişte yapmış olduğum bütün günahlarımdan pişman oldum. Ve bundan sonra da senin razı olmadığın amelleri de yapmayacağıma söz veriyorum." diye tevbe etmelidir.

Dili nasıl böyle söylüyorsa, kalbi, ruhu ve sırrı da manevi olarak aynı dili gibi kararlı olursa, bütün günahları sevaba çevrilir ve gelecekte de nefs ve şeytana mağlup olup hata yaptığı zaman yine tevbe ederse, Allah-u Zülcelal yine kabul eder.

Allah-u Zülcelal her ne kadar hataya düşmemizi istemese de, sonradan bir hata yaptığımız zaman: "Bak, sen söz vermiştin, niçin yine hata yaptın." demez ve tevbemizi kabul eder. Tevbe İmandan sonra vermiş olduğu en kıymetli şeydir. Bu tevbeyi de bize nasip ettiği için Allah-u Zülcelal'e karşı borçluyuz. Çünkü bu tevbeyi Allah-u Zülcelal bazı mü'min kardeşlerimize nasip etmemiştir ve etmemektedir.

Onlara göre, tevbe sanki İslam dininin dışında olan bir şeydir. Halbuki Allah-u Zülcelal bir çok ayet-i kerimede, kullarının tevbe etmesini emretmiştir. Nitekim Allah-u Zülcelal, bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Ey İman edenler! Samimi (Nasuh) bir tevbe ile Allah'a dönün..." (Tahrim; 8)

Tevbe, mü'min olan kimsenin üzerine farzdır. Fakat maalesef din aramızda yabancı olmuştur. Dinimizi bilmiyoruz. Onun için bu tevbenin ne kadar kıymetli olduğunu başta kendimize, ailemize, dost ve akrabalarımıza, komşularımıza anlatmamız lazımdır.

Allah-u Zülcelal'in takvasında bulunmak, O'nun emir ve nehiylerini yerine getirmek insana hem dünyada yarıyor, hem de ahirette yarayacaktır. Yalnız denildiği gibi Allah-u Zülcelal'in kudret ve azametine inanıp idrak etmek ve O'na tevekkül etmek lazımdır. Allah-u Zülcelal'in yanında her şey çok kolaydır.

Arş-ı âlâya kadar yedi kat gök vardır. Orada melekler ve başka mahlukat vardır. Yerin dibine kadar yedi kat yer ve denizlerde ne kadar mahlukat varsa, Allah-u Zülcelal bunların hepsinin açlığını, tokluğunu, ne istediğini gece gündüz daima hepsini görür, işitir ve bilir.

Ne kadar büyük bir kudret ve azamet sahibidir. Bunu biraz derin olarak düşünmemiz lazımdır. Küçücük kurtları, pireleri, karıncaları gören, işiten Allah-u Zülcelal'in bizi muhafaza etmesi nedir ki? Yalnız O'na karşı samimi olmamız lazımdır.

İnsan dünyada iken, Allah-u Zülcelal'in rızasına sebep olacak işleri maalesef tercih etmiyor. Nefsani şehvetleri, nefsinin arzularını tercih ediyor. Allah-u Zülcelal'in rızasını, O'nun emir ve nehiylerini, nefsimizin arzularının üzerine tercih etmemiz lazımdır.

Allah-u Zülcelal'in dostlarından birisi rüyasında, öyle bir huri görmüş ki eğer dünyaya çıksa güneşi kaybeder, kendi yüzünün parlaklığı ile dünyayı aydınlatabilir.

Ona demiş ki: "Sen kimin içinsin?" Huri: "Ben, mihrimi veren içinim." diye cevap vermiş."Peki senin mihrin nedir?" diye sorunca, Huri demiş ki: "Benim mihrim, Allah-u Zülcelal'in rızasını kendi nefsinin arzularının üzerine tercih etmektir. Kim bunu yaparsa, benim mihrimi vermiş olur. Ben de kıyamet gününde onunla evlenirim."

Tabi bu insan için zordur. Fakat dünyada bizi barındıracak bir bina yapabilmek için, masraf yapıyoruz, çalışıyoruz, terliyoruz. Allah-u Zülcelal kıyamet gününde yüksek yüksek köşkler hazırlamıştır. Bunların bir taşı altından, bir taşı gümüştendir. İnsan ona bakınca gözleri açık kalır. İçlerinde bir çok nimetler vardır.

Bütün bu nimetleri bedava olarak hiç çalışmadan istemek yanlıştır. Niçin dünya nimetlerini elde edebilmek için çalışıyoruz, terliyoruz, meşakkat çekiyoruz da; ahiret nimetlerini bedava almak istiyoruz?

Gaflet uykusuna daldığı zaman, nasıl uyuyan bir kimseyi uyandırıp:
"Kalk bir şeyler yap, sen devamlı olarak uyuyorsun!" diyorsak, nefsimizi dürterek:
"Ey Nefsim! Sen gafletin içine çok fazla giriyorsun, ahiretten hiç haberin yok, kalk kendin için bir şeyler yap!" diyerek uyandırmamız lazımdır.

Nefis ve şeytan daima bizimle mücadele etmek suretiyle harbediyorlar. Mü'min olan kimse şuurlu olmalıdır. Nefis ve şeytan kendisine zarar verdiği halde, hiçbir zarar vermiyormuş gibi davranmak çok yanlıştır. Daima geçmiş olan günlerimizden pişman olup mahzun olmamız lazımdır. Her insan kendi kendine:

"Benim elimde çok büyük bir sermaye vardı. Onunla çok güzel ve büyük şeyler yapabilirdim ama hepsi geçti gitti. Bari kalan ömrümde bir şeyler yapayım." diye Allah-u Zülcelal'den kuvvet, Sadat-ı Kiram'dan himmet istemek suretiyle kalan ömrümüzde biraz gayret göstermemiz lazımdır.

Lain şeytan bazı zamanlar insana: "Sen daha ne yapacaksın, bu kadar günah yaptın!" diyerek, umutsuz bırakıyor ve öyle bir hale getiriyor ki sanki artık müslüman değilmiş gibi bir düşüncenin içine sokuyor.

Bu çok yanlıştır. Bir kimse ömrünün tamamını gafil geçirip, sonradan Allah-u Zülcelal'e dönüp iman ederse, Allah-u Zülcelal onu affediyor. Mü'min olan saçını, sakalını Allah yolunda beyazlatmış olan bir kimseyi niye affetmesin ki?

Bize yarayacak olan O'nun muhabbetidir. Allah-u Zülcelal rızasını, muhabbetini kazanalım diye bizi yaratmış ve dünyaya göndermiştir.

İsa (aleyhisselam) bir yerden geçerken, ibadet yapmaktan zayıflamış bir adam gördü. Ona: "Senin bu halin nedir?" diye sordu. Adam dedi ki:

"Yetmiş senedir bana zerre kadar da olsa muhabbetini vermesi için Allah-u Zülcelal'e yalvarıyorum. Ya Ruhullah! Sen dua et ki, Allah-u Zülcelal bu muhabbeti bana versin" İsa (aleyhisselam) da:

"Ya Rabbi! Bunun istediğini ona ver." diye dua etti ve geçip gitti. Bir süre sonra dönerken baktı ki, adam bir kayanın üzerine çıkmış, gözleri yukarıya doğru ve bir taş gibi göğe bakıyor. Ona selam verdi, almadı. Her ne söylediyse sanki ruhu yokmuş gibi hiç cevap vermedi. Bunun üzerine Allah-u Zülcelal İsa (aleyhisselam)'a şöyle vahyetti:

"Bizim bir zerre kadar muhabbetimiz onu böyle yaptı. Daha fazla olsaydı hali nasıl olurdu."

İşte Allah-u Zülcelal'in muhabbeti böyledir. Allah-u Zülcelal hepimize kendi fazlı, ihsanı ve keremi ile muhabbetini versin ve razı olacağı şekilde salih amel nasip etsin... (Amin)


ALINTI