๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Zehibe üzerinde 04 Kasım 2010, 11:29:29



Konu Başlığı: Âlimin Ölümü Âlemin Ölümü Gibidir
Gönderen: Zehibe üzerinde 04 Kasım 2010, 11:29:29
Âlimin Ölümü Âlemin Ölümü Gibidir

Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu

Reîsü'l-kurrâ Hafız Abdurrahman Gürses Hocaefendiye dair birkaç hatıra...

Reîsü'l-kurrâ Hafız Abdurrahman Gürses Hocaefendi'yi Rahmet-i Rahman'a uğurladık. Bir asra yaklaşan ömrünün son demlerinde kapalı olan hâfızasının sadece Kur'an'ın en büyük mucizelerinden olan "Muhakkak ki O'nu biz indirdik ve koruyacak olan da biziz." emr-i İlâhî'sinin bir kere daha tecellisi oldu. İlâhî kelâmı doksan sene telaffuz etmiş bir ağızın, mahfûzatında taşımış bir zihnin başka türlü olabileceğini düşünmenin bile abes olacağını ifade edebiliriz. Kur'an'ın hat ile korunmasını sağlayanlardan, son devrin büyük hattatı merhum Hâmid, hemen her görüşmemizin bir yerinde, lâfı getirip "Abdulkerim Bey, Allah bu elleri yakmaz..." derdi. İnançtaki samimiyete ve güce bakınız! Şahsî günahlar olabilse de, istimdâd edilen Yüce Mevlâ'ya niyaz şeklinin gücü, bu isteğin aslâ reddolunmayacağını peşinen doğrular gibi... Hiç Allahu Azîmüşşân Abdurrahman Hoca ve benzerlerinin Kur'an hâfızalarına nisyân (unutkanlık) illeti verir mi?

Abdurrahman Gürses (Hendekli Hafız) Hocaefendi, kendisini bilen ve tanıyan herkesin kabul ettiği üzere vakar ve Kur'an hatırına prensipler sahibi bir zât idi. Gıyabında dinleyip tanıdığım şu olayla, çocukluk yıllarımda, gönlümde taht kurmuştu. Duyduklarım yanlış değilse, Hac seyahatine izin verildiği ilk yılların birinde, muhtemelen rehber hoca ve mütercim olarak, bir zenginin refakatinde Hacc'a gitmiş. Yolculuk esnasında o zengin kişi, düşüncesizlikle bazı kabalıklar etmiş. Hocaefendi bunlara oldukça içerlemiş ve dönüşte evini satarak elde ettiği meblağı götürüp, kendisi için yolculuk esnasında harcanan paraların toplamını, reddi kâbil olmayacak şekilde ödemiş ve muhâtabını iskât etmiş (susturmuş). Gerçek ehl-i Kur'an'dan da böylesi bir tavır beklenirdi.

Hoca merhûmun Bavezîd Camii'nde namazların akabindeki mihrabiyeleri meşhurdu. Üzerinden yıllar geçti. Zaman zaman yolumu uğratır, dinlerdim. Bazı kerelerinde sohbeti koyulaştırırdık. Takip eden yıllarda teftiş görevi ile İstanbul'a gittiğim oldu; fakat bir kere de olsa bu görevimden söz etmedim ve bu tarafımı bilmedi. Çünkü edebim müsaade etmezdi. Beni hep eskilerden tanıdığıyla kaldı. İstisnasız elini öper ve bundan keyif alırdım. Bir gün, merhûm babamın intisâbı sebebiyle Hafız Ömer Aköz Hocaefendi'den (Fatih Camii eski başimamı, Mushaflar Tedkik Heyeti Reisi, dönemin reîsü'l-kurrâsı / 27.06.1889 -15.07.1952) söz açılmıştı. Aynen şöyle dedi: "Âh! O bir sabâ rüzgârı idi. Öylesi bir daha esmez ve aslâ yeri doldurulmaz." Bundan sonraki görüşmelerimizde daha başka bir alâka, sevgi ve muhabbetle karşılandığımı hatırlarım.

Birgün Cağaloğlu'ndan geçerken Kapalıçarşı/Kalpakçılar'dan Bayezîd'e çıkayım dedim ve Nuruosmaniye bahçesine girdim. Ânîden eski bir ahbab ile karşılaştık. Talebi üzerine avluda bulunan yatılı Kur'an kursuna girdik. Görevli odasında merhûm ve bazı zevât vardı. Elini öptüm. Bu ziyaretten memnuniyetini ifade etti. Görüşmeyeli epeyi olmuştu. Sağ tarafına oturdum. Solda ve karşıda oturanlar vardı. O anda bir başkası daha içeriye girdi. Üst başta oturana, yerini yeni gelene vermesini, burada kıdem ve liyâkatın esas olduğunu ifade etti. Derken bir iş adamı geldi. Bu defa ona, soluna ve üst köşeye oturmasını îmâ etti ve oturttu. Meğer o cemaat onun evine gidecekler imiş. Allah'ın bildiği kuldan saklanmaz. Bir anda, zenginlerin sultasına girmemek için hac dönüşü evini satan bu zâtın, o andaki hareketini kafamda mukayese ediyordum ki, kulağıma eğilerek ve gayet hafif bir sesle, "Bu zâtlara bu kadar i'zâz etmezsek ehl-i Kur'an'a himmetlerini ve yardımlarını temin edemeyiz?", dedi. Böylece, o hareketi şahsı için yapmadığını anlamış, dersimi almıştım.

Merhûm teybe Kur'an okumazdı ve kaset yapmadı. Son senelerini kesinlikle bilemiyorum, ama anlatacağım olayın üzerinden nerede ise otuz sene geçiyor. Bayezîd Camii'nde mihrâbiyelerini dinlemek için özel gayret gösterdiğim yıllardı o yıllar. Paltomun cebine küçük teybi koyup minberin tam dibine oturmuştum. Niyetim, Kur'an'a başlayacağı zaman gizlice düğmesine basıp sesini kaydetmekti. Teybin hiç bir ârızası yoktu. Namaz kılındı, duâsı yapıldı. Eûzu Besmele'yi çekerken düğmeye basıyor, fakat bir türlü çalıştıramıyordum. Ben öylece uğraşırken Kur'an tilâveti bitti. Bu işin izinsiz olmayacağını anlatmıştım. Kalktık, odasına doğru yürürken durumu aynen anlattım. Yan gözle ve hafifce gülerek bana doğru baktığını hâlâ unutamam.

Bir keresinde (yanılmıyorsam) kendisinin Tayyibe okutmadığını söylemişti. Bu sohbet, en azından bir çeyrek yüz yıl öncesidir. Daha sonraki yıllar pek çok kimseye icâzet verdi.

O, fiziği ile, sesi ile, vakârı ile, güzel ahlakı ile... velhasıl her yönüyle Reîsü'l-kurrâ idi ve hâfızalarda öylece kalacaktır. Aslâ kesintiye uğramayacak olan bu silsilede, merhûmdan, genç neslin alacağı pek çok dersin bulunduğu kesin.

Allah ganî ganî rahmet eylesin ve onun benzeri bu ümmetin şereflilerini hizmetlerinde dâim kılsın.