๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 22:28:30



Konu Başlığı: Aklın iki yüzü ve mâkuliyet 2
Gönderen: Sümeyye üzerinde 25 Eylül 2010, 22:28:30
Aklın İki Yüzü ve Mâkuliyet 2

Tevhid düşüncesinin en güçlü seslerinden biri olan Hz. İbrahim, Kur'ân-ı Kerim'de sık sık başvurulan bir örnektir. Bir bakarsınız O, putperest çağdaşlarının putlarını kırar, şirk düşüncelerini temelinden sarsar ve bir daha konuşamayacakları şekilde ağızlarına, akıl tezgâhından çıkmış fermuarlar vurur; onların şirk anlayışlarını semalara taşıyıp, yıldızlara, aya, güneşe ulûhiyet İsnad etmelerine karşı da, âdeta semavî cisimlerin bağını çözüp dağıtarak, onları o çarpık rubûbiyet telakkilerinin enkazı altında ezer ve arkadan gelenlere, Allah'a ulaştıran şehrahlar açar.

Her şeye rağmen gayrimmâkulde ısrarlı olanlara da, sesini daha bir yükselterek: "Kasem olsun siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz" (Enbiya. 21/54) der. Bir de bakarsınız, onların putlarını kırmış ve dimdik ayakta o çarpık şirk mantığına karşı: "Sîz, Allah'ı bırakıp, kimseye hiçbir faydası da, zararı da dokunmayacak olan nesnelere mi tapıyorsunuz? Yuf size de, o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?"(Enbiya, 21/66) seklinde haykırır; haykırır, hem o günkü müşriklerin hem de daha sonra gelen bütün putperestlerin ruhlarında ürpertiler meydana getirir.

Hz. İbrahim gibi, diğer büyük peygamberler de -değişik şartlar ve konjonktürel farklılıklara bağlı renk ve stil ayrılıkları mahfuz- hep aynı mesajları sunmuş ve aynı yolda yürümüşlerdir; Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz, Şuayb, Hz. Musa (Sallallahu Aleyhimüsselâm) hemen hepsi de "akl-ı semavî" yolunu takip etmiş ve mâkulu salıklamışlardır. Buna karşılık, küfür, ilhad ve şirk cephesi ise, ömürlerini hevâ ve hevesin dar mahbesinde, atalarından tevarüs ettikleri anlayış ve düşüncelerin tutsağı olarak, çarpık duymanın, çarpık hissetmenin gel-gitleri arasında geçirmiş ve sürekli bir mantıksızlık sergilemişlerdir.

Bediüzzaman'ın, sık sık üzerinde durup, mutlaka okunmasını ve temaşa edilmesini istediği kâinat kita bı ve varlık meşheri, mâkulü temsil eden enbiyâ, as-fiyâ, evliya ve İslâm ulemasından tevarüs edilegelen bir anlayışın ifadesidir. Zamana bağlı çizgi farklılığı mahfuz, verilen mesaj ve takip edilen yol hep aynı dır; arz u sema tetkike tâbi tutulacak., eşya ve hâdiseler hallaç edilecek.. her şey götürülüp gerçek sahi bine bağlanacak., sonra da vicdanlarda bu mâkuliye-tin itminanı duyulacak ve marifete dönüşen İlimler birer zevk-İ ruhanî kaynağı haline gelecek., derken, yerküredekiler ve semadakiler aynı ruh haletini paylaşacak.

Kur'ân pek çok âyât-u beyyinâtıyla bize bu yolu salıklar ve mâkuliyeti, düşüncenin sonsuza bağlanması şeklinde yorumlar: Yerinde "Onlar başlarının üstündeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi ve onda bir açık ve bir dengesizlik bulunmadığını düşünmezler mi?. Biz, yeri de yayıp döşedik ve orada da, dengeyi sağlamak için ağır baskılı ulu dağlar yerleştirdik., ve zeminde, gözleri-gönülleri açacak her çeşit bitkiden çiftler yarattık. Bütün bunları, Allah'a yönelen her kula, Yaradan'ın kudretini hatırlatması ve dersler veren birer basiret nişanesi, ibret numunesi olsun diye yaptık. Ardından, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ue biçilmeye müsait ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçlan yetiştirdik." (Kaf. 50/6-10) diyerek, dikkatleri semalara, semalardan yerküreye, ondan da rızka çevirerek bizi, aklımızı kullanmaya, düşünmeye; imanda derinleşmeye ve marifette zenginleşmeye çağırır. Yer yer mahsûsâtın önemini vurgulayarak, hemen her zaman gözümüz önünde bulunan küre-i arzı temaşa etmeye davet eder ve "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki, bu sayede düşünüp duygulanacak gönüllere, hakikatin sesini İşitecek kulaklara sahip olsunlar. Ne var ki kör olan onların gözleri değil, sinelerindeki basiretleridir. " (Hac. 22/46) der ve basireti kapalı gönüllerin mahrumiyetini vurgular. Zaman zaman da aklını, basiretini kullanmayanları tevbih sadedinde "Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, inan mayanlar gelip geçerken (kasdî tetkike almadıklarından) yüz çevirmiş olurlarda farkına varamazlar." (Yusuf, 12/105) ferman ederek niyet ve nazarın önemine dikkatleri çeker ve mücerret bakmanın bir mânâ ifade etmeyeceğini hatırlatır.

Kur'ân, kâinat kitabıyla alâkalı referanslarının yanında, ele aldığı konulan takdimdeki sağlamlığı, muhtevasının düşündürücülüğü, mesajlarının kuşatıcılığı, ifadelerinin sihri, üslûbunun müessiriyet ve inandırıcılığı ile de çok yönlü ayrı bir mâkuliyet örneği ortaya koyar. Evet O, sırtını vahye dayadığı gibi hep akıl yörüngeli bir yol takip eder. Bütün mesajlarını akla. mantığa, muhakemeye tesbit ve tescil ettirerek muhataplarının kapılarını çalar., alâka uyaran bir üslûpla gönüllere yürür., aklın, hissin, şuurun itirazlarına meydan vermeyecek bir çerçevede konuşur., ve talebelerini mâkuliyet adına sürekli rehabilite eder. O, iç İçe yüzlerce konuyu, tek bir mevzuun tahlilinde bile zor ulaşılır bir ahenkle sunmasından, her mesajındaki içtenlik ve tesirine, inanca açık gönülleri İtminana ulaştırmasından mütereddit ruhları ikna etmeye kadar her mevzuda arkasını vahye dayar ve insanlarla alış verişini mâkulün yamaçlarında gerçekleştirir.

Bu açıdan diyebiliriz ki; eşyayı temaşa edip hâdiseleri okuyabilenler, okuyup tevhide bağlayanlar mâ kulü takip ettikleri gibi, Kur'ân' duyup, dinleyip içi ne sindirenler de hep aklî bir yol takip etmiş sayılırlar. Aksine, varlık ve hâdiselerin iç yüzüne nüfuz edemeyip dışında kalanlar, aklî bir yolda olmadıkları gibi, Kur'ân duymayan, dinlemeyen ve içine sindiremeyenler de aklın nurundan tam istifade edememişler demektir. Evet, varlık ve eşyanın okunup, düşünülüp değerlendirilmesi; değerlendirilip imana, marifete, Yaratıcı'yla münasebete bağlanması mâkul; her nesne ve her hâdisenin değişik sebeplere, tabiata ve daha başka şeylere verilmesi de akıl dışıdır. Yaratıcının varlığı, birliği, şerike, nazire, yardımcıya muhtaç olmayışı mâkul; her şekliyle şirk ve ilhad düşüncesi ise gayrimâkuldür. Eşya ve hâdiselerin şerh ve İzah edilmesi, varlığın yorumlanarak bir gerçeğe bağlanması için, Allah'la insanlar arasında bir kısım elçilerin gerekliliği mâkul; nübüvvet ve İlâhî mesajları kabul etmeme İse gayrimâkuldür. Risaleler'deki mülahazalarla, bu çerçeveyi bütün iman esaslarını İçine alacak şekilde genişletmek mümkündür. Ben şimdilik bu kadarının yeterli olabileceği düşüncesiyle, böyle bir genişlik içinde konunun mütalâasını, İslâm mütefekkirlerinin kitaplarına havale edip geçiyorum

Bir diğer zaviyeden, anlama, idrak etme. kavrama mânâlarına gelen akıl; şöyle-böyle tarifi içine giren hususları kavramada önemli bir vasıta ve ruhun hayatî dinamiklerindendir. Anlaşılacak şeyler onunla anlaşılır, onunla kavranır, onunla değerlendirilir ve onunla bir neticeye bağlanır ki, aksi ahmaklık, aptallık ve idraksizlik demektir. Ahmak, aptal ve idraksizler, mâkul olmayan yolların âvâre ve gayesiz yolcuları gibidirler ki; ne kâinat kitabını anlar, ne eşya İle hemhal olabilir, ne Kur'ân'ı duyar ne de mükellefiyet sırlarına akıl erdirebilirler.. evet böylelerinin, dini de, dinin ruhunu da, varlığın hedef ve gayesini de bilmeleri mümkün değildir. Peygamberimize isnad edilen bir sözde "Ahmak bizim düşmanımızdır." denir. Mevlânâ, bu sözü serlevha yaparak o engin söz üstadlığıyla içini söyle döker:

"Peygamberimiz (s.a.s): "Kim ahmak ise o bizim düşmanımızıdır; yol kesen esfiyamızdır." der. Akıllı kişi bizim canımızdır. Ondan gelen serin esinti bize bir reyhan ne fesleğen kokusu getirir. Akıl kızıp bana sövse de, ben başımı eğer, ona ses çıkarmam; çünkü o, her zaman bana feyiz bahseden Zat'tandır... aksine, ahmak gelip ağzıma helva koysa da, ben onun hefuasından ateşlenir ve hasta olurum."

Diğer tasavvuf büyüklerine göre de, ötelerden beslenen semavî akıl, cismanî arzuların boynunda bir kement gibidir. Hırs, öfke, şehvet gibi bedenî istekler o zinciri kırmadan kafiyen kendilerini ifade etme fırsatını bulamazlar. Bu manâdaki akıl, insanî değerleri korumanın polattan kilidi ve ebedî saadetlerinde büyülü anahtarıdır. Akıl, nefse bağlı arzuların çenesinde bir gem. ağzında bir fermuar ve ruhu sonsuza uçuran bir melek kanadıdır. Nefis, her an ayrı bir hezeyanla insanı, çok değişik problemlere sürüklemesine karşılık, akıl, onun oyunlarını bozan semavî bir güçtür; hem öyle bir güçtür ki, eğer kalbe bağlanıp onun varidâtıyla beslenmesini sürdürebilirse, onun yere serip üzerine çullanamayacağı düşman yok gibidir. Aksine eğer o. kalbten koparılarak semavî İken türabîleştirilirse, o zaman da düşmanlara rehberlik yapan bir haine dönüşür; gider şehvetin yanında yerini alır., kine-nefrete arka çıkar., cerbezeye girer ve semavîliğe karşı koymaya çalışır., diyalektiğe dalar ve bâtılı hak göstermeye başlar,, demagojiyi marifet sayarak, sürekli ihtilaf ve iftiraklara sebebiyet verecek şekilde tartışmalara girer; girer ve başkalarını mağlup edip utandırmayı bir zafer gibi görür., sık sık kalbini öldürür ve onun enkazı üzerinde nefsine otağlar kurar., her gün birkaç defa şeytanı sevindirecek levsiyat içine girer ve ruhunu dinamitler. .

İşte, bu ölçüde bağını koparmış ve bîr azgınlık unsuru haline gelmiş akıl da, yine Mevlânâ'nın ifadesiyle, bir vehim ve zan kaynağıdır. Bu azgın akıl, Hz. Mustafa'nın (s.a.s) önünde mutlaka kurban edilmeli ki; sonra da "Hasbiyallah" denilerek Allah'a yürünmelidir. Fuzulî merhumun da, bu meş'um akla diyeceği bir çift sözü vardır:

Ben akıldan isterim delâlet, Aklım bana gösterir dalâlet..

Hollandalı, "Deliliğe Methiye" yazarı Erasmus, böyle bir akla karşı hep müstehzidir ve alaylı bir şekilde onun hiçbir şeye yaramadığını hem de ısrarla vurgular.

"Kıymetli şeyler bozulunca zararlılardan daha zararlı hâle gelir" vecizesinden hareketle diyebiliriz ki, insanı diğer canlılardan ayıran bu en önemli derinlik, onu Allah'ın muhatabı olma seviyesine yükselten bu yüce cevher, keza onu kalbî ve ruhî hayata yükseltmede ilk muallim ve rehber, vahiyle beslenip semavîliğini koruduğu, kâinat kitabını okuyup mütalâalarını marifete çevirebildiği sürece meleklerden farksızdır. Allah'tan kopup, tabiat ya da nefse bağlandığında da, insan bünyesinde bir yılan, bir akrebe dönüşür ve onun ebedî dirilişinin âb-ı hayatı iken, ebediyen ölümünün zehiri hâline gelir.



ALINTI