๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Ekvan üzerinde 16 Ocak 2012, 23:41:24



Konu Başlığı: Akıllı İnsan Emredilene İtaat Edendir
Gönderen: Ekvan üzerinde 16 Ocak 2012, 23:41:24
                    Akıllı İnsan Emredilene İtaat Edendir  

İnsanın kurtuluşa ermesi, Rıza-i İlâhîyi tahsil edebilmesi ancak salih amel işlemekle olabilir. Öyle ise yapılan her işte gaye salih amel olmalıdır. İlim tahsilinde de aynı şekilde hareket edilmelidir.

Eğer insan salih amel üzerine değilse mevkii ve makamı ne olursa olsun, yaptıklarından fayda göremez. İlim sahibi ilminden fayda görebilmesi için yönünü Allah’a döndürmek mecburiyetindedir. Şeyhler için de, âlimler için de böyledir. Hac için de aynı şey caridir. İnsanın gayesi sadece ameli salih işlemek suretiyle Allah rızasını gözetmek olmalıdır. Ancak böyle olunca âhirette menfaati olabilir. Aksi halde yaptıklarından bir fayda göremez. Âhirette bir istifadesi olmaz.

İlimden istifade edebilmek için onu amelle birleştirmek lâzımdır. Meselâ, lmam-ı Gazâlî gibi zahirî ilimlerde zirveye u-laşmış büyük bir âlim, manevî ilimlerden mahrum olduğu içindir ki, cahil fakat tasavvufi ilimlere eğilmiş, amel yapmış, dolayısıyla keşif sahibi olmuş kardeşinin ikazına muhatap olmuş, “Sen namazda kanla hayızla meşgulsün. Onun için arkanda namaz kılamam” tenkidine uğramış da, ondan sonra hakikati görebilmiş, tasavvufa eğilmiş, amele başlamış ve bilâhare gerçek ilminden istifade edebilmişti. Zahirî ilimle batınî ilmi birleştirdikten sonra etrafa ışık saçabilmişti.

Büyük bir âlim olan lmam-ı Gazalî (k.s) manevî ilimlere eğilmediği için, olduğu yerde sayıp manevî bir mesafe kat edemezken, tarikata girip onun gösterdiği yolda çalışarak amel eden cahil kardeşi, keşif sahibi olmuş, manevî mesafeler katetmişti.

Fakat bilâhare kardeşinden irşad alan İmam-ı Gazalî, tasavvufa yönelip hafi meşreb bir mürşide intisap ettikten, hakikî olarak amel etmeye başladıktan sonra, âlim olduğu için çok çabuk mesafe aldı. Nefs ve şeytanla mücadele yollarını, zahirî ilmiyle de bildiği için çok daha başarılı oldu.

Öyle ki Rabbû’l-âlemîn tarafından ona zamanının Gavs’lığı verilerek en üstün makamla taltif edildi.

Öyle ise insanın ilmi de, gayreti de ameli salih için, Allah Rızasını daha fazla tahsil için olmalı ve insan amelini bu gaye için artırmalıdır.

İnsanın temizliği, kalb temizliği ancak ve ancak Salih amele devamla ve Allah’ın rızasını gözetmekle olur. Başka şekilde kalb temizliği mümkün olamaz. Maalesef bazı kimseler, namaz kılmadıkları, bilâkis her türlü haram fiilleri ellerinden geldiği kadar işledikleri halde, kalblerinin temiz olduklarını iddia ediyorlar. Buna imkân var mı? Böyle kimselerin kalbi nasıl temiz olabilir? Olsa olsa böyle kimselerin kalbi zulumâtla dolu olur. Öyle ki kalblerindeki zulumâtın çokluğundan ondan bir leş kokusu, bir murdar koku gelir. Bundan gafil, bundan habersiz olan o kimse de benim kalbim temizdir, diye iddia eder.

İnsan kalbini, Allah’a tââtle ve ibadetle, Allah’ı anmakla ve onun rızasını gözetmekle temizleyebilir. Paslı bir kabı, kalayın temizlediği, parlattığı gibi, kararan bir kalbi de Allah’ ın zikri, Allah’ın rızasını gözetmek parlatır temizler.

Bunlardan habersiz, kalbini zulumâtın kapladığını, kalbinin karardığını bilmeyen gafil kimse benim kalbim temizdir diye iddia eder.

İnsana Allah’a tâât ve ibadet etmekten, kendini Allah yoluna vermekten, onun rızasını gözetip kulluğa devamdan başka kurtuluş yolu yoktur. Ondan başka çare, ondan başka halâs olma şekli yoktur.

İnsan bu dünyada, nasıl Rabbû’l-âlemîn’in mülkünden maiyetinden çıkamıyorsa, nereye giderse gitsin Allah’ın mülkünde ve onun hükmündeyse ve nereye giderse gitsin ölümün pençesinden kurtulamıyorsa, bunun gibi kıyamette de kurtuluş imkânı yoktur. Ancak insanı kurtaracak tek şey salih amel, tâât ve ibadettir. Allah’ın büyüklüğüne inanmak suretiyle emirlerini tutmaktır. Bunların dışında insanı kurtaracak bir başka çare yoktur.

İnsan dünyaya ve dünyanın hiçbir şeyine, malına, aşiretine, evlâtlarına güvenmemelidir. Aslında dünyanın hiçbir şeyine güvenilmez. İnsan ölümü de unutmamalı, günahlarını aklından çıkarmamalıdır. Bir insan için yapacak en makul iş budur. Zira netice itibariyle mutlaka ölecek ve kabir çukuruna girecektir. Kabirden sonraki hayatta da, Haşir meydanında toplanarak, Mahkemei Kübrâ’ya hesap vermek üzere huzuru Rabbû’l-âlemîn’e çıkarılacaktır. Herkesin orada muhakemesi görülecek, hayır ve şer olarak yaptığı her şey ortaya dökülecek ve tartılacaktır. Birinin diğerinden bir gram kadar fazla veya noksan olması değerlendirilecektir.

Rabbû’l-âlemîn’in taabbüd emri ins, cin ve bütün mahluklaradır. Hiçbir istisna yoktur.

Peygamberler de bu emrin içindedir. Öyle ki bütün ins ve cin Allah’a kullukla, tâât ve ibadetle, mükelleftir.

“Cinleri ve insanları ancak bana ibadet yapmalar için yarattım.” (Zariyât: 59)

“İnsan ve cinler taabbüdün dışında bir gaye için yaratılmadılar” buyrulmakla, insanın kulluk gayesinin dışında kalan bir başka gaye için yaratılmadığı beyan edilmektedir. Yoksa insan dünyaya keyf sürsün, günah ve masiyet işlesin, zulüm ve hakaret etsin ve boş şeylerle uğraşsın, diye getirilmemiştir. İnsan Allah’a kulluk için, O’nun rızasını tahsil etmeye uğraşsın, diye yaratılmış, zâtını tanısın, ona secde etsin, ona kullukda bulunsun, emrine itaat etsin diye dünyaya getirilmiştir. Bunlara riayet etmeyen, bunları gözetmeyen kimse Rabbû’l-âlemîn’in Mahkeme-i Kübrâ’sından beraat kararı alamaz.

Madem ki Halikımız olan Rabbû’l-âlemîn, insanları kulluk gayesinin dışında, bir başka gayeye hizmet için yaratmamıştır, öyle ise, insanın Halikına tâât ve ibadet etmek mecburiyeti vardır. Bu mecburiyet umum içindir, hiçbir istisnası yoktur. Peygamber de, sahabeler, evliya ve ulema da bunun içindedir.

İster hükümdar, ister vezir olsun, isterse avamdan olsun herkes kulluk vazifesini yerine getirmeye mecburdur. İnsan, boynunu Halikına karşı bükük tutmalı, emirlerine itaat etmelidir. Her kim buna riayet etmezse onun için kurtuluş ümidi yoktur. Mutlaka cezalandırılacaktır. Hâşâ, Rabbû’l-âlemîn’in sözünde hilaf yoktur, olamaz. O, sözünden dönmez. Onun her sözü haktır ve doğrudur, hâşâ sözlerinde bir yanlışlık, bir yanılma olamaz.

Rabbû’l-âlemîn Peygamberi (s.a.v) o kadar büyük halk etmiştir ki, yerde ve gökte ins, cin ve melekler içinde ondan daha şerefli, ondan daha kıymetli bir mahlûk yoktur. Hâl böyle iken, o kadar sevgili, o kadar yüce ve kıymetli tutulan o Peygambere’de tâât ve ibadet emredilmiş ve o Peygamber-i Zîşân da o kadar tâât ve ibadet etmiştir ki, tââtinin çokluğundan, ibadetinin çokluğundan mübarek dizleri şişmiştir.

Bütün mahlûkattan daha kıymetli olarak yaratılan Peygamber (s.a.v.) ibadetten istisna tutulmamış, kendisine bir imtiyaz tanınmamış, aynen herkes gibi ona da kulluk vazifesi verilmişti. Ve o da buna hassasiyetle, titizlikle riâyet etmiştir. Öyle ki tâ mübarek dizleri şişinceye kadar ibadetlerine devam ederek, kulluğundan geri kalmamıştı.

O halde bizlerin de tâât ve ibadet etmemiz mutlaka lâzımdır. Herkesin buna hassasiyetle dikkat etmesi gerekmektedir. Hiç kimse kulluktan müstesna tutulamaz. Tembellik kabul edilemez. Tembellik yapan, vazifelerini ihmal eden kimse, kurtuluşu, nasıl bekleyebilir? Nasıl cehennem zebanilerinin elinden yakasını sıyırabilir?

İyi insan, akıllı insan kendisine emir edildiği yolda ve şekilde yürüyen kimseye denir. Böyle bir kimseden daha akıllı daha efdal ve daha şerefli kimsede bulunmaz.

Allah’ın emirlerine muhalefet üzere olan. Allah’ın emirlerini kulak arkası eden kimseden daha edna, daha aşağı bir kimse olamaz. Zira o kimse kıyamet gününde pişman olur, eli boş kalır, mahcup olur. Öyle ki, o gün şöyle der:

“Keşke ben toprak olsaydım…” (Nebe 40)

O günde, Mahşer gününde Allah’ın mahlukâtını, Allah’ın keremini Allah’ın cennetini, cehennemini ve azabını gören bir de dönüp kendi günahlarına bakıp onu gören kimse “Ah keşke bir parça toprak olsaydık” diyerek pişmanlık duyacaktır. İşte günahkâr kimseler kıyamet gününde o kadar pişman olacaklar ki, o gün insan değil de bir parça toprak olarak kalmayı arzu edecekler, bunu canlarına minnet bileceklerdir.



Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (ks)
Sohbetler