๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 19 Kasım 2010, 12:26:33



Konu Başlığı: Akif in Asımı ile Fikretin Haluku
Gönderen: Sümeyye üzerinde 19 Kasım 2010, 12:26:33
Akif’in “Asım”ı İle Fikret’in “Haluk”u

 
Tarih boyunca varlığını devam ettirmek ve geleceğini garanti altına almak isteyen milletler gençliğin eğitimine büyük önem vermiştir. Bu konuda fikir adamları farklı farklı düşünceler ortaya koymuş, devletler ise maddi ve manevi birikimlerini bu konu için seferber etmişlerdir.

İslamiyet öncesi dönemde cesareti ve savaşçılığıyla “alp” tipini benimseyen milletimiz İslamiyet’in kabulünden sonra model olarak “veli” tipini seçmiştir. Alp tipinin yansımalarını Oğuz Kağan Destanında görürken “veli” tipini ise “Yunus Emre”nin şahsında müşahede ederiz. “Veli” tipini ayrıca Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanlarında da ayrıntılı olarak modelleştirdiğini görürüz.

Yakın dönemde ise bazı mütefekkir ve şairler içinde bulundukları dönemin sıkıntılarını aşmak için ideal kahraman tipleri çizmişlerdir. Bu tipler, şairden şaire değişiklik arz etmekte hatta bazıları arasında derin uçurumlar bulunmaktadır. Buna Mehmet Akif’in “Asım”ını, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu Gençliği”ni ve Tevfik Fikret’in “Haluk”unu örnek verebiliriz.

Bizler, hem asırdaş olmalarından hem de aralarındaki fikir kavgalarından dolayı bu yazımızda Mehmet Akif’in “Asım”ı ile Tevfik Fikret’in “Haluk”unu karşılaştıracağız. Bunun için önce şairlerin hayatı hakkında kısa bir değerlendirme yapacak ve model olarak belirledikleri “Asım” ve “Haluk” hakkında bilgiler verip fikir teatisinde bulunacağız.

Mehmet Akif, 20 Aralık 1873’te İstanbul Fatih’te doğdu. Babası Tahir Efendi, Fatih Medresesinde müderristi. Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. İyi bir pehlivan olan Akif aynı zamanda hafızdı. Birinci Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa’da görev aldı. Milli Mücadeleye destek verdi. Birinci Meclis’te Burdur Mebusu olarak görev yaptı. 27 Aralık 1936’da İstanbul’da vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığı’ndadır.

Şair Şukûfe Nihal, Akif için şöyle diyordu:

 “Âkif dönmedi. Paraya-mevkiye yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi. Gururunu çiğnemedi ve insan kaldı.”

İşte böyle bir Âkif’in memleketin kurtuluşuna çare bulacak modeli, yani “Asım”ı tanımaya çalışalım. Bu konuda Eğitimci-Yazar Ali Erkan KAVAKLI, “Âkif Ruhlu Asımlar Yetiştirelim” başlıklı yazısında “Asım”ın tespit ettiği özelliklerinin ayrıntılarına bakalım:

 

“1.İmanlı ve inançlı olmalı

 

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı.”


Şair, Asım’ın Kur’an ahlaklı olmasını ister. Zira o da biliyor ki böyle fırtınalı bir zamanda bu kadar büyük dağdağalar içinde istikametini muhafaza etmesi için kendine Kur’an-ı Kerim’i rehber ittihaz etmelidir. Zira Akif, hafız olmasının yanında kendini “İslam Şairi” olarak görmesi de inançlı olmasının bir ifadesidir.

İmanı bir cevher olarak gören Akif, bakınız imansızlığı nasıl görüyor:

 “İmandır o cevher ki, İlâhi, ne büyüktür…

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür!”


 

2.Vatansever ve idealist olmalı

 

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.”(A.g.e.)

 “Sahipsiz olan bir memleketin batması haktır,

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.”(A.g.e.)


Akif, vatansız yaşayamaz. Vatan yoksa zaten yaşamanın anlamı da yoktur. Bunun için vatan işgal edilince önce İstanbul’da sonra ise Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde hem kalemiyle hem bedeniyle hem de yüreğiyle vatanın kurtulması için mücadele etmiştir. Vaaz kürsüsünde milletiyle beraber ağlamış, memleketinin düştüğü durumdan kurtulması için canla, başla çalışmıştır. Asım da bu halet-i ruhiye içinde olmalıdır.

 

3.Ümit dolu olmalı

 

“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak,

Alçak bir ölüm varsa eminim budur ancak!

Hani dünyada inanmam görsem de gözümle,

İmanı olan kimse gebermez bu ölümle.

Ey dipdiri meyyit! İki el bir baş içindir,

Davransana! Eller de senin, baş da senindir!” .(A.g.e.)


Bu konuda Hutbe-i Şamiye adlı eserinde Bediüzzaman Said Nursi, “yeis”i, “Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalık”tan biri olarak sayar. Bu hastalığa çare olarak ise "El-emel." yani, rahmet-i İlâhiyeye kuvvetli ümit beslemeyi gösterir. Akif ümit doludur. Bakınız bu ümidini yansıtan şu mısralar ne kadar çarpıcı ve inanç doludur:

“Batmazdı bu devlet, batacaktır, demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır;

Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır”

“Bir parça kımıldan, diyorum, mahvolacaksın!

Ey yolcu, uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha:

Bir kupkuru çöl var, ne ışık var, ne de vaha!”


“Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan…”diyerek ümidi imana bağlayan Akif, “Asım’ın Nesli”ne bir de uyarıda bulunur:

“Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.

Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!”


 

4.Müslümanların üstün olduğu şuuruyla yaşamalı.

 

“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...

Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.”(A.g.e.)


Akif ümit doludur ve ümidini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Asırdaşı olan Bediüzzaman ise bu konuda daha ümitlidir. Zira o, “İstikbal, yalnız ve ancak İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'âniye ve imaniye olacak.” diyerek “Asım’ın Nesli”ne daha aydınlık bir yol gösterir.

“Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!”(A.g.e.)


Bu mısralar İstiklal Marşı’ndan alınmıştır. İstiklal Marşı’nın yazıldığı dönemde ülkenin içinde bulunduğu durum göz önüne alınırsa, Akif’e göre Müslümanların ne kadar üstün bir millet olduğu ve Allah’tan başka kimseye boyun eğmeyeceklerine olan inancı daha iyi anlaşılır.

Şair istiklalin kazanılacağına çok emindir. Zira Allah’a kul olan başkasına esir, köle olmaz. İşte “Asım’ın Nesli” de Allah’tan başka kimseye kul olmamalıdır.

 

5.Büyük millet olma bilincini taşımalıdır.

 

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.” (A.g.e.)


Akif, Asım’ın mazisinden kuvvet almasını ve ecdatlarına layık olmasını istiyor. Zira tarih bize ibret verme yanında azmimizi ve karalılığımızı arttırıcı bir rol de üstlenir.

   

6.İşini en iyi yapmalı.

 

Bu konuda Akif’in başarılarla dolu hayatı “Asım’ın Nesli”ne en büyük rehberdir.

 

7.Çalışkan olmalı, çalışmayı sevmeli hatta çalışmayı ibadet kabul etmeli.

“Kim kazanmasa bu dünyada bir ekmek parası;

Dostunun yüz karası, düşmanın maskarası” diyerek milleti çalışmaya teşvik eden Akif, başarı için ilimle imanın birlikte ele alınması ve insanların ruhuna yerleşmesi gerektiğini söyler:

“Dur da mâ’buduna yükselmek için ilme basan,

Mâbedin halini gör- işte serapa imân!...”


Evet, Asım, din ilimleriyle vicdanını, fen ilimleriyle ise aklını aydınlatıp milletin hizmetine koşmalıdır.

 

8.Fedakâr olmalı, gerekirse vatanı ve kutsalları için canını seve seve verebilmeli.

 

Aşağıdaki mısralar gönülden fışkıran bir feryadın kulaklarımızda yankılanan bir aksidir. Bu mısralar gösteriyor ki, Akif için, vatanı uğruna dünyalık olarak vazgeçemeyeceği şey yoktur. Bunun “Asım’ın Nesli” için de böyle olması gerekir.

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hüdâ,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.”


Vatan için herşeyini feda etmeye hazır olan Mehmet Akif, bu konuda duyarsız olanlara da şiddetli tepki gösterir.

“Vatan! deyip öleceksin semada olsa yerin

Nasıl tahammül eder hür olan esaretine?

Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felaketine!”


 

9.Dil bilmeli, dünyayı iyi okumalı

 

Arapçayı babasından, Farsçayı Fâtih Camiinde ders veren Es’ad Dede’den Fransızcayı ise kendi kendine çalışarak öğrenmiştir. “Asım’ın Nesli” de en az bir dil bilmeli, bu Arapça, Farsça, İngilizce, Almanca veya Fransızca olabilir.

 

10.Birleştirici ve bütünleştirici olmalı, bölücü olmamalı

 

“Sen! Ben! desin efrad, aradan vahdeti kaldır at;


Milletler için işte kıyamet o zamandır!” diyerek tefrikanın ne kadar büyük bir felaket olduğuna işaret eden şair, birlikteliğin gücünü ise şöyle ifade eder:

“Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.” (A.g.e.)


Bu tespitlere katılmamak mümkün değil. Akif, şahsında Asım’ı yaşamış ve şiirlerinde çizdiği bu profilin içini doldurmuştur. Hayali ve afakî şeyler yerine ayakları yere basan ve uygulanabilir bir “Asım” profilidir Akif’inki.   

Tevfik Fikret ise, şahsında yarının gençliğini sembolleştirdiği Haluk’u model olarak sunar. Adeta fikirlerini bu model üzerinde uygular. Kitaplarına ismini verdiği Haluk için şiirler yazar.  Fikret’e göre Haluk, “karanlıkları boğacak ışık, gökten deha-yı nârı çalacak olan kahraman”dır. Bunun için çok küçük yaşlarda Haluk’u hazırlamaya başlayan Fikret, oğlunu iyi bir eğitim alması için henüz on dört yaşındayken elektrik mühendisi olması için İskoçya’ya gönderir. A. Osman Dönmez, “Haluk’un Son Vedaı” adlı makalesinde bu konuda şunları söyler:

“Fikret, 1909 Eylül’ünde henüz on dört yaşındayken elektrik mühendisliği öğrenimi için büyük ümitlerle İskoçya’nın Glasgow şehrine gönderdi. Aynı günlerde evlat sevgiyle dolu olan şair, “Haluk’un Vedaı” isimli şiirini yazdı. Fikret bu şiirinde, oğlunun oradan vatan ve millet için faydalı bir insan olarak döneceği inancını işliyor ve Haluk’a şöyle nasihat ediyor:

Ey şetâretli yolcu, sen yürü geç

Sen bu menhelde kalma; sıçra, atıl

Bir ziyâ kervanı bul ve katıl.

Dâima önde, dâima yukarı;

Gez, dolaş, kâinat-ı efkârı;

Pür-tehâluk hayat ü kuvvetten

Ne bulursan bırakma: San’at, fen

İtimat, itina, cesaret, ümîd;

Hepsi lazım bu yurda, hepsi müfîd

Bize bol bol ziya kucakla getir

Düşmek etrafı görmemektendir!..


Fikret, “Promete” başlıklı şiirinde Haluk’tan bu istekleri tekrarlar. Promete Haluk’un şahsında bütün vatan gençliğine seslenen bir şiirdir. Nasıl Yunan mitolojisinde Promete, güneşten ateşi çalıp insanlara sunan bir kahraman ise, Fikret de, oğlunun şahsında, bütün vatan gençlerini Batı'nın ilim ve tekniğini alarak milletlerini aydınlatmaya çalışan birer kahraman olmaya davet etmektedir. Fikret bu şiirde oğluna "meçhul elektrikçi" diyerek onu özel bir isim olarak değil, bütün gençliğin temsil-i ruhiyesi olarak görür:

Ey Müştâk-ı feyz u nûr olan âti-i milletin Meçhul elektrikçisi, aktar-ı fikretin Yüklen getir –ne varsa- biraz meskenet- fiken Bir parça ruhu, benliği, idraki besleyen Fikret, Haluk'la ilgili şiirlerinde; 'ışık, feyiz, nur, ziyâ' kelimelerini özellikle kullanır ve devamlı karanlıkları yok edecek ışıktan bahseder. Yine Haluk'un şahsında gençlere seslendiği "Sabah Olursa" şiirinde, bu motif daha net bir şekilde görülür:

Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli; Silin bulutları, silkin zılâl-ı ehvâli; Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra

 "Haluk'un Vedaı" şiirindeki "Bize bol bol ziyâ kucakla getir!" mısraından da anlaşılacağı üzere o, ışık kelimesini "bilim" mânâsında kullanmaktadır. Ona göre bilim, bütün dertlerin devasıdır. Hatta bilim siyah toprağı bile altın yapacaktır. "Haluk'un Âmentüsü" adlı şiirinde bunu şöyle dile getirir:

Bir gün yapacak fen, şu siyah toprağı altın Her şey olacak, kudret-i irfanla inandım”

Akif de Fikret gibi bilim ve tekniğe büyük önem vermiştir. Fakat, Akif, dinî ve fennî ilimleri birleştiren bir anlayışı kastederken Fikret, hümanizmi esas alır. Bunun temellerini ise pozitivizmle ilişkilendirmek mümkündür. Burada Fikret bilimi putlaştırırken Akif bilimi insanlığın hizmetinde bir araç olmanın yanında Hakk’a götüren bir yol olarak görür. Kapıldığı bu fikirleri Fikret’i bir uçuruma sürüklerken gençliğe model olarak sunduğu Haluk’un akıbeti de bundan farklı olmaz. Şimdi Haluk’un akıbetine bir göz atalım.

     “Robert Kolej'den ayrılıp İskoçya'da elektrik mühendisliği tahsiline başladığında Hristiyan bir ailenin yanına yerleştirilir. Haluk, tam hayatına yön verilecek bir çağda olduğundan ve millî ve manevî değerlerle yeterince donatılmadığından içindeki boşluğu burada doldurma arayışına girer. Bu yıllarda henüz 16 yaşında olan Haluk, bu ailenin telkinleriyle Hristiyanlığı seçer. Bu hazin durum, Türkiye'deki aile efratlarını üzer, özellikle çocukluğunda Haluk'u cuma namazlarına götüren dedesinin sinir krizlerine tutulmasına sebep olur. Haluk 1913 yılında izini kaybettirmek için, Amerika'ya geçer, Michigan Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümüne yazılır ve burayı 1916'da çok iyi bir dereceyle bitirir.

 Fikret'in; “siyah toprağı altın yapacak fen”i ülkeye getirmesi için küçük yaşlarda İskoçya'ya gönderdiği ve "Bize bol bol ziyâ kucakla getir!" diye tavsiyelerde bulunduğu oğlu Haluk, 1913'ten sonra bir daha yurda dönmez. Burada hem dinini hem uyruğunu terk eder ve başka bir dünyanın iklimine uzanır. Haluk'un bu hareketi, Fikret'in hayatını bilenler için önemli iki hâdiseyi hatırlatmaktadır: Fikret, "Haluk'un Âmentüsü" başlıklı şiirinde; "Toprak vatanım, nev-i beşer milletim!" diyerek, beynelmilel bir anlayış ortaya koymaktadır. Yine Fikret, "Galatasaray Lisesi ve Robert Kolej'deki görevlerinden dolayı bir dostunun: 'Niçin millî kurumlarımızda değil de, bir yabancı eğitim kurumunda çalışmayı tercih ediyorsunuz?' şeklindeki bir serzenişine; 'Benim irfanım artık tebdil-i tâbiiyet etmiştir.'der." İrfanının tabiiyet değiştirdiğini söyleyen Fikret'e karşılık oğlu, her şeyiyle tabiiyet değiştirmiştir. Bu durum Müslüman ailelere çok önemli bir mesaj vermektedir: Çocukların müspet ilimler kadar, hatta daha fazla manevî donanıma ihtiyacı vardır. Bu ihmal edildiğinde hedefin tam zıddı bir durum her zaman ihtimaller dâhilindedir.

Haluk üniversiteyi bitirdikten sonra Amerikalı bir kadınla evlenir ve bazı üniversitelerde ihtisas yapar. Bu yıllarda boş zamanlarını "büyük hayranlık duyduğu" Hristiyanlığı araştırmaya vakfeder. 1928'de iş hayatına atılır ve büyük bir başarı göstererek mutfak malzemeleri üreten bir firmanın bölge temsilciliğini alır; neticede büyük bir servet sahibi olur. 1943'te verdiği bir kararla bir daha maddiyata dönmemek üzere kendini Hristiyanlığa verir. Bu yıl içinde Presbyterian Kilisesi'nin rahip yardımcılığına, 1956'da da Orlando'da rahiplik rütbesine yükselir. Bu sıfat, o tarihe kadar doğuştan Hristiyan olmayan sadece beş kişiye verilmiştir.

Haluk, Amerikalı eşinden doğan çocuklarına Türkçeyi öğretmemiştir. Bu durum onun Türkçe ve Türkiye ile olan son bağlarını da koparmıştır. Haluk nihayet Haziran 1965'te Orlando, Park Lake Presbyterian Kilisesi rahibiyken ölür.

Kaynaklarda Haluk'un iç dünyasına dair fazla bilgi yoktur. Şair Talat Halman, Haluk'un hayatında bilinmeyen noktaları açıklığa kavuşturmak için 1963 ve 64'te Haluk'tan bilgi almaya çalışır. Halman, yazdığı bazı mektuplara cevaplar alır ve bunları daha sonraları bir gazetede yayımlar.

Halman, mektuplarında Haluk'tan 'neden din ve uyruk değiştirdiğini, ülkesine bir daha neden dönmediğini, babasıyla arasının açık olup olmadığını' ve yukarıda bahsettiğimiz "Toprak vatanım, nev'i beşer milletim!" mısraını nasıl anladığını öğrenmek ister. Haluk, mektubunda babasıyla ilgili şunları söyler: "Babam, bende edebiyat ve sanat istidadı bulunmayışından dolayı derin bir hayal kırıklığına uğramıştı. Ünlü şiirlerini yazdığında ben çocuk denecek yaştaydım. İtiraf edeyim ki, o şiirleri anlamıyordum." Ve ardından babasının şiirleriyle ilgili acı bir gerçeği şöyle dile getirir: "Babamın benim adıma yazdığı şiirlerin bir nüshası bile yok elimde. Zaten Türkçeyi de büyük zorluk çekerek okur oldum." Ve Haluk, imzasını 'H. Halouk Fikret' şeklinde atar.

Haluk'un, Talat Halman'ın mektuplarına 28 Ocak 1964'te yazdığı cevapta, babasıyla ilgili şunlar vardır: "Babamın sanat ve şiir istidadına kıyasla ben fazla pratik bir insandım. Zannederim, kendi hayatında gayet önemli olan şeylere ciddi ilgi göstermeye elverişli olmayışım, onu hayal kırıklığına uğratmıştı." 6 Evet, Fikret'in tâ bebekliğinden beri büyük ihtimamla büyüttüğü, Türk gençliğinin gelecekteki sembolü olarak gördüğü, dönemin en iyi okullarında okuttuğu, ziyâ kucaklayıp getirmesi için aydınlık(!) diyarlara gönderdiği Haluk'un yapısı ve kişiliği, babası için önemli olan konulara ciddi alâka göstermeye elverişli değildi. İskoçya'ya gönderirken oğluna; "Beklerim bir zafer esâsen ben, kılıcından ziyâde kalbinden!" diyen Fikret, oğlundan zafer değil, büyük bir hezimet görmüştü

Haluk'un aynı mektubunda başka bir bilgi daha yer almaktadır: "1916 Haziran'ında ABD'de makine mühendisliğinden mezun oldum. 1920'de Robert Kolej'e makine mühendisi olarak girecektim. Eşimle pasaportumuzu çıkartmıştık, birkaç hafta içinde vapurla yola çıkacaktık. Tam o sırada yurda dönmenin uygun olmayacağı haberi geldi. Bu, dinî inancımdaki değişme yüzündendi. Dinî temayüllerimdeki değişmeyi babam biliyordu. Bunu bir defasında babamla konuştuk; ama kendisi bu bakımdan açık fikirliydi. Kendi kararlarımı kendi başıma vermemi istedi. Annem hiç memnun olmadı. Dedem ise (annemin babası), hayal kırıklığına uğradı. Babam, Allah'ın birliğine inananlardandı. Allah'a Yaradan olarak inancı vardı."

Haluk yukarıda verdiği bilgiye göre 1916'da okulunu bitirmiştir. Birinci Dünya Harbi'ne denk gelen bu tarihlerde yurda gelerek, çocukluğunda Türk bayrağının altına yazdığı "Ölmek ve yaşatmak seni!" mısraındaki hislerini gerçeğe dönüştürerek, vatan uğrunda bir mücadeleye girişebilirdi. Fakat Haluk, buna yanaşmamış, ülkesi "derinden gelen zelzelelerle sarsılırken" ülkesinden oldukça uzaklarda yaşamayı tercih etmiştir.

Cemil Meriç: "Haluk, bir cins isimdir, tarihten kaçanların ismi." diyerek yabancılaşmış Türk aydınını Haluk'un şahsında müşahhaslaştırır. Bizce Haluk'un durumu, Tanzimat'tan bu yana çocuklarına sağlam bir dinî eğitim ve şuur verememiş anne-babaların durumunu çok güzel yansıtır. Çocuklar ne kadar modern okullarda okutulsa, onlara ne kadar güzel imkânlar sunulsa da, millî ve mânevî değerlerle donatılmadıkları takdirde, hiçbir zaman istenen gâyeye ulaşılamayacaktır. Evet Haluk, kaybolmuş veya kaybedilmiş nesillerin ortak adıdır. Fikret, Haluk için yazdığı bir şiirinde (Bir Tasvir Önünde) ona şöyle hitap ediyordu:

 

İnsanlığı ihyâ için îsâr edeceksin;

Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!

 

Bu sözlerin doğruluğu şüphe götürmez; fakat Haluk doğru yolu bulamadığı gibi, gittiği yolda da hep yalnız kalmıştır. Belki de Fikret, "İnan Halûk, ezeli bir şifâdır aldanmak!" mısraıyla, Haluk'tan beklediklerinin bir arzudan öteye geçemeyeceğini seziyordu.”

İşte iki modelin yani “Asım” ile “Haluk”un profili. Gençliğimizi, akıbet ve yaşantıları ortada olan bu modellerden, hangisine benzemesini istiyorsak ona göre yetiştirelim.


 


1.ERSOY, Mehmet Akif: Safahat, Mehmet Akif Araştırmaları Merkezi Yayınları, İstanbul 1988(Yayına Hazırlayan M. Ertuğrul DÜZDAĞ)

2.VAKKASOĞLU, Vehbi; Mehmet Akif: Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1976


 
Mustafa Duran