Konu Başlığı: Âhirete İman herkes İçin Nasıl Ümit Kaynağı Olabilir Gönderen: Hadice üzerinde 08 Aralık 2010, 19:44:51 Âhirete İman herkes İçin Nasıl Ümit Kaynağı Olabilir? 1. Âhirete tam olarak inanan bir insanın ölümden korkusu kalmaz. Çünkü onun gözünde ölüm bir yok oluş değil, bir yer değişikliğidir. Vazifenin tamamlanması, ücret alma zamanının başlangıcıdır. Başta sevgili Peygamberimiz olmak üzere pek çok sevdiklerine kavuşmaktır. Hepsinden daha güzeli Rabbini görebilmek için aşılması gereken bir engeldir. Bunları kendi ölümü için düşündüğü gibi, çok sevdiği yakınlarının, meselâ annesinin, babasının, çocuklarının, eşinin ölümü için de düşünür. Yakınlarının ölmekle yok olmayacaklarını, ebedî olarak kendisinden ayrılmayacaklarını, kendisinin de onların gittikleri yere gideceğini bilir. Bu yüzden yakınlarının vefatından dolayı, âhirete inanmayan kimseler kadar etkilenmez ve manen yıkılmaz. Âhirete inanmayan bir kimse ise, ölümü yok oluş şeklinde gördüğünden hem kendi ölümünü düşünmekten, hem de yakınlarının vefat etmesinden dehşete kapılır ve daha dünyada iken bir çeşit cehennem hayatı yaşar. 2. Âhirete imanın bir faydası da çocuklarla ilgilidir. Çocuklar, toplumun aşağı yukarı dörtte birini meydana getirirler. Ölüm, çocukların körpe zihinlerinde çok büyük yaralar açar. Âhirete iman olmazsa, çok sevdiği ve birlikte oynadığı arkadaşının ölümü çocuğu çok sarsar. Sevdiği arkadaşının toprağın altında böceklere yem olduğunu, bir daha onu hiç göremeyeceğini düşünür, dehşete kapılır. Annesinin, babasının ve kardeşlerinin ölümüyle daha da sarsılır. Fakat âhiret inancı yardımına koşsa, kendisine verilen tesellilerle sevinç hisseder. Âhiret düşüncesi sayesinde kendisine verilen tesellilerin etkisiyle şöyle der: "Kardeşim veya arkadaşım öldü. Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha güzel yaşar. Orada istediği her yeri uçarak dolaşır, canının istediği her şeyi yer içer. Annem öldü, fakat Allah'ın rahmetine gitti. Beni cennette yine kucağına alıp sevecek. Ben de orada o sevgili anneciğimi yeniden göreceğim." 3. Âhirete imanın tesellisi insanlığın dörtte birini oluşturan ihtiyarların da imdadına yetişir. İnsan gerçekten de ölümün genç ihtiyar dinlemediğini fazla düşünmeyebilir. Özellikle gençliğinde ölümü kendisinden uzak görebilir. Fakat ihtiyarladıkça ölümün habercisi olan beyaz kıllar ve vücudunda yer edinmeye başlayan hastalıklar ona her an ölümü hatırlatır, kulaklarında ölümü çınlatır. Âhirete inanmadığı takdirde bir ihtiyarın durumu, idamlık bir mahkûmunkine benzer. Cellâdın, "Haydi gel, idam edileceksin." emrini beklercesine titrer. Bu ise onun hayatını zehir eder ve zindana çevirir. Fakat âhiret inancı yardımına koşsa, idam mahkûmlarım andıran o ihtiyarların perişan hali şu müjde ile birden değişiverir: "Merak etmeyiniz, sizin ebedî bir gençliğiniz var. Parlak ve sonsuz bir hayat sizi bekliyor. Kaybettiğiniz, akranlarınız, yakınlarınız ve dostlarınızla sevinç ve mutluluklar içerisinde yeniden görüşeceksiniz. Yaptığınız bütün iyilikler muhafaza edildiğinden, onların mükâfatını göreceksiniz." Bu, onlar için öyle bir müjdedir ki, başlarına yüz ihtiyarlık gelse, onları üzüntüye sevk etmez. 4. Âhirete imanın bir diğer faydasını da, gözü görmeyen, kolu, ayağı tutmayan, kulağı duymayan, konuşamayan sakat insanlarda görürüz. Âhirete iman olmasa, meselâ kör biri, güzellikleri görememenin; sağır, güzel sesleri duyamamanın; dilsiz, sevdikleriyle konuşamamanın ıstırabını yüreğinden duyar. Fakat âhirete iman yardımına koşsa, Allah'ın kendilerini o organlarla işlenebilecek günahlardan koruduğunu düşünür ve yoksun kaldığı bir nimetten dolayı üzülüp yakınmayı bir yana bırakarak, âhirette, cennet nimetlerinden dünyada iken sağlam olanlardan daha fazla istifade edeceğini düşünür, teselli bulur. 5. Âhirete imanın bir diğer faydası da, insanlığın pek mühim bir kısmını teşkil eden hastalarda, zulme uğrayanlarda, musibetlere maruz kalanlarda, yoksullarda, ağır ceza alan mahkûmlarda kendisini gösteriyor. Eğer âhirete iman olmazsa, ağır bir hastalığa yakalanan biri, her an hastalığının ihtarıyla gözü önüne gelen ölümü düşündüğü için hayatı zindana döner. Zulme uğrayan biri, zalimden intikamım alamadığı ve namusunu mağrur zalimin elinden kurtaramadığı için huzursuz olur ve dünyası bir bakıma zindana dönüşür. Büyük bir musibete uğrayan kimse kendisince boşu boşuna malım ve sevdiklerini kaybetmiş olmaktan gelen sıkıntının altından kalkamaz. Zulme uğrayarak veya bir iki saatliğine nefsine mağlup olduğu için beş on sene hapis cezası çekmeye mahkûm edilenler, hiçbir teselli bulamazlar. Kısaca, eğer âhirete imanları olsa, bütün bu saydıklarımız rahat bir nefes alırlar. Sıkıntıları, intikam ve hiddetleri imanlarının kuvvetine göre kısmen veya tamamen kaybolur. Yerini huzur ve neşeye terk eder. Meselâ, hasta biri ölümden korkmadığı, ölümü ebedî bir hayatın başlangıcı olarak gördüğü için güven duyar. Hastalık acısının, günahlara kefaret olduğunu düşünmesi de sıkıntılarını hafifletir. Zulme uğrayan kimse, hakkını almaya gücünün yetmediği zalimi âhirete, Allah'ın adaletine havale eder, rahatlar. Musibete uğrayan, musibetin Allah'tan geldiğini bildiğinden kaderine rıza gösterir, bu musibet sebebiyle âhirette verilecek nimetleri düşünerek huzur bulur. Mahpus, işlediği günaha tevbe ve istiğfar ederek ve sabır göstererek hapishaneyi bir nevi okul olarak görür. Haksız olarak mahkûm edilmişse, âhirette Allah'ın kendisine vereceği mükâfatı düşünerek sabreder. İnsan başıboş değil Bu kâinatın yaratıcısı olan Allah, sınırsız bir hikmet, rahmet ve kerem sahibidir. Aynı zamanda sonsuz bir izzet, celâl ve adaleti bulunmaktadır. O, öyle bir sultandır ki, dünyamızdan milyarlarca defa daha büyük olan yıldız ve gezegenleri emrine boyun eğdirir. Kâinata koyduğu dengeye her şeyi ayak uydurmaya mecbur eder. Dünyamızı büyük bir canlı gibi her kış ölüme mazhar eder, ardından baharı getirerek yeniden diriltir. Sayısız denebilecek çokluktaki bitki ve hayvan türlerini birer ordu gibi hayat vazifesinde görevlendirir. Bu büyük canlılar ordusundaki bütün fertlerin hayat süreleri boyunca ihtiyaç duydukları azıklarını, giysilerini, silahlarını en adilâne ve uygun biçimde verir. Dünya karargâhında her birisine fıtrî emirleri istikametinde yaşamaları için gerekli her şeyi temin eder. Önceden belirlediği askerlik süresinden, günü ve saati geldiğinde terhis eder. İnkarcı ve günahkâr cin ve insanlardan başka hiçbir şey, O'nun emrinden kıl payı dışarı çıkmaz. Bunlara fırsat vermesi de imtihan gereğidir. Her şey, O'na itaat edip boyun eğer. Ayrıca, tarih boyunca inkarcı, azgın ve zalim kavimlerin başına zaman zaman getirdiği felâketlerle sınırsız bir izzet ve büyüklük sahibi olduğunu herkese göstermiştir. En küçük bir onur, iktidar ve adalet sahibinin bile, kendisine karşı gelen, emir ve yasaklarını hafife alan, şeref ve onuruna dokunan zorbalara cezası; emirlerine itaat eden, şefkat ve adalet kanatları altına sığman, izzet ve büyüklüğüne saygı gösteren iyilere de mükâfatı bulunmaktadır. Bir köyde bile, huzuru bozan, karışıklık çıkaran, başkalarına haksızlık eden bir kimseye "Ne yaparsa yapsın!" denilmez. Yetkili ve sorumlular tarafından duruma uygun bir ceza verilir. Nerede kaldı mutlak hâkimiyetin zirvesinde olan, her şeyi yoktan yaratan, genişliği ışık .yıllarıyla bile ölçülemeyen uçsuz bucaksız bir evreni ahenk ve nizam içerisinde idare eden, bütün güç ve iktidar sahiplerinin yaratıcısı Yüce Allah'ın iyi kullarına mükâfatı, kötü kullarına cezası bulunmasın. Oysa böyle bir adalet, bu dünyada tam olarak sağlanmıyor. Çoğu zaman zalim, bütün kötülükleri ve şımarıklığıyla, mazlum da ezilmişlik ve horlanmışlığıyla hakkını alamadan bu dünyadan göçüp gidiyorlar. Demek ki hesaplaşma başka bir mahkemeye bırakılıyor. Kur'ân, bunun aksi bir düşünce taşıyanları şöyle yadırgıyor: "Yoksa kötülükleri işleyen kimseler, kendilerini inanıp iyi işler yapanlar gibi tutacağımızı mı sandılar? Hayatlarında ve ölümlerinde onlarla eşit olacaklar, öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar."( Câsiye Sûresi, 45:21.) Nice insanlar vardır ki, nimetler içinde boğulmuşken nankörlük edip, kulluk ve hizmetlerini Allah'tan başkalarına yapıyorlar; Allah'ın kullarına zulmediyorlar. Allah'ın, Kendisini tanıtmak için alabildiğine yaydığı sayısız delil ve nimetleri gözü kapalı olarak karşılıyorlar. İnkâr içerisinde, zalim, gaddar ve zorba bir hayat geçirerek, ceza da görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Oysa İlahî izzet, celâl ve adalet bu edepsizlere gerekli dersin verilmesini, mazlumların hakkının kendilerinden alınmasını gerektirir. Bu dünyada tam olmadığına göre, âhirette olacaktır ve oraya bırakılmaktadır. Şu İlahî vaadin yerine gelmemesi mümkün mü? "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez. (İnsanın yaptığı iş) bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa onu getiririz. Hesap gören olarak biz yeteriz."( Enbiyâ Sûresi, 21:47) Allah imhal etse (mühlet verse) de ihmal (ceza vermezlik) etmez. Küçük suçların cezaları küçük yerlerde verilir. Cana kıymak, vatana hıyanet etmek gibi büyük suçlar ise, büyük merkezlerdeki büyük mahkemelere havale edilir. Köyde adam öldüren bir kişiye hemen orada ceza verilmemesi, onun cezasız kalacağı anlamına gelmez. Bunun gibi, birçok insanı öldüren bir zalimin veya manen bütün varlıkların hukukunu çiğneyen bir inkarcının dünyada cezalandırılması, işlediği suça karşılık gelmemektedir. Çünkü ömür süresi bu suçun cezasını tam olarak görmesine yeterli olmamaktadır. Onun için böyle insanların hesabı, asıl hesap yeri olan âhirete bırakılmaktadır. Öyleyse insan kendisini, canının her istediğini yapabilecek başıboş bir varlık sanmamalı. Çünkü şu dünya misafirhanesinde hikmet gözüyle bakılsa başıboş, gayesiz hiçbir varlığa rastlana-maz. "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?"( Kıyamet Sûresi, 75:36) âyeti yadırgayıcı bir üslupla bu gerçeği dile getirmektedir. Kâinat ağacının meyvesi olan, her şey emrine verilmiş, ayrıca her organına, hatta her hücresine binlerce hikmet takılmış, görevler yüklenmiş insanın bütünüyle başıboş, vazifesiz, hikmetsiz, mükâfatsız ve cezasız bırakılması mümkün mü? "Bizim sizi boş yere bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"( Mü'minûn Sûresi, 23:115) âyeti aynı gerçeğin başka bir ifadesidir. Âhiret düşüncesini yok saydığımız takdirde, gerçekte ahlâk denen kavramın artık bir değeri kalmayacaktır. Zira bu durumda, kötülük yapanlar dünyada diledikleri gibi yaşadıkları için akıllı sayılacaklardır. İyi kimseler ise aptal durumuna düşmüş olacaklardır. Onlar sırf iyilik yapmak için birçok zorluğa katlanmışlar ve ahlaka aykırı pek çok şeyi de kendi çıkarları söz konusu olsa dahi yapmamışlardır. Nitekim Tîn Sûresinde Yüce Allah, hayatlarını yaratılış gaye ve çizgisinde, iman ve faydalı eylemler dairesinde sürdürenlerle, insanlık çizgisinden ayrılıp aşağılara doğru alçalanların varlığına dikkat çektikten sonra insana şöyle hitap eder: "Bundan böyle hangi şey sana hesap ve ceza gününü yalanlatabilir? Allah, hükmedenlerin en üstünü değil midir?"( Tîn Sûresi, 95:7-8.) Evet, hâkimler hâkimi olan Allah, bir şeye söz vermişse mutlaka gerçekleşecektir. Tüm mazlumların tek ümidi, bilcümle zalimlerin korkulu rüyası âhiret, kıştan sonra baharın, geceden sonra sabahın gelişi kadar kesindir ve gelecektir. Ölümsüzlük özlemi İnsanda ebedî yaşamaya yönelik bir susuzluk, bir hasret ve özlem bulunmaktadır. Oysa insan beden olarak fânî olduğu gibi, münasebet halinde bulunduğu diğer insanların dünyası ve kâinatın şu mevcut şekli de fânidir. Her biri saatin saniye, dakika, saat ve günleri sayan milleri gibi birbiri ardınca seyirlerini tamamlayacaklardır. Ölümsüzlük özlemi, tarih boyunca insanlarda çeşitli yansımalarla kendisini göstermiştir. Reenkarnasyon inancından tutun, mumyalanmaya ve günümüzde insan kopyalama teşebbüslerine varıncaya kadar, hep bu özlemin tatminine yönelik girişimler olarak görülebilir. Benzeri gelişmelerin ardından medyanın, "Dünya ölümsüzlüğün peşinde", "Ölümsüzlüğe bir adım daha", "Ölümsüzlük enzimi bulundu!" gibi başlıklarla konuya ilgilerini dile getirmeleri, aslında gönüllerin bu derin arzu- sunun dillendirilmesinden başka bir şey değildir. Yine her insanın, kendisini mümkün olduğunca dünyada yâd ettirecek, şahsına kalıcılık kazandıracak resimler, heykeller ve kişisel yetenekleriyle gerçekleştirdiği çeşitli eserler hep bu susuzluğun bir nebze olsun dindirilmesine yöneliktir. Demek ki. ölümsüzlük insan için büyük bir ihtiyaçtır. Hz. Âdem'i şeytanın tuzağına düşüren ve cennetten çıkarılmasına neden olan yasak ağacın, ona "şeceretü'l-huld=ebediyet ağacı" olarak gösterilmesi(Tâhâ Sûresi, 20:120.)değil miydi? İşte, aklı başında, gaflet sarhoşluğuna düşmemiş her ayık vicdanın derinden derine özlemini çektiği ve her yüreğin kanayan yarası olan ölümsüzlük hasretinin tek merhemi âhiret inancıdır. Bu ihtiyacın biricik doğru tatmin vesilesi âhiret inancıdır. Onun dışında bu özlemi, bütün dünya ve binlerce yıllık ömür verilse gideremez. İnsan, görünüşte küçük bir varlıktır. Ancak, taşıdığı ruha, kafasındaki akla, kalbinde beslediği istidatlara bakıldığında bulunduğu bu âlem ona dardır, içine alamaz. O ruhun arzularını, aklın düşüncelerini ve istidatların eğilimlerini tatmin ve temin edecek, âhiret âlemidir. Bu özellikleri de gösteriyor ki insan, sonsuzluk için yaratılmış ve ebediyete gidecektir. Bu dünya onun için bir misafirhane, âhirete geçiş için bir bekleme salonudur. İnsan geçici bir süre için küçük bir havuza bırakılmış bir balina yavrusuna benzetilebilir. O yavru, aslında kabiliyetçe büyük deryaların çatılışıdır. Yalnızca kendi doğal ortamında rahat edebilir. Belli bir süre sonra mutlaka oraya taşınmalıdır. Başka türlü rahat yüzü göremez. Bu dünya, ihtiyaç ve özlemleri sonsuzluğa doğru uzanan insan için o havuz konumundadır; onun deryası ise, gerçek vatanı âhiret âlemidir. Bizlerdeki "ölümsüzlük" özlemi, kendimizden doğmuş olamaz. Sonsuz ve ölümsüz olan Rabbimiz, bizi yaratırken benliğimize bu fikri nakşetmiştir. Eğer sonsuz bir hayatı vermeyecek olsaydı, bize bu fikri vermenin bir anlamı kalmazdı. Madem ki bizi, hararetle sonsuzluk isteyen varlıklar olarak yaratmış, demek ki sonsuz hayatı da verecektir. Öyleyse ölüm, yokluk ve son değildir. Ölüm ötesinde sonsuz bir hayat, yani âhiret bizi bekliyor. Âhiret inancı, insana ebedî cenneti kazandırmakla kalmaz, bu dünyayı da cennete çevirir. Âhirete iman, "ebediyet" için yaratılan ve ebedî saadetten başka hiç bir şeyle tatmin olmayan insan için, bitmez tükenmez bir hazine ve saadet kaynağıdır. Ayrıca dünyanın bir an bile eksik olmayan türlü türlü üzüntülerine karşı bir teselli vesilesidir. Meselâ, bu inanç ölüm gerçeğine karşı büyük bir tesellidir. Doğan bebek, anne rahminden daha güzel bir dünyaya ayak bastığını bilseydi belki de ağlamazdı. İşte, âhirete tam inanan bir kişi de ölümü sonsuz bir âleme doğuş olarak görür ve ölümden korkmaz. Askerliğini bitirip, tezkeresini alan asker sevinir. Çünkü görevini yapıp memleketine dönmekte, onlarca akraba ve yakınlarına kavuşmaktadır. Uzak bir ülkeye okumaya giden bir öğrenci eğitimini başarıyla tamamlayıp vatanına döndüğünde ağlar mı? işte, dünya hayatı da insanlar için bir askerliktir; bir eğitim ve öğretim sürecidir. Ölüm ise, bir terhistir; gerçek vatanımız olan cennete dönüştür; âhirete göçmüş milyonlarca akraba, dost ve yakınlarımıza kavuşmadır. Ebedî mutluluğa inanmayan insanlar için ölüm bir idamdır. Onlar, infaz zamanı belirsiz idam mahkûmlarıdırlar. Her an yakalanıp idam sehpasına çıkarılma korku ve endişesi onların hayatını mahveder. Yapacakları tek şey, beyinlerini uyuşturmak ve acı sonlarını düşünmekten kaçmaktır. Oyun ve eğlencelerle, sarhoşlukla toz-pembe hayatlarının sona ereceğini unutmaya çalışırlar. Kendilerini kandırarak geçici bir süre basit ve nefsanî zevklerle oyalanırlar. Ne var ki gerçek mutluluğu hiçbir zaman tadamazlar. Çünkü en büyük isteği sonsuzluk olan insanı, ancak sonsuzluğa iman etmek ve o doğrultuda yaşamak tatmin edebilir. Sonumuz sonsuzluktur Dış dünya ile insan vücudu arasında çok sıkı bir münasebet vardır. Bu karşılıklı münasebet ve tamamlayıcılık, Yaratıcılarının da bir olduğuna delildir. Meselâ, dışta duyulan, tadılan, görülen şeyleri yaratan kim ise, insana duyma, tat alma ve görme duyularını veren de O olmalıdır. Bu ölçüyle insana baktığımızda, onun sırf dünya için yaratılmadığını görüyoruz. Tıpkı anne rahmindeki bir çocuğa veya yumurtadaki bir kuşa bakıldığında onun sürekli olarak o dar yerde yaşamak için yaratılmadığının anlaşıldığı gibi. Anne rahmindeki yavrunun böyle bir geleceği görmemesi, hatta bunu inkâr etmesini var saymamız bile, belli bir süre sonra onu bu dünyaya gözünü açmaktan alıkoyamaz. Bu dünya da bizim için ikinci bir anne rahminden ibarettir. Âhiretin olmadığını farz ettiğimiz takdirde yaratılışımız ve bu dünyada bulunuşumuz tam bir muamma olarak kalır. Bunun içindir ki, tarih boyunca bütün akıllı insanlar, hep "İnsan nedir? Nereden gelmiştir? Buradan nereye gidecektir?" sorularının cevabını merak etmiş ve bu üç muammayı çözmeye çalışmıştır. Kısaca, insanın bir yerlere yolcu olduğu kestirilmiş, fakat nereye gideceği tam olarak tespit edilememiştir. Bu soruların cevabı sadece insanın Yaratıcısı tarafından görevlendirilmiş peygamberlerce doyurucu bir biçimde verilebilmiştir. Öte yandan, bu âlemde sınırsız bir cömertlik göze çarpmaktadır. Kâinatta her şey, son derece sanatlı olmasına rağmen nihayetsiz bolluktadır. Bir çiçekteki sanatı düşünelim. Bütün insanların bir araya gelip rengini, desenini, tazelik ve canlılığını veremediği böyle bir çiçeğin sayısız benzerleri yeryüzünün her tarafında bolca ve cömertçe yaratılıyor. Koca ağaçların hayat programlarını içinde taşıyan tohum ve çekirdekler sınırsız sayıda çoğaltılıyor, kimisi öğütülüp yeniyor, kimisi kuşlara ve haşerelere yem oluyor, kimisi de ayaklar altında ezilip gidiyor. Cismi itibariyle bir toz zerresi kadar bile kâinatta yer tutmayan şu küçücük insan için, uzayda sistemler düzenleniyor. Güneş, ısı ve ışığıyla başını okşayıp âlemini aydınlatırken, diğer yandan sayısız türdeki meyve ve yiyeceklerini pişirmeye vesile oluyor. Eğer bu İlahî cömertlik olmasaydı, bir çekirdeği, bir ceviz ve nar tanesini, bir yudum suyu, bir nefeslik havayı bile milyarlar verseydik elde edemezdik. Böylesi sınırsız bir cömertlikle iş gören Rabbimizin, ölümle başımıza vurup, bu sonsuz hediyeleri elimizden ebediyen düşürmesi düşünülemez. Çünkü böyle bir şey, nimetin Sahibine düşmanlığı netice verir. Bu da O'nun hikmetine ve kâinatın yaratılışındaki mukaddes gayeye zıttır. Çünkü O, âlemi ve hayatı kendi zatını tanıtmak ve sevdirmek için yaratmıştır. İlk bakışta bu nimetler böyle acımasızca elimizden almıyor gibi görünse de, aslında daha büyük nimetlere sahip kılmak içindir. Tıpkı anne rahmindeki besin ve nimetler arasından alınıp şu geniş dünyadaki sayısız nimetlere kavuşturulduğumuz gibi... Dünyadaki nimetler âhiretteki asıllarının numuneleri ve gölgeleridir; onlara teşvik için verilmektedir. Yoksa eğer âhiret olmazsa, Allah'ın bunca cömertliği aksiyle nitelenirdi. Bu da O'na asla yakışmaz. O, böyle çirkinliklerden münezzeh ve yücedir. Bir bahar mevsiminde, rengârenk çiçekler, şırıl şırıl akan çay ve ırmaklar arasında kuşların türlü melodilerle ötüşünü seyredip dinleyebiliyoruz. Bütün bitki ve ağaçların zümrüt gibi yemyeşil güzelliğini, güneşin doğuş ve batışını ve bulutsuz bir gecede mehtabı seyrediyoruz. Bütün bu eşsiz tablolar, o sonsuz cemal sahibi olan Allah'tan mesajlar taşıyor. Hepsi de O'nun güzelliğinin birer parıltısıdır. Biz de bunları kendimizden geçercesine temaşa ederken Ressamını tanımaya çalışıyoruz. işte eğer bunca güzellikleri seyrederken birden bire ebedî yoklukla perde kapanıverse ve bir daha da böyle güzellikler olmazsa, bu güzelliklerin bir anlamı kalır mı? Nimet azaba, sevgi nefrete, akıl da bir işkence aletine dönüşmez mi? Oysa böylesi bir cemal sahibi böyle bir çirkinlikten münezzehtir. Demek ki Allah, sonsuza dek cemalini gösterecek bir âlemi açacaktır. Bir asker, generallik mertebesine kadar çıkarılıp sonra suçsuz yere, baş aşağı fırlatılırcasına rütbesi elinden alınır mı? Başta Hz. Muhammed (a.s.m.) olmak üzere bütün peygamberler ve evliyalar, yoktan, hiçten yaratılıp, bin bir gayretleriyle en yüksek manevî mertebelere çıkarılmışlardır. Âhiretin gelmemesi demek bütün bu yüce rütbeli zatların hakkıyla lâyık oldukları rütbelerinin suçsuz yere sökülüp atılması ve ömürleri boyunca Allah'a kafa tutmuş Firavunlar ve Ebu Cehillerle aynı toprak altında eşit seviyeye indirilmesi anlamına gelir. Allah'ın güneşlerden daha açık rahmet ve adaletini yok saymadan, hatta bütünüyle Allah'ı inkâr etmeden bunu kabul etmek mümkün değildir. Demek ki âhiret, Allah'ın varlığı kadar kesindir. Sonsuzluk mutluluktur Hayatı, kayan bir yıldız gibi veya ilk tutuşturulduğunda gür yanan, ardından cılızlaşa cılızlaşa sonunda sahibinin parmağını yakarak ebediyen sönen bir kibrit çöpü gibi düşünen bir kimsenin bu dünyada mutlu olması düşünülebilir mi? Zevk ve neşelerimiz, herhangi bir kuşku ve endişe ile zedelenmemelidir. Mutluluğu tamamlayan, devamlılıktır. Saadetler devam etmezse zıtlarına dönüşürler. Devamlı olacağına kesin kanaat getirilirse gerçek bir mutluluk verirler. Meselâ, rüyasında dünyanın en güzel saraylarında yaşadığını, krallar gibi ağırlandığını gören bir kimse, bunun geçici bir rüya olduğunu bilse, haz ve lezzet alamaz; mutluluğu bulanır. Ancak, bir başka şekilde de olsa bunun devam edeceğini, hem de artarak süreceğini bilse, tam zevk ve lezzet alır. Bu dünyadaki durumumuz da uykusunda rüya gören insanın durumuna benzer. Sahip olduğumuz güzellik ve mutlulukların, bu dünyanın ötesinde de süreceğine ve ebediyen devam edeceğine inanmazsak, onları kaybetme korkusu ağır basacak, tüm mutluluğumuzu silip götürecektir. Ölümsüzlüğe âşık ve bu özlemini gerçek bir âhiret inancıyla tatmin etmeyi başarmış olan kimse, üstünlük ve lezzeti fânî şeylerde aramaz: dünya işlerinden kazandıklarıyla şımarmaz; kaybettikleriyle de yıkılmaz. Ebedî mutluluğu bilmeyen, fânî ve geçici mutluluklardan medet ummaya kalkışır. Bunun vasıtaları olarak gördüğü para, makam ve şöhret gibi şeyleri haddinden fazla önemser. Bunlar birer araç iken amaç haline getirir. Uğrunda, çok daha değerli olan dostluk ve insanlık gibi nitelikleri feda etmekten çekinmez. Âhirete inanan bir kimse ise, oradaki ebedi saadeti kazanmak için bunları bir vasıta bilir ve o gayesine ulaşma yolunda birer basamak yapar. İnsanlığın hizmetinde kullanır. Mükemmel, sevilip sayılan bir insan haline gelir. Bu tutumu da ayrıca bir mutluluk kaynağı olur. Âhirete inanan kimse, tüm zevk ve eğlencelerinde meşru dairede kalmaya çalışır. Harama iltifat etmez. Gezilerini, tatillerini, düğünlerini, kutlamalarını ve tüm mutlu anlarını, ebedî mutluluğa gölge düşürmeyecek şekilde, helâl sınırlar içinde kalarak icra eder. Bir anlık eğleneceğim diye, ebedî mutluluğunu berbat edecek davranışlar sergilemenin, akıllı bir insana hiç yakışmayacağını bilir. Mutluluğuna mutluluk katar. Aksi halde tadılan geçici zevkler yerlerini kalıcı elemlere bırakır ve pişmanlıkla son bulurlar. Şuurlu bir mü'mîn, ağlamakla bitecek gülmelere, eleme dönüşecek lezzetlere, pişmanlığı netice verecek haram zevklere iltifat etmez. Bizim öyle dost ve sevdiklerimiz var ki, onları canımızdan bile önde tutarız. Onların mutluluklarıyla mutlu olur, en ufak bir sıkıntılarıyla üzülürüz. Âhirete inanmayan bir kimse, böylesine sevdiği dostlarının bir daha ebediyen dönmemek üzere ayrılacaklarını, dirilmemek üzere ölüp gideceklerini düşündükçe kalp ve ruhu cehennem azabını aratmayacak bir acı hisseder. Bu tür dost ve yakınlarımız bir değil, bazen binlercedir. Böylesine büyük ve ağır bir yük altında ruhen ezilen bir kimseyi hangi şey mutlu edebilir? Ne ile teselli bulabilir? . . . Âhirete inanan bir kimse ise, bütün ayrılıkların geçici olduğunu bilir. Tüm o dostların çürüyüp yok olmadıklarını anlar. Başka bir âlemde bütün o sevdikleriyle yeniden buluşacağını düşünür. Büyük bir teselli ve mutluluk hisseder. Çocuğunu kaybeden bir anne ve babayı düşünelim: Yıllarca emek verdikleri, şefkatle büyüttükleri ve canları gibi sevdikleri ciğerparelerinin ölümü karşısında ne ile teselli bulacaklar ve yürek yangınını nasıl söndürecekler? Geceleyin, üstünün açılmasına bile razı olmayan ve kaç kere tatlı uykusunu bölüp çocuğu ile ilgilenen bir anne, vefat eden yavrusunun, yumuşak döşeğinden alınıp kabrin sert ve soğuk toprağına bırakılması karşısında, nasıl tahammül gösterecektir? İşte böylesine müthiş bir ümitsizlik kaosu içerisinde nefes alamaz haldeyken âhirete iman imdadına gelip, ruh ve kalbine cennet âlemlerinden bir pencere açar. Ölümün o zahiren soğuk ve sevimsiz yüzündeki kara peçeyi kaldırıp güzel gerçeği gösterir: "Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber, Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber!" Âhirete imanın önemi İnsanlığın bilinen en eski tarihinden bu yana her aklı başında olanı meşgul eden bazı önemli sorular vardır. Bu soruların başında, insanın kim olduğu, nereden geldiği, niçin geldiği, bu dünyada görevinin ne olduğu ve buradan nereye gideceği hususları gelmektedir. İstisnasız bütün ilim ve fikir adamları bu muamma dolu soruların cevabını bulmak için kafa yormuşlardır. Busorulara en doyurucu ve kesin cevapları verenler ise, hiç şüphesiz, kâinatın Yaratıcısından mesajlar alan peygamberlerdir. Çünkü kâinat ve insanı yaratan, onların yaradılış gaye ve vazifelerini en iyi bilendir. Dolayısıyla, O'ndan mesaj almayan, Kitabının güneş misali ışığı altına girmeyen ve yalnızca ateş böceğine benzeyen akıl feneriyle hareket eden kimselerin bu konudaki sözlerinin hiçbir değer ve güvenilirliği yoktur. İşte Allah'ın elçileri olan peygamberler bu soruları genel bir çerçeve olarak şu şekilde cevaplandırmışlardır: İnsanlar, Allah'ın kudretiyle, yokluk karanlıklarından, nurlu varlık sahasına çıkarılmışlardır. O yüce Yaratıcı, insanları, kendi arzularıyla Rablerini tanıma ve emirlerine uygun yaşama göreviyle görevlendirmiştir. Dünya bir imtihan meydanıdır. İnsan bu imtihan meydanında, öncelikle kendisini buraya göndereni tanımak ve O'nun hoşnutluğu çerçevesinde yaşamakla yükümlüdür. Kendisine verilen ömür sermayesiyle âhireti için bir ticaret yapacaktır. Birer çekirdek ve tohuma benzeyen kabiliyetlerini olumlu yönden filizlendirip geliştirecektir. Buradan da, kendisi için ikinci bir doğumu andıran ölümle sonsuz bir âleme gözlerini açacaktır. O âlemde göreceği rahat ve lezzet dünyada yaptığı iyilikleri ölçüsünde olacaktır. Bu dünyada, bunca elçi ve uyarılara rağmen Yüce Yaratıcısının emir ve yasaklarım çiğneyenler, Öbür dünyada cehennem denilen zindanda cezalarını çekeceklerdir. Cennetin anahtarı imandır. İmanı olan, günahkâr da olsa belli bir süre cehennemde cezasını çektikten sonra, cennete girecek, imanı olmayanlar ise, sonsuza kadar cehennemde azap çekeceklerdir. İnsan bu dünyada bir yolcudur; hem de ebedî bir âlemin yolcusu. Başka bir âlemden başlayan bu yolculukta uğrayacağı birçok duraklar vardır. Bunlar, kabir, mahşer, büyük mahkeme, mizan, sırat, son menzil cennet veya cehennemdir. Hem yolculuğu esnasında, hem de son menzilde göreceği rahat ve huzuru burada yaptığı hazırlıklara bağlıdır. Özellikle günümüzde insanların bütünüyle kendilerini dünyaya kaptırmaları, ölümü ve sonrasını hemen hiç hatırlarına getirmemeleri, imanın bu esası üzerinde durmayı daha bir önemli hale getirmiştir. Gerçekten içinde bulunduğumuz asır, tam bir maddeci özelliğe sahiptir. Çoğu kimse bu dünyayı ebedî ve kendisini de Ölümsüz gibi görmekte, bir hesap ve ceza gününün bulunduğunu hatırına getirmemektedir. Müslümanlar bile bu hastalıktan fazlasıyla nasiplerini almışlardır. Bu nedenledir ki, güçsüzler ezilmekte, namuslar çiğnenmekte, hak hukuk ayaklar altına alınmaktadır. Buna karşılık mazlumlar ve ezilenler de haklarını alamamanın çaresizliğiyle yanıp karamsarlığa düşmektedirler. Kısaca, insanlığı içinde bulunduğu bunalımdan kurtaracak biricik çare, âhiret inancıdır. Kur'ân öldükten sonra dirilişi ispat eder "O ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır ve ölmüş toprağa hayat verir. İşte siz de öldükten sonra böylece diriltileceksiniz. "O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri, sizi topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra dünyaya yayılmış beşeriyet haline geldiniz. "O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de, kendilerine ısınmanız için, size içinizden eşler yaratması, birbirinize karşı sevgi ve şefkat var etmesidir. Elbette bunda düşünen kimseler için ibretler vardır. "O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır. "O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de, geceleyin uyumanız, gündüzün de O'nun geniş lütfundan geçim vesilelerini aramanızdır. Elbette bunda işiten kimseler için ibretler vardır. "O'nun delillerinden biri de, kâh korku, kâh ümit vermek için size şimşeği göstermesi, gökten bir su indirip ölmüş toprağa onun sayesinde hayat vermesidir. Elbette bunda aklını çalıştıran kimseler için ibretler vardır. "O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de, göğün ve yerin, Kendisinin buyruğu ile kaim olmalarıdır (belirlenen yerde sapasağlam işlerinin başında bulunmalarıdır). Sonra sizi yattığınız yerden çağırdığı zaman, birden kabirlerinizden çıkıverirsiniz. "Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Onların hepsi, isteyerek veya istemeyerek O'na itaat ederler. "Mahlûkları ilkin yoktan yaratan, ölümden sonra da dirilten O'dur. Bu diriltme O'na göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. Gerçekten O mutlak galiptir, tam hüküm ve hikmet sahibidir."( Rûm Sûresi, 30:19-27) "Bizim sizi boşuna yarattığımızı, huzurumuza dönüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız? Şunu bilin ki, gerçek hükümran olan, kendisinden başka hiçbir tanrı bulunmayan ve pek yüce Tahtın sahibi Allah bundan son derece münezzehtir."( Mü'minûn Sûresi, 23:115-116.) Prof.Dr.Abdulaziz Hatip |