๑۩۞۩๑ İslami İlimler Dunyası ๑۩۞۩๑ => Dini makale ve yazılar => Konuyu başlatan: Sümeyye üzerinde 03 Aralık 2010, 15:21:45



Konu Başlığı: Adalet olgusu
Gönderen: Sümeyye üzerinde 03 Aralık 2010, 15:21:45
Değişmeyen Gündem - Adalet Olgusu (1)

 


            “Ötesini Söylemeyeceğim.”

          Hatırımda bir fıkra bir de tarihî hadise var; o da adeta fıkra gibi. Üzerinde düşüneceğim konuyla alakalı olduklarını sanıyorum. Muhtemelen okuyucularım söz konusu alakanın benden daha erken farkına varacaklardır. Malumdur ki Nasreddin Hoca bir gece sokak lambası altında bir şey arıyormuş. Oradan geçen adamın biri hocaya sormuş: “Ne arıyorsun? Bir şey mi kaybettin?” Hoca: “Evet. Evin anahtarını kaybettim.” demiş, Adam:”Evin anahtarını burada mı kaybettin?” diye sorunca Hoca: “Hayır. Kapının önünde kaybettim.” demiş. Bunun üzerine adam: “Kaybettiğin yerde arasana Hoca!” deyince Hoca: “Görmüyor musun? Orası kapkaranlık ama burası aydınlık.” diye cevap vermiş.

          Uri Arlov (eğer ismini yanlış okumuyorsam) isminde barışçı bir İsrailli gazeteci var. O anlatıyor. Diyor ki: “Çarlık Rusya’sında bir Yahudi gencini Osmanlı ile (Türklerle) savaşmak üzere Ruslar askere almışlar. Askere gitmeden önce annesiyle vedalaşırken annesi bu gence sıkı sıkı tembih etmiş: “Oğlum çok dikkatli ol. Savaşa gittiğin zaman önce bir Türk öldür sonra biraz dinlen. Sonra bir Türk daha öldür ve yine dinlen. Yani çok fazla canını yorma.” Bunun üzerine oğlu annesine: “Ya Türk beni öldürürse?” diye sorunca annesi: “Niye oğlum? Sen onlara ne yaptın ki?” diye cevap vermiş.
          Yaşadığımız dünyada insanlara zulmedenler, geçmişteki gibi insanları zeytinyağı ile yağlanmış kazıklara oturtmuyorlar. İşkence odalarında insanların etlerini çok fazla bükmüyorlar. Şimdi bir ülkedeki insanlara zulmetmek istedikleri vakit, o ülkeye demokrasi, insan hakları, adalet, özgürlük getirmek vaadiyle giriyorlar. Kibarca o ülkeyi işgal ediyorlar. Elbette uçaklar, savaş helikopterleri, uzun menzilli füzeler ile üç beş salvo yapıp muhtemel isyanların önünü alıyorlar. Bu arada füze ve bombalardan üçü beşi pazar yerlerine, hastanelere, yaşlı yurtlarına düşüyor şaşkınlıkla. Bu kadarı da kendilerine demokrasi nimeti bilabedel sunulan toplum tarafından hoş görülmelidir. Eğer işgalci neferlerden birisini o ülke fedailerinden birisi kasten öldürür yahut yaralarsa “Biz size ne yaptık ki? Size özgürlük, adalet, demokrasi ve eşitlik getirdik.” diyorlar. Bugünkü dünyamız tıpkı yukarıdaki fıkraların hâline döndü. Zulüm günümüzde büyük bir değişim yaşadı. Artık gittiği yere elektrikli sandalyeler, falakalar götürmüyor. Özgürlük, adalet, insan hakları götürüyor. Ama ne hikmetse gittiği ülkede önceleri günde bin tane çocuk zatürreeden ölürken on bin tane çocuk ölmeye başlıyor. Demek ki çağdaş özgürlükler böyle gerçekleşiyor. Bu özgürlüğün, adaletin içine kim hissettirmeden fitne karıştırıyorsa insanların ölümü birden on misline çıkıyor. Modern dünya henüz bunun izahını yapamadı. Belki bir gün yapar.
          Fransız sömürgesi olan Cezayir 1950’li yıllarda yeni yeni özgürlük mücadeleleri başlatıyordu. O tarihlerde Türkçe yazan şairin birisi bir şiir kaleme almıştı. Bense bu satırları kaleme alırken sanki yeni bir mecmua yayınlıyormuş heyecanı içerisindeyim. Çağdaş zulümler, onların karşısında kendi konumum ve ısrarla okunmasını istediğim bir şiir. Mecmuamda sürekli asık suratlı makaleler, insan zihnine çok yük getiren denemeler, aşırı bilimsel (!) sözler söylememeye aksine bunu sanat, estetik, ahlak değerleriyle ortaklaşa seyyar bir biçimde zihin ve kalplerimizde yaymaya çalışıyorum. Bu mecmuada bahsettiğim biçimde yükü ağır denemelerin yanına onları biraz hafifleten, yine aynı menzile ve hedefe vuran şiirler, estetik değerler, ahlaki ilkeler ve fıkralar da katıyorum.
           İşte Cezayir bağımsızlık savaşında şair Sezai Karakoç’un çok genç yaşlarda olduğu bu dönemde kaleme aldığı “Ötesini Söylemeyeceğim.” isimli şiir böyle bir örnektir. Şair, 12 yaşındaki bir kız çocuğunun ağzından “Ötesini Söylemeyeceğim.” diyor. İşgalcilerle hayal dünyasında bir hesaplaşmaya girişiyor. Ülkesine gelen ve hemen iktidarı eline alan, yerli unsurlardan hiç birisine benzemeyen bu ‘yabancı’ unsurun, bir an evvel def olup gitmesidir kızın dileği. Bu maksatla kendince kimi mücadele yöntemleri bulacaktır. Mesela işgalci subaylardan birisinin, karısından gizlediği sevgilisi olduğu anlaşılan Matmazel’in üzerine, bir akrep atabilecektir. Akrepten nasıl sakınılacağını bilemeyen Matmazel, herhâlde feryadı kopartıp ülkeyi terk edecektir. Bu yabancı unsur gelmekle yetinmiyor, beraberinde kendi hayat standardını, şapkalarını filan da getiriyor. İşte ‘yerli’ unsurun buna tahammülü yoktur. Sorun sadece şapka da değildir. Giydikleri gömlekten yiyip içmelerine kadar her şeyleri ‘yabancı’dır onların. Birbirleriyle kurdukları mahrem münasebetler ise ayıplıdır. Öyle ki küçük kız yabancıların kendi aralarında nasıl yaşadıklarına dair, istemeden tanık olduklarını anlatsa annesi onun ağzına biber sürecektir. Çünkü o kadar ayıp işler yapmaktadırlar bu yabancılar.
           Evet, ülkesini işgal etmiş yabancılara dair, 10-12 yaşlarındaki bir kız çocuğunun gözünden, hayal/düş dünyasından aktarılmış bu acı şiir, eğer okursanız muhtemelen sizin de kalbinize dokunacaktır. 1923 Türk devrimlerinin niteliği daha önceleri de söylenilip durulduğu gibi “gardırop devrimciliği”dir. İnsanların ruhuna, kalbine, düşünce dünyasına giremeyeceğini, müdahale edemeyeceğini bilenler, 1923’te bir gardırop devrimciliği yaptılar. İnsanların kılığını, kıyafetini değiştirdiler. Başka hiçbir şey yapamadılar. Ve o gardırop devrimciliği ısrarla gazeteler ve televizyonlar vasıtasıyla topluma dayatılmaktadır. Toplumun son seksen küsur yıllık ömrüne damgasını vuran bu baskıcı zihniyet, her gün bir biçimde salvolarını, hücumlarını çocuk, yaşlı, inançlı, inançsız demeden halkın üzerine salmaktadır. Böylece tahakkümünü sürdürmek üzere ana gündemi oluşturmaktadır. Bu gündemden çıkmak çok kolay değil. Çünkü herkes aynı sokaklarda yaşamaktadır. Üstelik toplumdaki her kesim bir diğerinin kadim akrabasıdır. Herkes herkesin bizimkileridir. Kimsenin tohumları dışarıdan atılmış da değildir. Sonuçta hısımlar, akrabalar, yakınlar, edindikleri sosyal, siyasal kimlik ve farklı inançlarıyla birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Bazen fikir ayrılığından ötürü akrabanın akrabaya ettiğini işgal güçleri bile reva görmemiştir. İşte asıl acı veren işgal de böyle bir şey olsa gerektir. Gündemi tayin yetki ve hürriyetini insanların elinden alarak onları aktüel gündeme mahkûm etmek korkunç bir zulüm olsa gerektir.
           İster yerli isterse yabancı olsun değil mi ki işgalcidir, onların tayin ettiği gündeme zorlanmak asla hukuk kavramıyla telif edilemez. İnsanların elinden gündemlerini serbestçe tayin etme hakkını almak gayrihukukidir. Adil değildir. Kötülük, yanlışlık ve tehlike bütün bunları hukuk içindeymiş gibi göstermekte toplanmaktadır. Ne yapıp edip her şeyden evvel bu yabancılaşmış zihniyetin, toplumu içine çekmeye çalıştığı gündemden zihin ve kalpleri sıyırmak, kurtarmak gereklidir. Her gün evden çıkarken veya evin içinde hayata yeniden başlarken o gününüzün gündemini, düğmesini tıklattığınız televizyondan size akan haberler veya gazetelerden aktarılan bilgiler mi belirliyor? Yahut sokaktan geçerken işittiğiniz sese göre mi o günkü programınızı ayarlıyorsunuz? “Bugün dünden ziyade ne yapmalıyız? Dünküne benzemeyen bir gün yaşamak için kendimize ne eklemeliyiz?” diye kendi gündemini kendisi tayin etmedikçe veya etmeye başlamadıkça insanlar gündem köleliğinden kurtulamazlar. Kurtulamadıkları müddetçe de o gardırop devrimciliği insan ruhunu, kalbini esir etmeye, kendisine uşak kılmaya çalışacaktır.
             Adalet ve Eşitlik
           En büyük işgal zihin ve kalplerin işgalidir. Orada yalancı gündemler cirit atmamalıdır. Zulüm, adalet, kıst gibi kavramlar doğru anlaşılmalıdır. Yoksa insan saadet dediğimiz sağlıklı yaşama modeline, bir ömür hasret kaldığı gibi, ahirette de erişemez. “Eşitlik” diye bir kavram var. Çokça kullanılıyor. Birtakım hadis metinlerinin tercümelerine bile sokmaya çalışıyorlar. Kur’an’ı meallendirirken de bazı Arapça kelimeleri eşitlik olarak Türkçeleştiriyorlar. Esasen hayatta eşitlik diye bir durum yoktur. Özellikle de Allah’ın yaratışında, fıtratta, eşyada, nesnelerde asla eşitlik olgusuna rastlayamazsınız. Söz gelimi bir elma diktiniz. Ürün verdi. Topluyorsunuz. Neticede elma. Kökünü aynı biçimde beslediniz ve ürün verdi. Peki, elmaların hepsi birbirine eşit mi? Gram, renk hatta bazen tat itibariyle eşit mi? Veyahut bir terazi aldınız elinize. Bir tarafına bir kilo pirinç, diğer tarafına da bir kilo bulgur koydunuz. Bu ikisi birbirine eşit mi? Yani bulgurla pirinç birbirine eşit mi? Denk ama eşit değil. Çünkü biri bulgur diğeri pirinç. Bir kardeşimizin torunları olmuştu. Farklı yumurta ikizleri. Aynı annedendiler ama biri başka görüntüde ve karakterde diğeri başkaydı. İkizler genelde birbirine benzer. Yine de birbirlerine tıpatıp eşit olmuyorlar. Son 200-300 yıldır adalet (adl) kavramı sürekli eşitlikle özdeş sanılmaktaydı. Birileri bunu mahsus yapıyor olabilir. Bence hayatın vasat akışını ve temiz fıtratı bozmaya yönelik bir çabadır bu. Altında evrensel bir fitne yatmaktadır kanaatimce. Mesela kadın erkeğe eşittir diyorlar. Kim gönülden inanıyor bu saçmalığa? Ne münasebet? Niye eşit olsun? Kadın ve erkek birbirlerine eş olurlar ama eşit oldukları görülmemiştir. Bu sebepten adalet kavramını Türkçede biraz da doğru karşılayan denklik kelimesi üzerinde durulmalıdır.
            Adaletin iki tipi, iki boyutu vardır kanaatimce. Birinde insanın basiretiyle idrak ettiği konular kapsam alanına girer. Bu daha ziyade hâkimlerin ve hekimlerin yaptığı, uyguladığı, uğraştığı alandır. Yani hâkimler bir suçu operasyona tâbi tutarlarken, şahitlerini, hafifletici/ağırlaştırıcı sebeplerini, mevkiini, makamını, zamanını, dönemini, kişilerin yapılarını, ağır/hafif tahrikleri hesaba katarak, inceleyerek (d)okurlar. Mümkün mertebe adalete en yakın hükmü verirler. Verilen hüküm, yargılayan hâkimin iz’anı, görüşü, bakışı, basireti sonucu ortaya konan bir kanaattir. Adaletin ta kendisi olma ihtimalini de unutmadan söylersek, bu tip sonuçlar genellikle adalete en yakın olandır. Tam adalet bu yolla sağlanmasa bile, mümkün mertebe hakkaniyete denk mi değil mi ona bakılır. Ama ortada asla eşitlik diye bir şey yoktur. Söz konusu bile edilemez. Neyin eşitliği konuşulacaktır? Cezanın suça eşitliği mi? Böyle bir şey mümkün değildir. Eşitlik mümkün değil lakin insan eliyle bu boyutta adalete en yakın olan hükmü arama çabası üzerinde konuşulabilir.
            Adaletin bir diğer boyutu nedir? Elinize teraziyi alır, o aletle bir şeyler tartarsınız. Bu da bir tür denklem arama çabası değil midir? İşte bu boyut da adalet kavramının içerisinde mütalaa edilir. Tabir caizse daha çok tanıklık edilen âlemde, duyularla kavrayarak işlenilen bir denkleştirme faaliyetinin adıdır bu. Sağlıklı çalışan duyuların insan zihni ve kalbine çok fazla iş yüklemediği bir ölçme biçimidir.
           Sonuç olarak adaleti bu açıklamalar düzleminde ikiye ayırmak mümkündür. Biri daha çok gaybî, tasavvurî bir adalet ortaya koyma çabasıdır. Diğeri de şahitli, gözün gördüğü, aletin ölçtüğü bir adalet arama çabasıdır. Bir de misliyle karşılık verme biçiminde adalet söz konusudur ki buna kısas da diyebiliriz. Örneğin bir alışverişe girmişsinizdir. Bu alışverişte birisi size “selamun aleykum” demiştir. Siz de “ve aleykum selam ve rahmetullah” dersiniz. Eğer sadece “ve aleykum selam” şeklinde karşılık vermişseniz “adil” davranmış olursunuz. “ve aleykum selam ve rahmetullah” diyerek mislinden biraz fazla ilave ederseniz ihsanda bulunmuş olursunuz. İhsan, bir iyiliğe mislinden fazla karşılık vermektir. Bu davranış modeli tersinden bakılarak bir kötülüğe de mislinden az karşılık vermeyi gerektirir. Kur’an-ı Kerim adaletten çokça bahseder. Mesela “Size saldırana misliyle karşılık verin.” denilir Bakara suresi 194. ayette. Size yapılan kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötülüktür (seyyie). Böylesi bir tutuma adalet denilebilir. Bu adalettir ama biraz evvel zikredildiği gibi ihsan, size yapılan bir iyiliğe daha ziyadesiyle, kötülüğe ise eksilterek karşılık vermektir.
            Kur’an’da karşılaştığımız “kıst” diye bir kavram vardır. Kıst kavramı kişinin münasebete girdiği kişiden, kendi verdiğine denk faydalar elde etmesine deniliyor kabaca. Hani alışverişteki adaletten söz açmıştık. Burada olaya insafı katarak benzer bir şekilde, mümkün olan adaleti arar insanlar. Kıst’ta sizin haricinizdeki bir vukuatı çözme veyahut sizin dışınızdaki nesneleri ölçme, biçme, tartmadan ziyade, bizzat kendinizin de içinde bulunduğu bir paylaşım söz konusudur. Siz olayın bizzat tarafısınızdır. Örneğin bir ton mercimeği bir arkadaşınızla paylaşırkenki ölçüde, bir kilo sana bir kilo bana derken bu paylaşımda adaleti gözetmeye kıst denir. Dikkat edilirse dilimize “kısmet” diye girmiş bir kelime vardır. Kısmet, kıst’tan türemiş bir kelimedir. “Benim kısmetime bu düştü” derken, “benim hissem, payım bu, karşımdakinin hissesi de öbürüymüş” demek istiyordur insanlar. Mesela Yunus suresi 4. ayette “İman edip salih amel işleyenlere hisseleri (kıst) verilir.” derken Kur’an-ı Kerim bu kelimeyi kullanıyor. Yani burada bizzat siz iman edip salih amel işliyorsunuz. Allah da kendi ikramından, rahmetinden sizin hissenize düşen payı ölçülü bir biçimde hiç eksiltmeden veriyor. Elbette Rabbimiz Rahman ve Rahim olduğu için ziyadesiyle vermektedir. Tartıyı yani “kıst”ı yapın, terazide eksik göstermeyin demek ne demektir? Karşılıklı, yani içinde bizzat bulunduğunuz (çünkü siz parayı, karşınızdaki de malı kazanacak) bir durumda ölçüye ve hisseye dikkat ve özen göstermek demektir. Kişinin kendi hissesini almasından önce başkasının payını hakkıyla verme işidir bu. Hucurat suresi 9. ayette, “Kıst ile davranın, Allah muksitîni sever.” denilir. Yani herhangi bir olayda hisseleri paylaştırma işi size düşmüşse, işte orada adaletli olma çağrısıdır bir bakıma bu ayet-i kerime. İnsan kendi kısmetini elbet gözetecektir, onun fıtratı, yaşama arzusu ve hatta ödevi bunu gerektirir. Ancak ötekilerin de kısmetine tecavüz etmeden, asla ölçüyü kendi lehine kaçırmadan yerine getirecektir. Zaten kıstas, içinde sizin de bulunduğunuz bir durumda terazilemek demektir. Mesela dilimize geçmiş taksim/taksimat kelimesi. Taksim ederken ölçülü hareket etmek. Kendine biraz daha fazla alma çabasına girmemek. Diyelim ki müşteri ve siz varsınız. İşte başka kimsenin olmadığı bir yerde Allah’ın sizi gördüğünü ve bu ölçüp tartma işini kendi lehinize çevirmemenizin gereğini anlatan bir inceliktir kıst hâli. Tekrar ayete dönersek: “Kıst ile davranın. Allah muksıtîni sever.”
           Yine kasem kelimesi buradan türemiştir. Kasemin Türkçe karşılığı yemindir. Yemin kelimesi hatırlanınca ortaya enteresan bir münasebet çıkmaktadır. Sormalıyız insanlar nerede yemin ederler? Yeterli miktarda şahidin bulunmadığı, şahitli olmayan bir olayda yemin edilir. Zaten şahit varsa yemine gerek yoktur zira orada şahitler dinlenir, karar ona göre verilir. Yeminde ise insanlar yerine olaya Allah şahit kılınır. “Allah şahit ki ben bunu doğru ölçtüm” gibi. Evet, kasemde şahit yoktur bu sebepten insanlar yemine davet edilirler. Yemin Allah’tan başkası adına yapılamaz. Allah’tan başkası adına yapılan yemin Müslümanların nazarında bir nevi şirktir. Çünkü en yüce ve kudretli olan, o iki kişiden başkasının olmadığı yerde her zaman bulunan yalnız Allah’tır. İki kişinin üçüncüsü yalnız Allah’tır. Başka birinin varlığını farz etmek şirktir. Falan zatların gaybı bildiğini söylemek, falan falcının gelecekten haber verdiğine inanmak, elbette Allah’ın kudretine ortak koşmak anlamı taşır. Kasemle yani olur olmaz biçimde yemin ederek teminat vermek, uluorta her hadisede Allah’ı şahit tutmak, mümin kullara yakışmaz. Bu gibi tutumlardan çokça sakınmalıdırlar. Üç kuruşluk dünya malı için yalancı tanık durumuna düşmemelidirler. Esasen imanın yapı taşları sağlam olmadığı vakit insanlar bu yöntemlere tevessül ediyorlar. Çok az ve geçici dünyalıklar uğruna bazen insanlar yalan yere yemin ederek Allah’ı bile işin içerisine karıştırmaktan utanmıyorlar. Vay onların hâline! Böylesi bir durumda insanın bütün tüyleri ayağa kalkmalı, isyan etmelidir kendisine.
           Başından beri anlatmaya çalıştığımız şudur ki Allah, insanlara muhteşem belağatı bulunan bir metni kılavuz olarak göndermiştir. Hangi kelimesine dokunsanız, hangi türevlerine rastlasanız, hangi ayeti üzerinde düşünseniz size bir beşerin beceremeyeceği genişlikte sonsuz ufuklar açmakta, yollar göstermektedir. En önemlisi de bu kelime, türev ve cümleler arasındaki olağanüstü bağ yani tevhittir. Ayetlerin aralarına daldıkça her adımda zincirin yeni bir halkasının tamamlandığını, bunun da kalbinizi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde tatmin ettiğini görüyorsunuz.



Metin Önal Mengüşoğlu