๑۩۞۩๑ Eğlence Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dini Hikayeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 15:56:57



Konu Başlığı: Hacı Hüsnü
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 19 Mayıs 2010, 15:56:57
“Münâsebetsiz herif!”, diye söylenip durdu kanatlı kapının meşin örtüsünü aralayan ihtiyar müezzin. Sinirden, kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmişti. “Lâ havle!” çeke çeke şadırvana yöneldi. Böyle münâsebetsiz bir dostun insana ettiğini, gâvur oğlu gâvur olsa etmez diye düşünüyordu. Endam aynasının karşısında, kara şalvarının işlemeli kırmızı kuşağını çözdü. Hakikaten de Hacı Hüsnü’nün dediği gibi koskoca bir göbeği vardı. Ama böyle mi söylenirdi onca adam içinde? Bak işte. Yine aklına gelmişti biraz evvel muhatap olduğu cümleler: “Bizim öküz bile senden az yiyor Hoca Efendi. Böyle mi örnek olacaksın cemaate? Falan hadiste şöyle, filan nakilde böyle…”

Hayri Hoca’yı yerin dibine sokmuştu Hacı Hüsnü. İkindiden evvel bir aşir okuyayım diye rahlenin başına yanaşırken, bu sözler sokuluverdi müezzinin arkasından karayel gibi. Hayri Hoca ne yapsın garibim, gerisin geriye dönüp hiçbir söz etmeden abdest tazelemeye şadırvana yöneldi. Cevap vermeye terbiyesi müsaade etmedi. Ama ateşli sözler yutmuştu. Akşama kadar için için yandı. O gün ne akşam namazında uğradı camiye ne de yatsıda. Oğluyla hastayım diye haber yolladı. Yüzü asık, ne hanıma ne çocuklara tek söz etmeden uzun uzun süzdü kendini aynanın karşısında. Peygamber Efendimiz’in az yemenin fazileti hakkındaki hadislerini düşündü. Adam söylediklerinde haklıydı haklı olmasına ya... Böyle söylenmezdi ki!

Hem sadece kendisine değil, Yeni Cami’nin imamına da cemaatteki arkadaşlarına da benzer şeyleri yapar olmuştu. İmamı ihlâssız diye, Yeni Cami’ye de gitmiyordu. Söylediklerinin altı da boş değildi. Hepsi ya bir hadise dayanıyordu ya da bir ayete. Herkesin en ince damarını bulmakta pek mahir olduğundan ona karşı intikam arzusuyla dolu olanlar da yok değildi. Gel gör ki bir açığını yakalayamıyorlardı. Gerçekten de tenkit ettiği ahvâlden hiç biri kendinden sudur etmiyordu. Çevresindekiler çareyi sırtlarını dönüp onunla ilişkilerini kesmekte buldu.

Yemekte, hanımına açıldı müezzin. Olanı biteni ateşli ateşli Lütfiye Hanım’a anlattı. Kendisinin ne kadar haklı olduğunu, onunsa ne kadar haksız ve lâftan sözden anlamaz bir adam olduğunu anlattı durdu. Hatta bir ara iddianamesine diğer arkadaşlarının fikirlerini de ekleyiverdi. Kendince cezası hazırdı. Yüzüne bakılacak adam değildi. Konuşmayacaktı. Hatta daha ilerisi onunla konuşanlarla da konuşmayacak, selâmlaşmayacaktı. Lütfiye Hanım, müezzinin lafını ağzına tıktı.

- Oh ne âlâ Hoca Efendi. Sen de adamı haklı çıkar. Eline mâlzeme ver ne güzel! Dinle efendi, hoca bir köyde kimseye darılamaz, dargınları barıştırır. Ama bu adama ne etmeli dersen o başka. Ben de hanımlardan duyar oldum son günlerde. Şehirde Molla Rafet’ten ders almaya başlayalı kimseyi beğenmez olmuş. Evde bile kimseye huzur vermiyormuş. Git onunla görüş. Köydeki hâlini anlat. Yine olmazsa git Satı Kadıya şikâyet et. Bulsa bulsa onlar bulur çaresini.

Hayri Hoca, ertesi sabahı zor etti. Sabah beygiri hazır edip düştü şehir yollarına. Koca taş binanın önüne anca öğle vakti varabilmişti. Talebelerle haber yolladı. “Ballıpınar Köyü’nden Müezzin Hayri çok önemli bir mesele için sizi görmek ister.” diye. Buyursun gelsin demiş Molla Rafet. Doğruca çıktı ikinci kat merdiveninin başındaki odasına. Hoş beş, selâm sabahın ardından asabî bir tavırla “Bu adama ne öğretiyorsun bilmem ama... İyice zıvanadan çıktı. Köyde sataşmadığı adam kalmadı. Kendini beğenmişin biri oldu büsbütün.” dedi. Onun bu sinirli hâli Molla Rafet’i güldürdü.

- Onun hamuru daha çiğ, onun için etrafa bulaşıp her dokunana yapışıyor. Hele bir mayayı alsın, ondan sonra bizim fırında biraz pişti mi tadından yenmez.

-Ben kim yer kim yemez onu bilmem ama bu hâli devam ederse Hacı Hüsnü köyde güzel bir sopa yer.

-Yahu hemen celâllenme.

-Nasıl celâllenmeyeyim Molla Efendi. Bana onca adam içinde, “Öküz gibi yemek yiyorsun, Allan senin gibi çok yiyenleri sevmez. Cemaate böyle mi örnek olacaksın!” falan deyip izzetimiz iki paralık etti.

Molla Rafet’in kahkahaları, duvarları aşmıştı.

- Ya hu azizim, hakikaten böyle mi söyledi? Hay mübârek adam…
Müezzin onun gülmesine bir anlam veremedi. Hem gücendi hem sinirlendi. Ardından çıkıştı.

- Ne var bunda gülecek Molla Efendi?

-Yok. Yok, Yine celâllenme azizim, hele bir rahat ol. Arkana yaslan da sana işin aslını anlatayım. Hacı Hüsnü, her ay birkaç gün gelir burada benim misafirim olurdu. Fıkıh, nahiv filan dersler alır talebelerle beraber ilim tahsil ederdi. Lakin çok tez ca,nlı olduğundan zekâsına itimat edip bizim sıra ve usulümüzü terk etmiş. Bizim bütün derslerimizi elde edip kendince bütün ilimleri bir başına tahsile başlamış. Yani anlayacağın, kendini on yaşındaki talebenin yanında ders almaya yakıştıramamış. Geçen cuma buradaydı. Onu yanıma çağırdım, ihtar ettim. “En iyi usta en fazla metre, mastar kullanandır. En iyi terzi en güzel ölçü alanıdır. En iyi aşçı, her mâlzemenin kararını bilip ona göre kullanandır. Yani anlayacağın malzemenin kıymeti bir ise, ölçü ve usulün kıymeti bindir. Elinde ölçün yoksa en değerli malzemeyi bile heder edersin. Derman nâ-ehlin elinde ayn-ı dert olur, var sen bu hevesi bırak, biz önce ilim edepten başlayalım.” dedim.

- E… Ne oldu?

- Ne olacak, “Ben edepsiz miyim?” dedi, parladı gitti. Sonra talebelerden işittim, riyazete başlamış mübarek. Senin öküz meselesi de bundan mütevellit herhâlde.

- Nasıl yani?

- Riyazet yapanın, Allah’ın karşısında ne kadar aciz ve fakir olduğunu anlayıp ruhunu kemale erdirmesi beklenir. Ama gel gör ki usul bilmeyenler, daha ‘ben’ kelimesini tahsile başlamadan ‘sen’ kelimesini okumaya yeltenirler. O yüzden kendi kusurunu görüp istiğfar etmesi gerektiği yerde, başkasının kusurunu görüp tekebbür eder. Ben, oldum zannederler. İşte böyle bir adam riyazete başladığında, ilk gözüne ilişen çevresindekilerin öküz gibi yediği olur. İşte gördün. Bir adamı vezir eden, diğerini rezil eder.

- Peki, dermanı nedir?

- Dermanı önce ‘ben’i bilmektir.

- E.. Nasıl olacak bu iş?

- Şimdi sen köye dön. Hacı Hüsnü’nün yanına var. Ona, “Molla Rafet seni çağırdı. Sana icazet verecekmiş ama son bir dersin kalmış. Onu da görmen gerekiyormuş.” de.

Hayri Hoca köyüne dönünce, doğru Hacı Hüsnü’nün evine vardı. Fazla eğlenmeden Molla Rafet’in haberini bir solukta iletti. Hacı Hüsnü bu habere çok sevinmişti. Gerçi oraya bir daha gitmemeyi aklına koymuşta ama... Madem ısrarla çağırıyordu, gitmemek ayıp olurdu. Gece, son dersin ne olduğunu merak ede ede bir sağ yanına bir sol yanına döndü durdu. Hanımının uykusunu da zehir etti. Daha olmadı, yorganı kaptığı gibi merdivenin başındaki sedire uzandı. Yine uyuyamadı. Kalktı, abdest aldı. Sabah namazını kıldı. Artık sabrı kalmamıştı. Kimseye ses etmeden, sabahın ilk ışıklarıyla yola koyuldu. Erken vakitte medresenin önüne varmıştı. Rahatsız etmeyeyim diye avludaki dutun dibine yerleştirilmiş sedire uzanıverdi. Tam uykunun en tatlı yerindeydi ki, Deli Cengiz’in şapırtılarıyla uyandı. Neye uğradığı şaşırmıştı. Çocuk, “Öpeyim hocam!” diyerek, Hacı Hüsnü’nün sağ eline yapışmıştı. Yalayıp yalayıp yüzüne sürüyor, ardından öbür eline yapışıyor, onu öpüp kokyalınca diğer eline geçiyordu. Derken, Hacı Hüsnü’nün her yanı yapış yapış oldu. Hacı Hüsnü öyle bir bağırdı ki çocuğa, medresedeki talebelerin hepsi camlara yapıştı.
- Git başımdan mundar şey, ne abdest bıraktın adamda ne gusül! Her yanımı necis ettin. Gözüm görmesin seni!

Çocuk hâlâ avanak avanak bakıyor, “Öpeyim hocam!” diyerek Hacı Hüsnü’nün peşinde koşturuyordu. Cengiz öpeyim diyor, Hacı Hüsnü kaçıyor. Pervaneler, dolap beygirleri halt etmiş. Gelsinler de dönmeyi Hacı Hüsnü’den öğrensinler.

Talebeler camlarda kıkır kıkır. Molla Rafet gürültüyü işitince avluya çıktı. Talebeler kaçıştı. Kovalamaca bitti.

- Öpeyim hocam.

- Öp Yavrum. Hayrola Hüsnü? Bakıyorum Cengiz’le eğleniyorsunuz, kovalamaca mı oynuyordunuz?

- Ne oyunu Rafet Efendi, bu mundar şey…

- Şşşş... Sakın, sakın bir daha senden böyle bir söz işitmeyeyim. Hem sana yakışıyor mu?

- Uyku semesi, korktum bir an. Yoksa, sevimli çocuk aslında gariban.

Cengiz iltifatı işitti ya, tekrar atıldı. “Öpeyim hocam!” Hacı Hüsnü bu defa Molla Rafet’in arkasına kaçmakta buldu çareyi.

Cengiz, on yaşında geçirdiği ateşli hastalığa kadar Molla Rafet’in en zeki talebelerindenmiş. Hastalıktan sonra tuvalet ihtiyacını bile karşılayamayan bir zavallı oluvermiş. Ama aklı hep medresede kalmış garibin. Her sabah potinlerini giyer, öğle vaktine kadar kara dutun altındaki sedire oturur, bir aşağı bir yukarı sallanırmış. Garip anası ne yapsın, öğle vaktine kadar müsaade eder, sonra çocukların eğlencesi olmasın diye onlar teneffüse çıkmadan gelir alırmış. Ama Cengiz durur mu? Tekrar kaçar gelir, kaldığı yerden sallanmaya devam edermiş. Anasının bir oğlu, biricik oğlu… Kadıncağız bütün gün peşinde. Kâh eline peksimet tutuşturur, kâh sırtına hırka iliştirir... Bütün gün arkasında koşturur dururmuş. Aslında önemli bir derdi daha varmış Cengiz’in. Tuvaletini tutamıyormuş. Anası sabahtan bezleyip salarmış ama... Neylesin ufacık bez! Sonra sonra paçalardan süzülürmüş. Hele sıcak günlerde bir yerden geçti mi, kokusu dakikalarca tesirini kaybetmezmiş. İşte bizim Hacı Hüsnü’nün kaçmasının asıl sebebi de buymuş.

Hacı Hüsnü, elini yüzünü güzelce temizleyip, Molla Rafet’in odasına çıktı. Kahvaltılarını edip çaylarını içtikten sonra Hacı Hüsnü dayanamayıp çıkardı ağzındaki baklayı.

- Hayri Hoca son dersten bahsettiydi. Neymiş bu ders?

- Dışarıdaki Deli Cengiz’i bilirsin.

- Bilmem mi? E..

- Ona hocalık edeceksin.

- Ne edecem, ne edecem?

- Bundan böyle o senin taleben. Cengiz’in her hâli senden sorulur. Eğer muvaffak olursan, artık icâzeti hak etmişsin demektir.

- Bula bula Allah’ın delisini mi bana layık gördün. Bu ne demektir Molla Efendi?

- Bilirsin, Cengiz bu medresedeki en zor talebe. Ona bir harf öğretebilmek elli talebeyi okutmaktan daha güçtür. Bu da senin imtihanın.

- İyi de ben buna ne anlatayım, ne öğreteyim? Bu daha helâ taşına oturmayı bilmez.

- İyi ya! Sen de tuvalet adabını öğretmekle başlarsın. Zaten fazlasına lüzum yok. Hem söyleyeyim, bir fiske bile vurmak yok. Elini öpmek isterse de bir daha kaçma. Sana olan hürmetinden yapıyor yavrucak.

- İyi, tamam. Ne zaman başlıyoruz?

- Başladın bile.

Hacı Hüsnü, ne yapacağını, nasıl yapacağını bir türlü kestiremedi. Biraz içerilerde oyalandıktan sonra Cengiz’i hamama götürmekle başlamaya karar verdi. Tam Cengiz’i soyup peştamalı beline bağlamıştı ki, foşşş! Peştamal sırılsıklam. Eh, hâliyle Hacı Hüsnü’nün üstü de. Çaresiz o da girdi hamama. Tam temizlik bitmiş dışarı çıkıyorlardı ki... Daha beteri oldu. Kan beynine sıçradı Hacı Hüsnü’nün. Elini kaldırdı. Suratına bir sille indirecekti ki, verdiği söz geldi aklına. Hırsını, hamam tasından çıkardı. Bu bile incitmeye yetti Cengiz’i. Hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı. Hacı Hüsnü’nün eli ayağına dolaştı.

- Sana pamuk şeker alacağım, potinlerini de boyarız. Hem bak sokak başında iğdeci var. İstediğin kadar alacam sana, söz. Yeter ki sus. Yeter ki gitmesin Molla Rafet’in kulağına.

Nice rüşvetin ardından, nihayet keyfi yerine geldi Cengiz’in. Güç bela akşamı etti Hacı Hüsnü. Artık anası gelir alır derken Molla Rafet’ten, “Ahırın yanındaki odayı sizin için hazırlattık. Orada yatacaksınız.” diye haber geldi. Hacı Hüsnü, köyden çıktığına çıkacağına pişman olmuştu ama çare yoktu. Bu satten sonra vazgeçemezdi. Köylünün kulağına bir giderse, adamı maymuna çevirirlerdi. Gecede üç dört sefer kalkıp helâya gidip boş geliyorlardı. Ne zaman ki Cengiz yatağa giriyordu, foşş! Oda öyle bir kokar oldu ki, ahırların kokusunu bastırdı. Hacı Hüsnü ancak bir hafta tahammül edebildi. Sonra dayanamadı. Molla Rafet ile görüşmeye çıktı. Molla Rafet onu kapıda bekletti, içeri almadı. Yalnız talebelerinden biriyle haber yollamayı da ihmal etmedi. “Cengiz bir gün altını temiz tutmadan yanıma uğramasın!” Gerisin geriye döndü Hacı Hüsnü. Ertesi gün çocukcağızı aç susuz bıraktı, belki yemez içmezse bir günü geçiririz diye. Bu da anasının kulağına gitmemiş mi? Kadın, gece yarısı medresenin camlarını taşlamaya başladı. Zor yatıştırdılar kadını. Günler günleri kovaladı, aradan bir ay geçti ama Cengiz aynı Cengiz. Her sabah hocasının elini kolunu salya sümük yalayarak uyandırıyordu. Hacı Hüsnü daha ötesi yok deyip tekrar çıktı Molla Rafet’in odasına, bu defa kabul edildi.

- Öğrenebildi mi taleben.

- Yok, ne gezer.

- Neden?

- Vallahi benim elimden bir şey gelmiyor. Allah böyle takdir etmiş ben ne yapabilirim ki.

- Yani güzellikler iyilikler bizden, fenalıktan çirkinlikler Allah’tan öyle mi?

- Yok hocam, ne münasebet…

- Ama öğrenseydi ben öğrettim deyip icazet almaya gelecektin, değil mi?

Hacı Hüsnü sus pus oldu. Molla Rafet devam etti. İnsan kemalatının, iyiliklerinin sahibi olamaz. Çünkü o kemalatın kendinde görünmesinde yüz hisseden bir hisse bile kendine ait değildir. Ama fenalıkta tüm hisse ona aittir. Bir gemideki yüz hademenin her biri kendi vazifesini mükemmelen yapsa dahi geminin yürümesinden her birinin hissesi yüzde birdir. Lakin tek bir nefer vazifeyi bıraksa, yani mesela dümeni terk etse ve gemi batsa bütün suç kendisine aittir. Yani meziyet istersen, meziyetin olmadığını bil, o sana yeter. Yoksa Allah’a ait güzellikleri kendi malınmış gibi gösterip etrafta caka satma. İnsan dediğin mahlûk iyi amelinin sahibi de değildir. Maliki de değildir. Sadece Allah’tan gelene aynadır. Aynasını kırmasın ya da kirletmesin yeter. Onun vazifesi o kadar.

- Ama Cengiz…

- Hacı Hüsnü, Hacı Hüsnü.. Kendini kimseden üstün görme! Şu medresede sırtına cehennem ateşi değmeyeceğine senedi olan tek adam o Deli Cengiz. Adama sorgu sual yok yahu! Sen neci oluyorsun ki ona tekebbür ediyorsun?

- Ama ben hem akıllıyım hem onca ilim tahsil ettim.

- Aklın da sana ait değil, ilmin de. Hepsi Allah’ın hesabında, onun defterinde. Senin elinde kalan yalnızca günahların, hataların... Ondan fazlası sana ait değil.

- Ama ben etraftaki pek çok insana göre daha takvalı yaşamaya çalışıyorum. Hareketlerime dikkat ediyorum, bunların bana hiç mi faydası yok?

Molla Rafet, ateş kesildi celallendi. Ayağa kalktı ve Hacı Hüsnü’nün yüzüne bağırarak,

- Hacı, Hacı! Allah semanın ve dağların kabul etmediği bir emanet verdi insana. Nedir bilir misin? Benlik. Peki, neden kabullenemediler, onu da bilir misin? Çünkü ‘ben’deki her şey emanettir. O dağlar, denizler ‘ben’i bana ait zannederim de Cenab-ı Hakkın mülkünde hırsız olurum diye tir tir titrerken, sen nasıl salahatının, takvanın sana ait olduğunu iddia edersin. Var git istiğfar et!

Sonra biraz yumuşadı ve yumuşak bir ses tonuyla devam etti.

- Sen hem Allah’ın mülküsün. Hem memlüküsün hem onun mülkünde çalışıyorsun. Kırıp döktüğünden başka hiçbir şey sana ait değildir. Benimdir demek edepsizliktir. O ne verirse fazlından verir. İsterse bu Deli Cengiz gibi hiç vermez. Varsın bu da sana bir hayat dersi olsun. Şimdi köyüne git bir ay sonra Hayri Hoca’yla beraber yanıma gelin. Hem giderken Cengiz’i de anasına bırak bizden de selam söyle.

Hacı Hüsnü acı bir ders almıştı. O ateşle yana yana köyüne döndü. İlk birkaç gün dut yemiş bülbül gibiydi. Sonra sonra, bütün köyü kapı kapı dolaştı. Helallik istedi. Hâli değişmiş bambaşka bir adam olmuştu. Pişmişti. Hanımı ne yaptığını sorduğunda, kısık bir ses tonuyla,

- Kırıp döktüklerimi toplamaya çalışıyorum hanım, dedi. Hayri Hoca’nın evine helallik için vardığında önce şaşırdı. Müezzin en az on kilo zayıflamıştı. Senin sayende diye gülümsedi Hayri Hoca. Bir an duruldu, “Benim mi? Allah muhafaza, mülk onundur!” dedi ve içeri girdi. Müezzin başta bir şey anlamamıştı ama karşısında evliya misal bir adam olduğunu da hemen sezdi.

Bir ay sonra, Hacı Hüsnü’yle müezzin efendi Molla Rafet’i ziyarete gittiler. Hacı Hüsnü bir de ne görsün, Deli Cengiz’i helâ nöbetçisi yapmışlar. Hem orayı temizliyor hem de talebelere temizlik öğretiyor. Meğer o gitti gideli Cengiz bir daha hiç temizlik problemi yaşamamış. Anası da getirmiş, “Bu biraz daha kalsın.” deyip gitmiş. “Hacı Hüsnü’ye sabah akşam dua ediyorum.” diye haber bırakmış. Molla Rafet, Hacı Hüsnü’ye dönüp,

- E… ne düşünüyorsun. İcazeti hak ettin.

Hacı Hüsnü Gülerek,

- Biz yere çaldık ama... Elhamdülillah Allah kırıp döktürmemiş.
Bu cevap üzerine Molla Rafet’in, “Bir divaneyi sana hoca etti ya! Daha hocayım diye avluda dolaşmaya utanıyor adam.” cümleleriyle gülüşmeler avluyu sardı.

 Emrah Bilge Merdivan