๑۩۞۩๑ Eğlence Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dini Hikayeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 05:44:12



Konu Başlığı: Dalgalar
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 21 Mayıs 2010, 05:44:12
Dalgalar

-M. K. Arısoy’a, mimozalı günler hatırına-
Hesaplarımız aklımıza bukağı oldu.
Kemal Bey kısık sesle konuşuyor.

Doyumsuz gözlerle bakıyorum salonun döşemesine, perdelerine, mobilyalarına, raflarda dağınık duran kitaplara, pancurun demirlerine… Bu memur tipli adam, bu çalçene emekli yüzbaşı… Ben ne kadar sivil düşünüyorsam, o, o kadar hesaplı. Ben ne kadar rahatsam o, o kadar sıkı. Ben ne kadar serazatsam o, o kadar çerçeveli. Konuşmaya Edirne’den başlıyor: Tunca, Arda, Meriç Edirne’nin kolyeleridir. Köpek kızılcığı, siyah üzüme benzer.

Yemişken, küçük kırmızı üzüm taneleridir. Güvem; küçük, mor, çok ekşi eriktir. Oya çiçeğinin gövdesi kabuk bağlamaz. Köse dutun kafası eğiktir, suç işlemiş çocuk gibidir. Bunlar da işlemeleridir. Sonra İstanbul’a dönüyor, mahalleyi anlatıyor: Tophane, Maçka, Akaretler, Serencebey yokuşu… Şu yokuşa bakınca Üçüncü Mehmet’i hatırlarım. Şehzade kardeş cenazeleri saraydan çıkarken çevrede toplanan halk “turna katarı uçuyor” demişti. Bu yokuş o günlerin kamburu gibi gelir bana. Serencebey mahallesi adını kuşçu başı Sencer Bey’den almıştır. Burası Abdulhamit Han’ın çocuklarının oturduğu bir mahalle iken, sonradan başkaları da oturmaya başlamıştır. O zamanlar buralarda sadece Yıldız köşkleri vardı. Bu apartmanlar, bu nerden gelip nereye gittiği belirsizler yoktu. Tehlikeli oyunlar oynanıyor imparatorlukta. Yönetime talip oluyor saati bozuk adamlar. Cemiyetine yabancı bir adam da oturuyor yirmi sene öncesine kadar. Ama şimdi Amerika’da yaşamak zorunda, içinde büyüdüğü cemiyeti tahkir etmeye başlayınca cemiyetin teneffürünü çekti, gitmek zorunda kaldı.

Sultanın büyük kızı Ayşe Sultan, ellili yıllarda, Hindistan’da prensle evliyken ondan ayrılıp buraya geliyor. Cumhuriyet çocuğu Kemal Bey, Ayşe Sultan’ı ziyarete gidiyor, kapıyı açan hanıma “Ayşe Hanım burada mı?” diye soruyor. “Hanım” sözü buz gibi bir hava estiriyor kapıda. Buna rağmen Ayşe Sultan onu içeri alıyor, iltifat ediyor.

Kemal Bey sardalya yiyor. Hamsili pilav yapmış ama hamsi pilavın içinde kaybolmuş. Kerevizi fazla pişirmiş. Yoğurdunu fazla katmış. Kereviz ekşimiş. Bir iyi, bir de kötü adam yok. Hem iyi hem kötü adam var. İnsan iyilikle kötülüğü içinde barındırır. Çocuklarda bu böyle değildir. Çocukların oyun parklarında boynu bükük bakışları bir öyküye sığmayacak kadar hüzünlüdür, diyor Kemal Bey.

Masadakileri mutfağa taşıyoruz. Tabağın içinde çatlak bir nar kızartısıyla geliyor. Koca narı ikiye ayırıyor. Dökmeden yersen padişah kızıyla evlenirsin, diyor. Evliyim ben, üstelik üç çocuğum var, bunu bilmiyor. Pes perdeden kısık sesle konuşuyor. Oğlu kızı var mı bu emekli yüzbaşının? Neden yalnız yaşar bu adam? Sorular kafamda çoğalırken kapı dövülüyor, iki bayan giriyor salona.

Kızlarım, diyor, arada gelirler, beni unutmazlar. Bana kalırsa ömrünün geri kalanı kuru bir avuntu. Ona sorarsan hayatının her an’ı trilyondan daha değerli. Mutfaktan iri karınlı şerbet sürahisiyle gelirken kedi bıyıklarıyla kokartlı şapkasının bir zamanlar ne kadar da ahenkli uyum sağladıklarını düşünüyorum.

Evinin önündeki mıcır döşeli yoldan gelip geçenlerin ayak sesleri odaya süzülüyor. Triko pantolonu, silindir şapkası, ince uzun bıyıkları ne kıratta adam olduğunu anlatıyor.

Yönü sokağın girişindeki ıhlamur ağacına dönük, konuşuyor: Bir gün kayınvalideme çok kızdım. Kuş tüyü yastıkları yırttım. Tüyleri pencereden sokağa saçaladım. Bana dönüyor, içinde bir tane bile telek yoktu. Ben Avrupalıyım, annem Asyalıydı, değerbilir bir kadındı, diyor. Annemi şömine başında odunları tutuştururken hatırlıyorum. Akşamın geç vakti alazların sönüşün den sonra ocak yavaş yavaş külle kapanırdı. Mahallede büyükçe bir hamam vardı. Vantuz çektirirdik. O anlattıkça ben düşlere dalıyorum. Ölüsünü kaldıracak kimsesi yok görünüyor, üstelik saçlarının uzun oluşu tevekkeli değil, diyorum. Susarken, “Öğrenim yoksullukla birleşince erdem olur.” diyen bilgenin sözleri çınlıyor kulaklarımda. Armudun sapı var, üzümün çöpü var. Şimdi bu adam nasıl biri, karar veremiyorum. Kendine sorsam benim gibi kıtıpiyozları kim ne yapar mı der. İyi mi, kötü mü bu adam? Göğüs boşluğumda bir soğuma hissediyorum.

Kemal Bey babasını anlatıyor: Atı severdi. Bir gün atının toynağında yara çıkmıştı. Bıcırgan yarayı temizlemeye başladı. Avluyu koyu bir koku sardı. Hepimiz konağa girdik. Karnı şiş sürahiden mürver şerbeti dolduruyor.

Yemeklerimize kandil yağı katamıyoruz ama şerbetimiz esaslıdır, diyor.

Babasını anlatırken gök gözleri buğulanıyor. Triko pantolonunu yukarı çekiyor. Bir insan, sadece iyi ya da kötü değildir, diyor. Boğazı gören Serencebey sokağında oya çiçeği bana bakıyor. Boğaz aldırışsız, kendinden emin, martılarla muaşakalı akıyor. Tehlikeli oyun sürüyor, Ayşe Sultanlar, Ayşe Hanımlığı kanıksıyor. Meriç, Tunca, Arda gaza zamanlarından kalma huylarından olsa gerek bulanık akmayı sürdürüyor, bir çocuk elinde poşet, yemişken, güvem ve köpek kızılcığı topluyor. Saati bozuk adamlar yönetime yine talip oluyor, bir yazar cemiyetin teneffürünü çekmeyi meziyet sayıyor, iskeleden bir vapur karşıya dalgalanıyor. Gözlerini boğazın semasına dikiyor, işçilerimiz vardı, diyor, onları kendimizden ayrı tutmazdık, onlarla bir kırkılırdık. Dışarıda çocukların curcunası sürüp giderken Kemal Bey beton duvarlar arasında yaşlılığın yalnızlığını yaşıyor. Bizim oğlan hayırsız çıktı diyor. Anası öldükten sonra bir hâllere büründü. Ne dediğimizi anlamadı, ne dediğini de anlamadık. Bir gün okul çıkışı çantasını, montunu arkadaşlarına okutup topukluyor. Kim bilir nerde şimdi. Yaşıyorsa otuz altı yaşında olmalı. Kemal Bey’in kızları evi temizlemeye başlıyorlar.Ayda bir toparlanıp gelirler, diyor, evi siler süpürür giderler. Büyük kız solgun yüzüne biraz allık sürmüş, küçüğüyle söyleşiyor. Kemal Bey sayrıyor. Kızlarıyla işaretleşerek konuşuyor. Eliyle sehpanın üstündeki fincanı işaret ediyor. Küçük, koşup fincanı mutfağa kaldırıyor. Kızlarda soylu bir hassasiyet görüyorum. Oğlanı niye aramadın diyorum. Gururum yüzünden önceleri yoksudum, sonra da arayacak derman bulamadım. Anlayacağın aklım kalbime bukağı oldu. Kızlar birbirini açıklanamaz bir biçimde anlıyorlar. Kemal Bey bir süre susuyor. Sonra kendini iğrenç bulduğunu söylüyor. Hani her ân’ın çok değerliydi diyorum. Değiştim diyor. Yirmi dakikada mı? Evet, ben bir dakikada bile değişirim. “Köy evimizde Bektaşi üzümü topladığım günler yok artık.” diyor. “Varlıklıydık, şimdi o zamanlara göre yoksul sayılırız.” diyor. Bir kendime bir Kemal Bey’e bakıyorum. O kendini yoksul sayıyorsa, ben tamtakır kuru bakır bile değilim. Tahta bir atım vardı. Yel yepelek yelken kürek boşluğa hız vururdum diyor. Beylerbeyi’nde konağımızın bahçesinde dururdu. Kışları terasa aldırır, çatının altında binerdim. Çiçeğe durmuş saltanatlı hayatın mimozalı, badem dallı, akasya kokulu bahçeleri yok şimdi. Kucak kucak çiçek demetlerinin, yanar döner yastıkların, ahşaplı şa’şaanın ardından bu beton evde tiz bir mırıltıya dönüştü hayatım. Kızlar o günlerde olsaydı tirşe yeşili, cam boncuklu giysileri içinde dikelirlerdi.

İkişer çocukları olmuştu kızların ama onları hâlâ oyun çocuğu görüyordu. Kemal Bey anlattıkça sesi kısılıyor. Hırıltılar gelmeye başlıyor. Telaşlanıyorum, kızlara haber vermeye yeltenirken sehpaya çarpıp karnı şiş sürahiyi deviriyorum, mürver şerbeti dökülüyor. Kapı açılıyor, küçük kız babasını esenleyip yatağın yanına seyirtiyor. Eğiliyor, parıltılı, ufak gözleriyle babasına bakıyor. Baba, ağabeyim kapıda diyor. Adam gözlerini son kez açıyor. Mavi mavi gülüyor, ardından odayı bir soğukluk kaplıyor.

 Recep Şükrü Güngör