๑۩۞۩๑ Eğlence Dünyası ๑۩۞۩๑ => Dini Hikayeler => Konuyu başlatan: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 14:19:18



Konu Başlığı: Çetele
Gönderen: ღAşkullahღ üzerinde 20 Mayıs 2010, 14:19:18
Çetele

"Ben bu saçları değirmende ağartmadım" demek kolaydı elbette, ama nerede ağarttığının hesabını vermek... Sonra bir ara çöp kovasında beyaz saçlar arasında kızıl saçlar gördü. Çetelesinin çarpılarını görmüş gibi irkildi. Sanki beyaz kürek tepeleme kırmızı çarpılarla doluydu da toprağa iade edilmek üzere kovaya dökülmüştü.

Büyük bir şehrin, küçük ve mütevazı bir mahallesindeydi dükkânı. Küçük şehirlerde, taşra kasabalarında görmeye alışık olduğumuz berber dükkânlarına benziyordu. Tahta taban, duvarda bir iki takvim ve çerçevelenip asılmış iki tablo... Berber koltuğunun karşısında duvara raptedilmiş büyükçe ayna, aynanın çerçeve kenarlarına sıkıştırılmış, bir iki kartpostal, üstteki kartpostal sülüs bir besmele, alttaki imza tam seçilmiyor ama Hamid Aytaç'ın olmalı... Ortada emaye soba, sobanın üzerinde cızırdayan çaydanlık. Eskiden sakal tıraşı ve saç yıkama için de bu sobanın üzerindeki alüminyum güğümde ısınan su kullanılırdı. Beş on yıl önce o zamanlar çok moda olan üç kademeli elektrikli ısıtıcılardan aldılar. Sakal tıraşı için kullanılan küçük alüminyum kap, tıraş sabunu ve fırça ise hâlâ lavabonun yanındaki o eski yerini muhafaza ediyor.

Abdullah Usta, seccadesini topladı, ağır adımlarla dükkânın arka tarafında bir perdeyle ayrılmış özel bölmeden çıktı. Çay demlenmiş olmalıydı. Bu sene yanına aldığı yeni çırağı yeri süpürüyordu.

Bugünlerde müşteri cinsinden fazla gelen giden yoktu. Bunu tel kafesteki muhabbet kuşunun berber makasının ritimli şıkırtısına uydurup şakımamasından da anlamak mümkündü. Yine de günde kim bilir kaç kez süpürülürdü bu zemin. Dükkânın tabanı genellikle her müşteriden sonra sulanır, süpürülürdü. Çırağın elindeki süprüntü küreğine baktı, yine kır saçlarla, yolun çamurunu dükkâna getiren müşterilerin ayakkabılarıyla gelmiş toz toprakla dolmuştu. Meşhur berber fıkrasını hatırladı. "Berber, saçım ak mı, kara mı?" demiş müşteri, berber "Önüne düşünce görürsün." demiş. Sonra "Biz bu saçları değirmende ağartmadık." diyen ihtiyarları hatırladı.

Elindeki küreği çöpe boşaltan çırağa seslendi.
- Oğlum, birer çay doldur da, karşılıklı içelim.
Çayını karıştırırken gülümseyerek sordu:
- Söyle bakalım, sence bu döktüğün saçlar nerede ağarmıştır?
- Siz daha iyi bilirsiniz usta.
- Yaa... dedi yaşlı berber, çayından küçük bir yudum aldı. Çoğu zaman böyle olurdu. "Karşılıklı içelim çayları." derdi usta, ama pek fazla konuşmazlardı. Çaylarını içerken kendi alemlerinde hayallere dalarlardı. Ancak üçüncü, dördüncü kişiler varsa dükkânda, usta açılır, anlattıkça anlatırdı. "Ne güzel kardeşim, ne güzel!" derdi sık sık. O zaman bazen çırak da sohbete katılırdı.
Abdullah Usta "Acaba benim saçım ak mı, kara mı düşecek önüme?" dedi içinden. Öbür tarafı düşündü. Gözleri yaşardı.

Raftan çiçekli bir kaplıkla kaplanmış, kareli okul defterini aldı. İçindeki kırmızı tükenmezle bir iki kareye çarpı koydu. Defterin sayfalarından çoğu karalanmış, azı kalmıştı.

Defteri raftaki yerine koyan yaşlı berber çayını yudumlarken düşüncelere daldı. Gözünün önünden yıllar yılı bu küçük ve eski berber dükkânında berber makasından dökülen, tabanda dalgalar hâlinde birikip tozla çamurla birlikte önce çöpe, sonra tekrar kara yere teslim edilen saçları düşündü. Her başın başka türlü bir saçı olduğu gibi ayrı kederi, ayrı kaderi de vardı.

Evet, ustanın kaderi de yıllar önce bu dükkânın kaderiyle birleşmişti. Şimdi geriye dönüp baktığında ömrünün neredeyse yarısını bu dükkânda kazandığı ekmekle geçirdiğini görüyordu. Abdullah Usta bu şehre taşındığında yaşı otuzu çoktan geçmiş olsa da, henüz çok genç olduğunu düşünüyordu. O günlerde dalgalı bir hayatı vardı. Bazı karışık işleri ve münâsebetleri yüzünden doğup büyüdüğü şehrin iyi bir yerindeki gösterişli salonunu kaybetmiş, batağa daha fena saplanmasına razı olmayan bir baba dostunun yardımı ve nasihatiyle bu şehirde, sonradan mülkiyetini alacağı bu mütevazı dükkânı kiralamıştı.

Artık, ne o eski çevresi vardı, ne o horozu ötmeyen geceler.

Doğru dürüst kimseyle konuşmadığı, kapısını kimselerin çalmadığı o bunaltıcı günlerin birinde bir okul arkadaşıyla karşılaştı. İçtikleri su ayrı gitmezdi Erkan'la. Orta üçe kadar aynı sırayı paylaşmışlardı. Sonra babasının tayini çıkmış, Erkan okuldan ayrılmıştı. Memur çocuğuydu. Bir daha da görüşememişlerdi. Abdullah'a kalsa tanıyamazdı. Nasıl tanıdıysa Erkan tanımıştı arkadaşını. Erkan'ın alın saçları dökülmüş, yüzüne gün görmüş devran sürmüş bir ciddiyet gelip oturmuştu. O eski sıra arkadaşını hatırlatan tek nişan, sık sık gülümsemesi, gülünce gözlerinin kaybolmasıydı.

Başta pek sıcak davranmadı Abdullah, ama bir taraftan Erkan her gün olmazsa gün aşırı dükkâna damlıyordu, bir taraftan da başka kapısını çalan, "hadi" diyen kimi kimsesi yoktu. Böyleyken böyle, biraz da mecburen Erkan'la "takılmaya" başladı. Bir gün de arkadaşlarla çay içeceğiz diye bir yurda götürdü Abdullah'ı. O gün yurtta ne işleri olduğunu pek anlayamamıştı Abdullah. Çay içeceklerdi, tamam, bunu anlamıştı. Ama neden yurtta. Konfeksiyoncu Erkan'ın, berber Abdullah'ın lise öğrencilerinin yurdunda ne işi olabilirdi.

Yurda vardılar. Üçüncü mü, dördüncü mü en üst kata çıktılar. Yurdun üst katı önü teraslı yekpare salondu. Yer halı, salon çepeçevre divanlarla çevrelenmiş. Önünde sehpa, başında beyaz takke, sehpanın üstünde kalın bir kaç cilt, gençten, bıyıklı ve kravatlı bir adam kitap okuyor. Pek anlamıyor neler anlattığını. Salon kendisi gibi genç, orta yaşlı adamlarla dolu. Lise yurdu ama ortalıkta liseli görünmüyor. Sonra o kitabı kapattı genç hoca, başka bir kitap açtı. Yine anlamıyordu ne demek istiyor. Ama dinleyenlerden bazıları omuzlarını çeke çeke, sessiz sessiz ağlıyordu. Abdullah "Bu adamlar ne yapıyor, neden ağlıyor." derken okuma anlatma faslı bitti. Karadenizli oldukları anlaşılan birkaç genç "Hadi ızgara yapalım!" dediler. Güzelim terasın ortasına tüplü ızgaralar getirip hamsi kızartmaya başladılar. Hamsiler kızarıyor, yayılan ızgara kokusu ortamdaki ciddî havayı yavaş yavaş yumuşatıyordu sanki. Salondakiler grup grup konuşmaya, gülüşmeye başlamışlardı. Ortalık dumandan, kokudan geçilmiyor. Sonra birileri bir yerden bir tepsi baklava getirdi, tepsiyi de boşalttılar. Bu adamlar neden ağladılar, şimdi de nasıl böyle gülüyorlar? O ilk gün Abdullah sadece şaşırıyor, olanlara bir mânâ veremiyordu.

Sonradan çok gitti o akşam oturmalarına. Niye gittiğini başlarda kendi de bilmiyordu. Sanırım oraya gelen insanların can ciğer kardeşlerini görmüş gibi sarılarak selamlaşmaları etkilemişti onu. Bir de başka onu çağıran, buraya gel diyen de yoktu zaten. Sonraki haftalarda yurtta tanıştığı yeni arkadaşlar da dükkânına gelmeye başlamıştı. Hatta bazen yalnız, bazen yanında Erkan'la hoca da geliyordu ziyaretine. O ilk günkü intibalarının içi dolmuş, hocanın genç de olsa derya gibi adam olduğunu düşünmeye başlamıştı. Gel zaman, git zaman, o iki katlı pasajın girişindeki küçük berber dükkânı yol oldu gitti.

Bir iki yıl içinde burs vermeye başlamış, beş vakit namaza alışmış, hatta "Ya Cemil, Ya Allah, Ya Karib, Ya Allah..." diye başlayan tesbihatı bile ezberlemişti. "Sübhaneke Ya Allah..." diye başlayanı o zamanlar kağıttan okuyordu, hac dönüşü Medine'de ezberledi.

İlk yıllar bazen ibadetten sıkıldığı, şöyle bir içsem, bir içsem... Zom olsam. Kütük gibi olsam, her şeyi unutsam dediği oluyordu. Keşke kimse aramasa da bu hafta evden çıkmasam, televizyonun başında, çekyatta uyusam kalsam dediği zamanlar da olmuyor değildi. Biraz boşlasalar, biraz kendi hâline bıraksalar kendisi de memnuniyetle akarına bırakacaktı belki kendini. "...Ama şükürler olsun." diyordu sonradan o günleri anlatırken. "Arkadaşlar beni şeytanımla baş başa bırakmadılar."

Hacca gittiğinde yaşı kırkı geçmiş, elliye yaklaşmıştı. Hac dönüşü iyice sofulaştı. Sakalını kesmedi. Hatta bir ara berberliği de bırakacaktı. "Nasıl Müslümanların sakalına ustura vuracağım, sünnete muhâlefet edeceğim." deyip duruyordu. Mahallenin "Ya abi, sen vurmazsan namazsız abdestssiz adamlar vuracak usturayı, şurada oturup bir çay içiyoruz hiç değilse..." diyen gençleri zor ikna ettiler.

O aralar bir başka derdi de kaza namazlarıydı. "O kadar yıl o biçim yaşadım, ne olacak hâlim..." diye kara kara düşünüyordu. Yurdun müdürü kaç kez değişmişti bu arada. Yurtta da artık taşradan gelip üniversiteye hazırlanan gençler barınıyordu. Yeni müdüre açtı derdini. Müdür:

- Abi hesaplayalım ne kadar kazan var. Bir defter yapalım. Kıldıkça işaretlersin. Ne kadar kaldığını bilirsin, tamamlayınca da için rahatlar, dedi.
- Ya tamamlayamadan ölürsem?
- Allah büyük, rahmetinden şüphen mi var, inşallah niyetine göre muamele eder.

On iki yaşından başlayarak kaç yıl namaz kılmadığını, toplam kaç güne tekabül ettiğini hesapladılar. O kareli defteri de müdür bey alıp, kaplayıp, cetvelle çizip hediye etti sağ olsun. Artık namaz borcu gün gün, hafta hafta, ay ay belliydi. Kıldığı her vakit namaz için defterin ilgili karesine kırmızı bir çarpı atıyordu.

Başta her vakit namazdan sonra o vaktin kazasını kılarak başladı. Sonra gitgide kendini kaptırdı. Dükkânda boş olduğu zamanlar, arkadaki bölmeye geçiyor, bir seferde üç beş vaktin kazasını kılıyordu. Hatta gece teheccüde kalkıyor, iki rekat teheccüdden sonra duruma göre bir iki günlük kazasını alabiliyordu. Bu arada büyük kız öğretmen okulunu bitirdi. Doğu hizmeti yaparken tanıştığı subayla evlendi. Küçüğü liseden sonra okumadı. Uzak akrabalardan helal süt emmiş bir gence verdiler. Oğlan başta biraz haytalık yaptı ama yuvasını kurunca, ekmek derdine düşünce duruldu. Kala kala bir Köroğlu bir Ayvaz kaldılar evde.

Artık geleni gideni de eksik olmuyordu Berber Abdullah'ın. Hacı Abdullah Usta diyorlardı kendisine. Mahallenin sevilen, sözü sohbeti dinlenen bir ihtiyarı olmuştu. İyi aile babası, garibin kimsesizin yardımına koşan bir hacı amca. Gençlerden gelenler, sohbetini dinleyenler, eski yurt öğrencilerinden ziyaretine gelenler eksik olmazdı. Yıllar yılı dinlediği sohbetlerle, oturduğu esnafla bir bilgelik hâli gelmişti Hacı Abdullah'a. Okurdu da. Öyle çok çeşitli kitaplar okumazdı ama, bir okudu mu iyi okur; aynı kitabı defalarca okurdu. Kimya-yı Saâdet, Mesnevî ve bazı gazetelerin verdiği temel eserlerden oluşmuş mütevazı bir kütüphanesi de vardı mesela. Böyle gelenle gidenle demlikleri boşaltırken kazalarına, sonradan âdet edindiği evradına pek vakit ayıramadığı da oluyordu ama şikayetçi değildi. Ee, gelen devlet, demişler ne de olsa.

Bu arada üniversite öğrencileri falan da gelir giderdi dükkâna. Mesela, aynı pasajda üst katta bir mühendis vardı. Makine mühendisi Tunç Bey, o da uğrardı.

Müşterilerine "kardeşim" diye hitap eden bu berber amcayı çok cana yakın bulmuştu. Genç Mühendis Tunç Beyi her zaman "Ne güzel kardeşim, ne güzel!" diye kapıda karşılardı. Sonra bir gün duvardaki tablolarda yazılı âyetlerin ne olduğunu sormuştu Tunç Bey.

- Onlar âyet değil vecize, dedi Abdullah Usta, hem de Arapça değil Türkçe.

Duvarda iki tablo vardı. Biri "Dost istersen Allah yeter. Yârân istersen Kur'ân yeter. Mal istersen kanaat yeter. Düşman istersen nefis yeter. Nasihat istersen ölüm yeter." şeklindeki vecize, diğeri "Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine, / Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş. / Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına, / Sanki âyâtın Hüdâ, nur ile tahrir eylemiş." dörtlüğü.

Berber Abdullah Ustanın nurlardan özellikle bu iki parçayı seçip duvara asması boş yere değil elbette. Müşteriler bir gün olmazsa başka gün bunlar ne diye sorarsa uzun uzun anlatırdı. "Dost istersen..." tablosu vesilesiyle kalb terbiyesi mahiyetindeki eserleri, "Bak kitab-ı kainatın..." dörtlüğü vesilesiyle kafa ve bakış terbiyesi mahiyetindeki eserleri anlattıkça anlatırdı.

Mühendis Tunç'a da anlatmıştı. Sonunda Tunç Bey cahilliğinden utanmış, Kur'ân okumak istediğini söylemiş, Abdullah Usta'ya. Biraz Abdullah Ustayla, biraz camide imamla çalışarak Kur'ân okumayı öğrenmiş. Sonra berber Abdullah'tan Kur'ân hattıyla Türkçe okumayı da öğrenmişti. Bütün bunlar olurken farkına varmadan haftalık sohbetlere de başlamış Tunç Bey, mahalledeki yurdun iaşesiyle ilgilenen genç esnafların görüşmelerine de katılmaya başlamış. Daha böyle berber amcanın peşine takılıp o yurdun salonunda, terasında ızgara yiyen nice nurlu sima vardı.

Haftalık çetelelerine de dikkat ederdi ama daha çok o kareli defterdeydi aklı. Boyalı sayfalar boyasız sayfaları geçince bir hoş olmuştu. Boş sayfalar azaldıkça daha da arttırıyordu kazalarını.

Son zamanlarda ise, Hacı Abdullah'ın kafasını kurcalayan, onu rahatsız eden, ama belki gülerler, belki "Abi, şu senin kafaya taktığın şeye bak ya hu..." derler diye kimselere açamadığı bir derdi vardı. Kaza namazlarını işaretlediği defter dolmak üzereydi. Acaba defter dolunca ne yapması lâzımdı. Kaza kılmaya alışmıştı. Kaç yıldır oturmuş bir düzeni vardı. Kaza namazında mecburiyet olduğu için rahat kılıyordu. Sonra nafile kılayım dese acaba aynı şekilde, aynı coşkuyla kılabilecek miydi? Yoksa olsa da olur, olmasa da olur, diye yavaş yavaş azaltıp, zamanla bırakacak mıydı? Derdini kimselere açamamasının bir sebebi de bu defterinden kimsenin haberi olmamasıydı. O yurt müdürü de üç dört yıl mahallede çalışmış, Afrika'nın bir yerlerine gitmişti sonra. İşte onun için kendi ruh dünyasında iki arada bir derede kalmıştı. Bir yandan seviniyor, bir yandan üzülüyordu defterin bitmek üzere olmasına. Daha çok üzülüyordu ama. Yıllar yılı gönül sırlarını döktüğü bir dostundan ayrılmak gibi geliyordu, o sayfaları pörsümüş, kırmızı çarpılarla dolu defterden ayrılmak.

Hacı Abdullah Ustanın bu kimseye açamadığı hislerini kalbinde gezdirdiği günlerden bir gün gelen giden çok oldu dükkâna. Azı müşteri, çoğu ziyaretçi olan misafirleriyle ilgilenirken çarpısını koyduğu defterini rafa değil de, gazeteleri dergileri koyduğu sehpanın üzerine koydu. Sonra da sohbet sohbeti açtı, raftaki yerine koymayı unuttu.

Aynı gün akşam namazını mahallenin mescidinde cemaate katılmış, sonra dükkâna gelip evvabinden sonra bir günlük kaza kılmıştı. Çetelede işaretlemek için rafa baktı. Defteri yerinde göremedi. İlk defa oluyordu böyle bir şey. Sonra düşüne düşüne gündüz sehpada bıraktığını hatırladı. Sehpaya baktı. Üstü de altı da tertemizdi. Sabahı zor etti. Çırağa sordu.

- Usta, dedi, çırak, gazeteleri alayım mı dedim, sen de al hepsini, senin olsun, dedin ya?!
- Demişimdir, zahir, dedi ihtiyar.
Çocuk suçlanmıştı.
- Valla usta, siz öyle deyince... Kalabalık yapmasınlar diye... Dergileri kardeşim okuyacakmış, gazeteleri de anneme verdim. Birazını mutfakta kullanmak için ayırdı, kalanını da eskiciye satacaktı.
- Bir defter vardı ya hani, çiçek kaplıklı, o da onların arasındaymış.
- Haa, hesap defteri mi?! dedi çırak, hemen dükkândan fırladı.
"Demek hesap defteri olduğunu sanıyordu." diye düşündü Abdullah Usta sonra kendi kendine, "Doğru!" ama, dedi, "O da bir çeşit hesap defteri neticede."

Çırak bir süre sonra başı önünde, ağladı ağlayacak döndü. Çocuk çıktıktan sonra eskici gelmiş, annesi eski gazetelerle birlikte, bir işe yaramıyordur herhâlde diye defteri de vermişti.

- Çok alacak var mıydı usta, dedi çırak, bütün suç bende, haftalığımdan kes.

Baktı hâli harap, Hacı Abdullah, kendi derdini bir yana bırakıp çırağı teselli etti önce. Önemli bir şey olmadığına inandırmaya çalıştı. Çırak inanmadı tabi. Ustasının iyi kalbliliğine ve cömertliğine verdi.

Çırağı rahatlatmıştı Hacı Abdullah'ın ama kendisini rahatlatması biraz daha zor oldu. Bir iki hafta durgunluğu üzerinden atamadı. Sonra yavaş yavaş bunda da bir hikmet olmalı diye düşünmeye başladı. "Zaten bitince ne yapacağımı düşünüyordum, bitmedi işte, ölünceye kadar devam ederim kaza kılmaya, Allah kabul etsin, eksiklerimi tamamlasın."diye düşünüyordu.

İşte Abdullah Usta çırağıyla karşılıklı çay yudumlarken, namaz çetelesi tuttuğu o kareli defteri düşünüyordu. "Ben bu saçları değirmende ağartmadım." demek kolaydı elbette, ama nerede ağarttığının hesabını vermek... Sonra bir ara çöp kovasında beyaz saçlar arasında kızıl saçlar gördü. Çetelesinin çarpılarını görmüş gibi irkildi. Sanki beyaz kürek tepeleme kırmızı çarpılarla doluydu da toprağa iade edilmek üzere kovaya dökülmüştü. Kırmızı çarpılarla dolu, çiçekli kaplıkla kaplanmış kareli defteri yoktu artık. Ama üzülmüyordu doğrusu. Yine eski minval üzere kaza kılmaya devam ediyordu. "Çetele tutacaktım da ne olacaktı sanki?!" diye düşünüyordu, zaten saçlarında, zaten yüzünün kırışıklarında hayatının çetelesi tutulmuyor muydu?

 Hüdayi CAN